24 Aralık 2012 Pazartesi

FIRIN ELDİVENİ AĞACI

Kendi haline bırakılmış dalları küçük balkonumdan burnumun dibine uzanan erik ağacında hemen her gün beliren, ruh durumuma göre bazen eğlenip bazen kızdığım nesneler.

Gazete, dergiler. Bir sabah bir havlu, Sonra el bezleri. Derken simli sentetik iplikten örme bir atkı. Bir akşam kızıl toprak rengi bir ev içi paspası..

Hastalığın heyelanına kapılmış zihni kayan kayan kayan komşumun elinden, evinden artarak dökülenler.

Bir gece art arta patlayan çarpıp parçalanma sesleri. Aldırışsızlığım. Kaynağını bildiğimin ertesi gün gördüğüm sonuçları. Ağacın dibinde tuzla buz olmuş iki seramik saksı, dağılmış bitkileri.



Daldaysa bir fırın eldiveni. Artık hiç kullanılmayacak, soğuğa terk edilmiş bir ocağın, çırpınarak soğumakta olan bir ruhun, donmanın eşiğinde işe yaramaz olmuş eldiveni. Eriğin kış dalları ile kalan yaprakları arasında. Kış uykusundan önceki son can kıvılcımlarının.

19 Aralık 2012 Çarşamba

İKİNCİSİ..

Elde cevap anahtar şablonu olmadan bakmak, algılamak. Test sınavlarını değerlendirirken kağıtların üzerine konan, doğru şıkları delik kartona böyle deniyormuş.

İlginç, pratik kartonlar bunlar. Doğrulara denk delikler dışında bir açıklıkları yok. Başka cevap geçirmiyorlar ne de kağıdın orasına burasına dalgınca çiziktirilmiş çöp adamları, yıldızlar, çitler ve güneşi, can sıkıntısının üzerinde gide gele koyulttuğu saplantılı desenleri. Hiçbir şeyi.

Varsa yoksa önceden belli ve tek DOĞRU CEVAP.

Tutturdun tutturdun, yoksa şablonun örttüğü cevabınla birlikte sen de yoksun.

Oysa cevapların yer değiştiriyor.

Aynı kavram dün şablondan geçmezken şimdi onunla örtüşüyor.

İrade. İnanç. Adanmışlık. Değerler. Daha da neler neler ve bunlara her seferinde yüklediğin yeni anlamlar, bir araya getirdiğin farklı bağlamlar.

Kalın buz tutmuş göl yüzeyinin altında akışkanlığı süren sudaki cıvıl cıvıl hareket. Avlanmak için buzda açılan deliklere bazen gelen bazen gelmeyen balıklar gibi şablonun altında devinen, ondan bazen geçen karşılıkların.

*

Kapıdan dışarı adımımı boş bir sayfaya atar gibi yaşadığım zamanlar.

Çıplak.

İçimin bu haliyle bir yandan da alışılmışa, çoğunluğa hiç benzemediği için normalden uzaklaşma ürküntüsüyle de dolduğu vakitler.

Kafamın fikirlerden, görüşlerden, kıyaslama, tercih ve yargılardan yana düz beyaz oluşu.

Kimliğini sırtına geçirmemiş, değerlerini kuşanmamış.

Geçmişsiz de ve geleceksiz.

Isırtıldığı çenenin kalıbını çıkaracak homojen bir macun gibi.

İzlerin, izlenimlerin üzerine düşeceği bakir film şeridi.

Dolu bir boşluk.

18 Aralık 2012 Salı

2 ŞEY

Serbest yazma gittikçe daha çok heyecan duyarak kullandığım bir yöntem.

Basit.

Belirli bir süre, diyelim 10 dakika, sıkı bir ritmi hiç aksatmadan, ara vermeden yazmak.

Etkin maddesi, kafandaki her daim hazır ve nazır editörü aradan çıkarmak.

Ondan sonra da zihninden ne geliyor geçiyor ne takılıp kalıyorsa imlaya, noktalamaya, cümle düşüklüklerine vs hiç aldırmadan, düşünmeden, torbasız çöp kovasını bidona boşaltır gibi kağıda boca etmek.

Sonuçları müthiş.

Bir kere zihin bunun ardından iyi bir masajdan geçirilmiş beden gibi rahatlıyor, sakinleşiyor. Gevezeliğine alan açılmasıyla duruluyor. Bundan sonra bir şeye yoğunlaşması kolaylaşıyor.

(Zaten bir yan ürünü de o oldu. Sıkışıp sıkıldım mı oraya buraya kaçma, oyalanma dürtüsü duymadan yaptığım her ne iş ise çok uzun bir zaman onda kalabiliyorum. İnsanı perişan eden de sonuçta ne kadar zorlu olursa olsun yaptığı şey değil, kaçış dürtüsü. Gitmekle kalmak arasında bin parçaya bölünme.)

Editör, o her şeyi kuralına, kitabına, adabına uydurma gayreti içindeki sansürcü aradan çıkarıldığında.. Çelişkiler, eşzamanlı yaşadığın ters yönlü şeyler, tutarsızlık, saçmalık ve aşırılıklar törpülenmeden önüne seriliyor. Önüne serilen böylece içinin etraflı topografyası. Hammaddeyi belki de ilk kez bu kadar yansız görüyorsun. Işığı, gölgesi, günahı, sevabı, çiğliği, bilgeliği. Sertlik ve yumuşaklığı..

Sansürcünün eleğinden geçebilmişlerden ibaret olmadığını.

Vay canına!

Bütün bir kasabadan kopardıklarıyla önünden akan sel suları gibi.

Akış geliyor. Kafan, bezgin bir dolap beygiri misali hep aynı şeyleri aynı şekilde içinden geçirmenin durağanlığından çıkıyor.

Derken bu gür karmaşada aradıkların beliriyor. Bir imge. Bir bağlantı. Yap-boz’un eksik kalmış parçası, bir röle anahtarı, tirbuşon, ayakkabı çekeceği.. Her ne ise. Lazım bir parça. İlham. Merak, keşif iştahının uyanışı.

Tıpası çekilmiş bilinçdışında sana ulaşmak için tam da tıpanın çekilmesini beklemiş bir şeyler.

Oraya yöneliyor, onu işlemeye, etrafında dolanmaya, yoklamaya, derinleştirmeye başlıyorsun.

Bazen de bir şey belirmiyor. Ritmi aksatmamak için (tek kural bu ve önemli) bir kelimeyi defalarca yazdığın oluyor.

Ama her defasında bir şey versin vermesin, sürece güven duymaya başlıyorsun.

Mideni kaldıracak kadar tanıdığını sandığın kendini ne kadar dar bir delikten gözetlemekten öte tanımadığını görmek heyecan verici.

Sanki çok kanallı bir stüdyo mikserine bağlanmışın da kulak tırmalayıcılıktan tanrısal bir armoniye kadar koca bir yelpazede yayılan sesini artık sadece mono duymazmışın gibi.

Al bunu, tepe tepe kullan.

Sorun çözümünde, ilham bulmada, takılıp kaldığın bir şeyi anlayıp aşmada, rahatlamada, yatışmada ama uyarılmada da.

Verdiğiyle beklediğin örtüşmeyebiliyor.

Asıl beklemen gerekeni gösteriyor bazen.

Ama en güzeli, süreç hissini canlandırması. Unutup gittiğin sabrı. Eline geçene şükran duymayı.

Ağın bugün dolmadı mı? Aldırma. Salmaya devam et sen.

(Serbest yazmada çok yararını gördüğüm iki kitap: Writing without teachers, Peter Elbow ile Accidental genius, Mark Levy)

*

Çok oldu. İkinci şeyi belki yarın yazarım.

8 Aralık 2012 Cumartesi

JACKY TERRASSON’UN ARDINDAN

Zaten büyük olmayan salon tenha, loş. Büyüklüğüne şöyle bir değinilerek anons edilen ufak tefek, turuncu pabuçlu artist neredeyse utangaç, piyanosunun başına geliyor. Partileri şenlendiren tiplerden değil belli. Canlandırdığı dünya başka: Ellerini klavyeye bıraktığı an ona geçiyor. Tek tük çatal bıçak, bardan gelen mikser sesleri. O ise adına müzisyen denen ayrıcalıklıların aleminde çoktan. Başka bir dili olağanüstü bir güvenle örüyor.

Sesini bağırmadan yükseltebilmenin ne deneyim olduğu içimden geçiyor. Elle tutulurcasına işitilir olmak. Uçurumdan zirvelere her biçimde uzanan bir coğrafyanın nüanslarından geçirmek. Bir an öyle gözü pek, vahşi, an sonra usul akmak, duyguyu, düşünceyi tırmandırmak tırmandırmak, derken altına ağ filan germeden tepelerden aşağı salmak. Kendini bıraktığı anda bulmak.

Aynı anda böylesine bir kontrol ve özgürlük.

İmrenebilirim. Onun yerine piyanoyu böyle çalar gibi yaşamayı hayal etmeye koyuluyorum.

4 Aralık 2012 Salı

YAĞMURLUK



Aralıksız yağıyor. Gece başladı. Hiç durmadı. Sesi ninni gibi ama uyuşturucu değil. Rüzgarla şiddetlendiğinden uyarıcı ama düzenliliğiyle yatıştırıcı da. Ferahlatıcı ve iç ısıtıcı. İnsan kendini üzerine su serpilen yufka gibi hissediyor, ütüye hazırlanan temiz çamaşır.

Yağmur kesintiye uğrattığı şey yerine kendi sürekliliğini koyuyor.

Işığı alıyor ama yerine sesini veriyor. Aydınlık bir ses değil belki, bulanık, yumuşatılmış; sıkıcıda bırakılmış havuç posası gibi kararmış turuncu. Düşey. Sonra, oluşan dereciklerin daha da kesintisiz şırıltısı, şarıltısıyla yatay.

Yapraklarda kalan, kayıp uçlarına asılan damlalar çok hoş. Kristal gibi parlıyorlar. Biraz iriyseler yüzeylerine tersyüz asılan görüntüler seçilebiliyor. Yani yağmakla kalmıyor, düştüğü yerde küçük büyü numaralarıyla işine devam ediyor.



Kokusu? Kokusu pek yok. Toprak olsa da topraktan kalkan koku buruna gelene kadar araya girecek çok şey var. Şehrin koltukaltı ve ayak kokuları. Kirlilik. Olsun. Sesi alıp, ıslanarak yükselen toprak kokusunun öbür elimdeki saf anısıyla uç uca getirdiğimde burnumda mest edici bir flaş yine de çakıyor.






Düz, kalın, tok bir tuval kumaşı haline getirdiği göğün fonunda yakından bakıldığında parlasa da geri çekilen renklerle görüntüler şurada suluboyalaşırken beride karakalemleşiyor.

Doğanın hikmetinden sual olunmaz Photoshop’u.



27 Kasım 2012 Salı

CONTEMPORARY ISTANBUL


Fotolar:

https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/ContemporaryIstanbul2012?authkey=Gv1sRgCJGNzfvgiLbL9wE#


Çocuk gibi gezdim. Çocuklaşarak.

Kalabalıktan sırf irkiltmeye dayanarak sıyrılmaya çalışan işlerin önünde adımlarım yavaşlamadı bile. Yan gözle bir bakış, vuruculuğu bir atımlık bu yolu tanıyıp bir yana bırakmaya yetiyordu. (Bir sanat eserinde irkilticilik ancak sonuç ise ağırlığı var. Başlı başına bir şey olduğunda can sıkmaya başlıyor: “Ee, diyecek bir şeyin yoktu da beni neden uyandırdın?”) Bağırıp duranların dünyasında bir çığlık daha. Kolaysa beni kontrastla yakalayın, şiddeti artırılan tekrarla değil. Akıntının tersine, dışına giderek.

Sevdiğim, daha uzun uzadıya bağ kurabildiğim parçalar, fotograflar, heykeller oldu. Çocuk şenliğiyle dolaşmamda açılan parantezler. Mıknatıs gibi çekenlerse beni en çok eğlendirenlerdi. Yorgos Kypris’in balıkları, Zilvinas Kempinas’ın Çeşme’si, üstü aynalarla kaplı pembe tabut, çiçekli emaye su boruları. Öyle şeyler.

Ortalığın zamanın sonu gelmiş gibi fazla pişirilip derinleştirilmeden çakıp çakıp sönerek paylaşılan izlenimlerden geçilmediği bir çağda boğulup kalmadan ne de hüsrana uğrayarak hoşça vakit geçirmenin doğal yolunu algılarım böylece kendiliğinden buluverdi.

24 Kasım 2012 Cumartesi

ELEKTRİK

Kasım akşamının gönülsüz son ışıkları da çekildiğinde irili ufaklı mumları yaktım. Kesintinin birkaç saat sürmesi olmamış şey değil. Birazdan gelirdi herhalde. J.M. Coetzee’nin Utanç’ına daldım. Loşluğu, vasat çeviriyi geçip gittikçe daha derinlerine.

Velveleci, meraklı komşu merdivenleri iniyor, çıkıyor, kapıları güm güm vuruyor, sesi sinirlerim üzerinde reçinelenmemiş keman yayı gibi sekiyordu. Sıra bana geldiğinde fırladım. Alnımda, ışığı öfkeli bir tek boynuz gibi ileri atılan tepe lambası ve hışımla kapıyı açtım. (Bir adım geri sıçramasına, neye uğradığını, kapının hangi tarafında olduğunu şaşırıp “Buyrun?” demesine sonradan durup durup güldüm. Ezilip çiğnenerek dişlerimin arasından medeni bir tıslama olarak çıkan kendi orantısız tahammülsüzlüğüme de.) Kitabıma döndüm.

Bağıra çağıra binaya girip çıkan tamirciler işitmediğim soruyu “Artık yarına!..” diye yanıtlayıp giderken kafamı kaldırdığımda elektrikle birlikte eksilen diğer şeyleri ayrımsadım.

Sıcaklık. Kalktım, su ısıtıp termoforu doldurdum.

Sesler. Termostatı sarsıla titreye çalışıp duran buzdolabının mırıltısı. Kalorifer kazanının bütün seslere yumuşak bir astar çeken yaygın, düzenli, çıkıntısız uğultusu. Boruların takırtı, çıtırtıları. Halojen lambanın vızıltısı.. Elektriğin peşi sıra getirdiği, mekanları dolduran tüm o sesler. Onların alışılmış kozalıkları aradan çekildiğinde dış seslerin gelişi de farklılaşıyordu. Yokuşu inip çıkan arabalar, gelen geçenin konuşma parçaları, vapur düdükleri, ezan, sirenler. Dışarıda, aralarında olmadığın, dengeleyici kendi seslerinden boşalmış bir “içeriden” duyduğun sesler. (Bir ara biraz müzik dinledim. Kesinti daha birkaç saatlikken. Kulağım henüz öteki taraftaydı, çitin alışılmış yanıyla hala dolu. İkinci akşam da geçer, gece kendi sesleriyle sivrilirken müzik uygunsuz gelmeye başladı. Coetzee’nin Utanç’ı bitti; şimdi kulağım da zihnim ve içim gibi çitin beri yanında. Elektrikle birlikte türdeşlerimle bağım kesilmiş, karanlığın, sessizliğin gayri şahsi boşluğunun derinliklerine yabani bir zevkle gömülüyorum.)

Ve zaman. Elektriksiz, emziksiz, oyuncaksız, uyuşturucusuz çıplak zaman. Ne kadar farklı geliyor. Bereketli. Varlık hissinin alabildiğine yankılandığı derin, geniş bir mağara gibi. Sarıcı. Kuşatıcı. Arkaik.

Kesildiğinde aklım elektriğin getirdiklerindeydi. Kesinti uzadıkça götürdüklerine kayıyor.

Dışarıda kazma sesleri çoktan durdu.

En az bir gece daha bu unutulmuş mağaradayım.

12 Kasım 2012 Pazartesi

ÖLÜMÜN SAKINCALARI VE YARARLARI


Umberto Eco’nun başlığı bu olan denemesini ağzım kulaklarımda okudum*. Eco dalgasını tatlı tatlı geçerek düşsel muhatabına (öğütlere gereksinen toy biri) ölme fikrinin neden can sıkıcı olduğunu açıklamakla başlıyor. Sen giderken partinin devam ettiğini, daha da edeceğini düşünmek hoş değil tabii. Görkemli gün doğumları, kutlamalar, savaşlar, aşk.. Sensiz sürecek bütün o hareket. Ve ölüme hazırlığın en kestirme uzun yolunu gösteriyor: Aslında herkesin aptal olduğuna uyanmak. Böylece gözün arkada gitmezsin. Ama öyle vaktinden evvel de uyanmamak ki hayatı yaşayabilecek kadar ciddiye alasın.


*

Ertesi sabah kitabın yanında, okusun diye verdiğim babamın notunu buldum: “Ölüme hazır olamayışın nedeni bence insanın kendi gerçek varlığının cahili olmasıdır.”

Babam sırtını bilim-teknolojiye dayamayan bir geçmişte büyümüş. İnsanların hayat bilgisini de bilgeliğini de ilk elden devşirdiği bir ortamda. Vakti gelenlerin “dibine varan mum gibi” söndüğü, emaneti debelenmeden gönüllü teslim ettiği. Ama vakitli-vakitsiz, ölümün yabacılaşıp kaçılan, öyle uzun boylu korkulan bir şey değil, sürecin iç içe yaşanılan doğal sonucu olduğunu göre göre.

*

Sakıncası şenliğin ortasında çıkmaksa ölümün yararlarını sadece bize bahşedilmiş bir ölümsüzlük hayal ederek ortaya çıkarabiliriz diye devam ediyor Eco. Sürüp giden bir yalnızlık. Sayısıyla birlikte verdiği zevk de seyrelen keşifler. Hayatın kıyısına itilmek..

Sonra biraz ciddileşerek, ömür boyu yığdığı birikimin kendisiyle birlikte yitip gidecek oluşunun uyandırdığı hüzünden dem vuruyor. Sadece kendi kafasında kurulmuş benzersiz bağlantılarla içinden geçip gitmiş onca izlenimin. Bunları artık kimseye iletemeyecek olmanın.

Kalemimi çıkarıp defterimi açtığım bu kır kahvesine gelirken önüme bir düğün arabası çıktı. Arka camına yapıştırılmış kalp biçimli kağıtta “Hasretime kavuştum” yazılıydı. Tatile pek az çıkan içimdeki editör, yüzünü bu kötü kurgu karşısında limon yalamış gibi buruşturdu, sonra da güldü. Ya biri ya öteki. Ama diğerinin yokluğundan doğan bu iki şey aynı anda var olamaz. Birine dokunduğun an öbürü artık yoktur.

“Bizden sonrasını” da hasretimize kavuşma mantığı ile tasavvur etmiyor muyuz? Ölümle birlikte yarım kalanların, ortasında çıkılan cümbüşün, artık paylaşmayacak olduklarımızın acısını çekecek bir özne olacakmış gibi.

*

Kaldı ki şu sonlu yaşama bile hakkını ne kadar verebiliyoruz ki gözümüz sonsuzlukta? Gönlümüzden ölümsüz olmasını geçirdiğimiz tatlı anları, kaçınılmazca bunlara karışıp sonsuza dek uzayıp gidecek bütün o verimsizlik, savurganlık, düş gücü yoksunluğu, can sıkıntısı, karın ağrısı, sürtüşme ve çelişkilerle birlikte düşünmek.. Ölümün yarar ve sakıncalarını bir bakışta görmek değil mi?

*

Bana gelince.. Hayat denen büyük ikramiyenin, iğne deliğinden geçirilen deve misali her nasılsa “ben” olarak hissettiğim varlığa vurması tek başına yeterli fevkalade bir armağan göründüğünden ve yapı olarak hiç arsız da sayılmayacağımdan üzerinde durduğum bir kez elime geçmiş olması. Konuk edildiğim bir evde misafirliğimi ev sahiplerinin arzusu hilafına pervasızca uzatır mıydım? Hayır tabii. Yeterince hoşnut olmadığımdan mı? İlgisi yok. Gittikçe kıvamlanan bir tutkuyla yaşayabiliyorum ama yaşam/zaman teflon, ben teflon, yapışıp kalmadan.



*Yengeç Adımlarıyla kitabında.

4 Kasım 2012 Pazar

ÇEPEÇEVRE VAN GOGH


Dışarı yayılan müziği izleyerek duvarlar, dörtgen prizma panolar ve yerden diz boyu yüksek uzun bir platform dışında karanlık, geniş mekana girdiğim an Van Gogh’la sarmalandım.

Tabloları yatay-dikey, kesintili-kesintisiz yüzeylere detay/bütün yansıtılıyor, aralara karakalem çizim ve günlüğünden notlar serpiştiriliyor, görüntüler müzikle birlikte akıyordu.

Alışılmadık konum ve boyutlarıyla resimlerin siyah fonda sesle, hareketle de bir araya gelişiyle izleyici, sanatçının boşluğu olduğu gibi kendisiyle dolduran dünyasında ufak bir ayrıntıya dönüşüyordu.

Bugünün ortalama izleyicisine, “Hiçbir şeye alan açmaz, şöyle enine boyuna zaman tanımaz, en büyükleri bile uzayınıza kısacık bir süre ve ancak iskemlenin kenarında mı buyur edersiniz” der gibi bir sergileme. “Buyurun o halde, siz onu konuk edeceğinize sanatçıya siz konuk olun! Kıpır kıpır dağınık dikkatinizde o ufalarak içinize sığmaya çalışacağına tersi olsun; onun uzayında sizin boşluğunuz, savrulan dikkatiniz ufalıp gitsin. Yaşarken esirgenmiş alan tümden onun olsun!”

Hiperaktif çocuğa dayatılan Ritalin gibi bir sergileme anlayışı; seyircinin uyuşuk yanını uyarırken aşırı hareketini yatıştırıyor.

Projektörden saçılan renkler ve ışık üstümden akar, gölgemi yansıtılanlara düşürüp tekrar karanlığa karışırken bir o banka bir ötekine oturdum, mekanı bir uçtan diğerine yürüdüm, bazen de dikilip kaldım. Bu çok sesli dünyada dolandım, durdum. Anlatı çemberi tamamlandığında iliklerime kadar Van Gogh’a bulanmıştım.

Canlanmış, renklenmiş.


https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/CepecevreVanGogh?authkey=Gv1sRgCKziwNe418SWmwE#

29 Ekim 2012 Pazartesi

GÜNLÜK

Enfes Chopin Notları ardından André Gide’in kütüphanede rastladığım günlüklerinden seçmeleri üzerinde fazla durmadan hızla ve dokunaklı ölçüde berbat çevirisinin kaçırmadığı (tersine, olmadık bir şekilde arttırdığı) bir iştahla okuyorum.

Dönemin meselelerinin, çağdaşları ile ilişkileri, düşünceleri, duyguları, gündelik hallerinin dünyanın en önemli şeyleriymiş gibi bir ciddiye alışla boca edildiği bir aşure kazanı.

Kim tarafından yazılırsa yazılsın, günlüklerin genelde olduğu gibi.

Kendimin ya da başkalarının günlüklerine dalmanın dibindeki avuntu tam da burada. Arada merakı, kurcalama arzusunu körükleyen parlak anların da eksik olmadığı çamurlu, berrak, durgun, coşkun bir akışın (zamanın) içinden hızla geçiş, yaşarken takılıp kalma ve süreklilik yanılsaması uyandıran şeylerin gelip geçiciliğini ortaya bir güzel koyuyor.

Günlük okumak, dürbünün iki ucundan da bakmak demek.

Gün ve ötesini aynı anda kavrayış.

Yaşanırken onca mühimsenen şeylerin dürbünün tersinde ufalanıp gidişi insanın önem sıralamalarını diriltici bir kalburdan geçiriyor.

Geçmişe karışırken gücünü, tantana ve heybetini yitirerek zararsızlaşan günün dekor-kostüm farkıyla çağdan çağa tekrarında insanı umutsuzluğa ya da özgürleştirici bir gülüşe sevk eden bir şeyler var.

Benim için her seferinde renkli bir uyanış.

24 Ekim 2012 Çarşamba

BANA BİR MARUL SEÇ MEHMET

Sebzecinin sandıkların başına oturtulmuş, babasına kalırsa başka da işe yaramayacak oğluna bana bir marul seç, dedim.

Daldığı alemlerden çıkarılmak hoşuna gitmemiş olabilir ama ona olmadık sorular soran bu ablayı görmek yüzünde alacalı bir beklenti ifadesi de yaratmadı değil. Çuvaldan çıkardığı okkalı marulun sararmış, çürümüş dış yapraklarını ineklere verilecekler arasına attı. Dibini bıçakla kesti. Böyle çok daha taze görünen öbeği uzattı. Güldüm.

“Sence insanlarla da öyle midir Mehmet? Kocayan katlarımızı koparıp atıversek altından genç yanımız çıkar mı? Ya da kötü taraflarımızı soysak iyiliğe varır mıyız?”

Duraksamadan dilini damağında şaklattı.

“Yok abla! İyi iyidir, kötü de her zaman kötü!”

Ah Mehmet, katıların dünyasındasın demek. Sıfatların durmadan değiştiği, birbirine aktığı, birbirleri ve duruma göre tanımlandığı değil de taşlaşıp anıtlaştığı yerde. Oysa oturup (zaten oturuyorsun) biraz içini seyretsen, insan ruhu denen çokça tesadüfi harmanın durumsallığına sen de uyanırdın. Kendini hiç kayırmasan, eloğluna yaptığın gibi (ama yargılamadan; yargıladın mı susar, duvar kesilir, anlatacağı ne çok şeyi söylemez olur) böyleyken böyle! desen.

Ya da, nedir ki mucize, düşük olasılıkların gerçekleşmesi; öyle bir tanesi oluverse de büyük romantiklerin ışığı karanlığa katan müziğiyle karşılaşsan, diyelim Beethoven ile. Ruhun kıvamdan kıvama girip çıkan akışkanlığıyla oynayan edebiyata açılsan. Filmlere baksan.. Çıksan da ya o ya o iki boyutluluğundan, eh bir bedeli elbet var ama zenginliğine değer, daha alengirli bir kavrayışa geçsen?

Misal, kurban. Kesecen mi, dedin. Hayır, dedim. Ama bir keseni düşün, düşünelim bir yol. Onca mesafeden bagajında getirdiği koyunu alnından öperek oradan çıkarıp ağaca bağlayan, sevgiyle yemini suyunu veren, sonra da eliyle kesen kadın doktorunu. Şimdi bunun hangi yaprakları ak, hangileri kara? Kurbanı tartışmak hoşuna gitmeyecek, biliyorum. Allahın emri deyip kestirdiğin gibi atacaksın. Ama rahatsızlığına az biraz katlan da orada bir dur. Düşün. Tart.

Can almak iyi midir desem, hiç duraksamadan “Olur mu abla!” dersin. Peki hayvanın canını almak? Orada biraz duralarsın. Ava da çıkıyor, uçanı kaçanı kaçırmıyor muşun ya. Hem her şey insan için. Peki, öylesine yürürken önüme çıkan bir kediyi, köpeği oracıkta öldürsem? Faytoncunun atının böğrüne saplayıversem et bıçağımı? Caniliğim mi kalır, kaçıklığım mı? İyisi olmayan Kötü olmam mı gözünde? Peki ya başka türlü kötü bildiğinin iyi-vacip-makbul tanımlandığı yerde neler oluyor? Sevgi dolu bir katilin hangi yapraklarını diğerlerinden nasıl ayıracağız da ineklere vereceğiz Mehmet?

Demek istisnasını hep birlikte kararlaştırdığımız kötü, iyiliğimize halel getirmiyor –getirmeyi bırak, helal olup ona katılıyor. Burada zurnanın zırt ettiği yer “hep birlikte” olmasın Mehmet?

Yok, Mehmet. Düşünerek yaşamak karmaşık iş. Bırak iyi yaprak-kötü yaprak ayrımını, her bir yaprağı hem iyi hem kötü hem de bunların ötesinde görmek. Yargıların avcıdan ürküp de ağaçtan havalanan kuşlar gibi dört yana uçuştuğu likit bir dünyada yaşamak. Kolay değil. Katının hayal, basılacak zeminin ihtiyari olduğu bir alemde çokça yalnız yol almak.

Gerçi yalnız başına dağ bayır yürümeyi sevdiğini söylüyorsun. Bir şeyler vur-vurma, başını alıp gitmek hoş geliyormuş. Zaten hedef bildiğine kilitlenmesi, inatçı takibi, ıssızlıklardan haz etmesiyle avcı, potansiyel bir feylesof değil midir?

İş sınırlarda dolaşmaksa elindeki tüfeği atsan da olur, ha Mehmet?

16 Ekim 2012 Salı

KALK

Doğan güneş, koyun ve çıngırak sesleri arasından sabah sakinliğini aşıp sürat motorunun kan kırmızısı gölgeliğinin çelik iskeletine vurdu. Dikkatimi de motorun adlandıramadan hissedip durduğum ikiyüzlülüğüne çekti. Sürat motoru ve gölgelik! Tavşan ve tazı. Pruvasını dolanan ağ geçirilmiş korkuluğun (korku-luk) yüksekliği, bu “kop git ama dikkatli ol!” mesajını bir kez daha vurguluyor. Motor, oturan ve koşan iki sahibe ait görünüyor.

Sadece kendi başına değil, geçtiği cümle içindeki yeriyle de. Kullanılmadığında (yani üç beş gün arayla) diğerleri gibi balıkçı barınağında bırakılmak, bilemedin orada karaya çekilmek yerine açıldığı denizden uzağa taşınıyor. Orta halli sitenin, yaşlı bir çenenin tek bir dişine rengi tutturulamadan (tutturulmak da istenmeden) geçirilmiş porselen ceket misali ve bol füme cam, çelik ile soğuk-serin tepeden tırnağa yenilenen evi önüne.

Böylece, poker masasına açılan blöflü muzaffer el gibi, füme camlı, çok silindirli şehir cipi, tekerlekli sandalye niyetine kullanılan dört tekerli motor ve evin duvarına yaslanan koltuk değnekleriyle hizalanıyor.

10 Ekim 2012 Çarşamba

HAVA DURUMU

Hava takıldı, kaç gündür aynı oyunu oynuyor. Çılgınca değişimini üzerimize serdiği oyunu.

Bulutlarla uyanıyorum. Göğün bir kısmını çıtır çıtır berrak güz mavisi bırakıp kalanına yayılan farklı yoğunlukta biçim biçim bulutla. Yeni doğmuş güneş altlarından girip üstlerinden çıkıyor, tepelerinin beyazını patlatıyor, kenarlarına fistolar çekiyor. Gölgelerini birbirleri üzerine bindirirken ışığı da kim bilir kaça bölünüyor, toplanıp çıkarılıyor. Fırtına bulutu adaylarının içinde çakıp çakıp sönen pembe (evet!) şimşekler. Yükseklerin hızlı, çok hızlı hava akımıyla bütün bu şenlik andan ana değişiyor.

Bir saate kalmadan hava kapıyor. Gri-mavi loşluk derinleşiyor. Serinlik ve uzaklı yakınlı gök gürültüleri. Bazen elenmiş un bazen mor üzüm tanesi iriliğinde damlalarla başlayan yağmur.

İnsan ruhunda olup bitse sahibine bipolar bozukluk teşhisinin çok geçmeden konacağı telaşlı bir ne yapacağı belirsizlikle değişim gün boyu sürüyor. Bir yanda güneş, kalanında yağmur, limon küfü-hint mavisi-koyu lacivert arası gidip gelen denizde koyun sırtı beyaz dalgalar çalkalayan çılgın bir rüzgar. Eş tonlu loşlukta patlayan ışık öbekleri. Fırıl fırıl palmiye yapraklarının ışıl ışıl uçları. Ressam olmaya gerek yok, soluğun kesilmesine gören göz yeterli.

Günbatımında yeniden seyrelen bulutlarda yine, bu kez başka bir makamda son, görkemli bir seyir daha. Sararan, pembeleşen, kızaran, moraran, aralara tepelerin yeşili vuran sular.

Ve alacakaranlık.

Uyku tüpümü dışarı kurduğum sıra gök, bunların hiçbiri olmamış gibi berrak. Gece ilerlerken berraklığı dalga dalga derinleşiyor. Dipsiz bir siyah-lacivertte yıldızlar, biliyorum basmakalıp ama doğru da, elmaslaşıyor. İri, yakın, parlak.

Soğuyan esintide uyku tulumuma kıvrılıp gözüm göklerde, kulağımda cırcır böcekleri, dalgalar, rüzgarın türlü hışırtısı, çakışı andıran uçuşuyla üzerimde gidip gidip gelen yarasaların karaltısıyla uykuya dalıyorum. Ciğerlerimde bir de deniz havası, rüyalarım bütün bunlara göre oluyor.

Ertesi sabah müezzinden sonra, keçi ve tavuklardan evvel, bulutlarla birlikte uyandığımda gün boyu yuvarlanacak çembere girmiş oluyorum.

Tekrarı olmayan bir aynılığa.

8 Ekim 2012 Pazartesi

DEVE İLE PİRE

Sokulduğumu hatırlamıyorum. Muhtemelen dağda bayırda kaptırmış fotograf çekerken. Elim kaşımaya gittiğinde sakince oturuyordum. Parmağıma şişe kapağı kadar bir kabartı geldi. Ortasındaki yanardağ ağzını o zaman gördüm. Kabarıklık saatten saate arttı. Akşamüzeri baldırım ayı pençesi iriliğinde şişmiş, cayır cayır yanıp kaşınmaktaydı. Önce yürümek, ardından ayakta durmak bile acı vermeye başladı.

Bacağımdaki yaygarayı hayret ve hayranlıkla seyrettim. Beni sığır sineklerinin bu hale getirdiğini biliyorum. Daha önce de başıma geldi.

İyi ama ne kadarcıktır ki bir sinek? Deliye döndürdüğü sığırlarla insanların gövdesine kıyasla nedir? Hele kendi cüssesine bile oranı mikroskopik sayılacak salgısı?

Kıyameti koparanın bu değil, kendi bedenimin tepkisi olduğunu düşünmek işi daha da ilginç hale getiriyor.

Gerillaların üzerine kolordu salan bir generalin telaşı var kaşıntımda.

Savunmanın bu kadarı abartı olabilir ama azından iyidir dercesine işi sağlama alma eğilimi.

Yangılı bir savurganlık.

1 Ekim 2012 Pazartesi

AMA..

.. Şu da var ki gönül gözüyle bakmak yapılan, edilen değil, olan bir şey. Koşulların denk gelmesi, hizalanmasıyla bir lütuf gibi, kendiliğinden. Reçetesi yok. Dar benliği bırakayım olsun demekle olacağı da. Tersi. Sımsıkı tutunduğun, o da sana asılan benliğin, ancak bundan sonra gevşeyip çözülebiliyor.

Sadece iç tarafından açılan bir kapı bu. Dışarıdan zorlamak nafile.

O vakit neden sözünü etmeli?

Başka bir oluşu, duyuşu hatırlatmak için herhalde.

Önce kendine.

ÇÖZÜCÜLERİN EN MÜESSİRİ

Yaşadığı yerde kendini yersiz, hapis hisseden karşımdakini seyrettim. Yakınması, öfkeli çırpınışı içinde bana başka rol de yoktu. İzlemek, sadeleşerek görmenin dolaysız yolu. Kıstırılmışlık duygusunu, bunun yarattığı sürtüşme ve kızgınlığı onda seyrettim. Benzeri kendi tepkilerimin de ekranıydı. İttiklerimin ben öyle yaptıkça daha da ağırlaşıp kararıp üzerime çöktüğü vakitlerin.

Sevgisiz dirençten daha etkili bir yapıştırıcı mı var diye içimden geçirdim. Bir hale takılıp kalmak istiyorsan ben de ben! diyen kuru, soğuk, patlamalı tepkini kuşanman yeterli. Görüşünü, hissedişini daraldıkça daralan o tünele sokman.

Sonra, soluksuz, kendini yüzeye dar attığın böyle batışların olmadık bir anında gelmiş keşif canlandı. Duvar var sandığın yerde açılıveren kapı.

Bırak şu ter ter tepinen, anlayışı kıt Ben’i. Avucunu açıp sıkı sıkı tuttuğun devedikenini öylece bırakır gibi. Sal gitsin, nereye gidecekse. Seni tutsak eden ne yer ne durum; sadece o. Gerisi çorap söküğü gibi kendiliğinden gelir. Uyanır, bir temiz gülersin. Gülüşünde budalalığının kim bilir kaçıncı tekrarına ne acı bir alay vardır ne yergi. Ne diye olsun? Bu garibin işleyişi öyle. Dümene geçti mi eninde sonunda tekneyi kayalara bindirir.. demenle, kendinden başlayıp her şeye yayılan bir şefkat gülüşünün yerini alır. Usul usul. Gayri şahsi. Kaynağı tantanalarıyla bildik ben olmayan bir şefkat. Görüşün de gücün de ondan akmaya koyulur. Ivır zıvırı çözer, katar önüne götürür.

Gönül gözü diye içinden geçer. Onunla baktığında her şey bir, sen de özgürsün.

İşte kapı, işte anahtar.

Karşımdakinin bana bıraktığı rolde değişen bir şey yoktu. Açılan içimin ifadesini sessizliğime bırakıp şarabıma uzandım.

17 Eylül 2012 Pazartesi

SUDA -III

Sakin bir kulaç. Sakin bir kulaç daha. İnsanlar geride kaldıkça deniz herhangi bir insan lokali (kahve, oturma odası, kapı önü, kasaba meydanı) olmaktan çıkıyor. İnsan sesleri belirginliğini kaybedip uzaklaşan bir uğultuya dönüşürken zaman hissi de silikleşiyor. Akışın tek ölçüsü, suya az bir şıpırtıyla giren kulaçlarım, açılıp rahatlayan düzenli soluğum.

Açılıp rahatlayan sadece bedenim değil. Zihnim de suda onu izliyor. Kişiliğin dar sınırları usulca eriyor. Sıkışan-sıkıştıran düşünceler, duygular dikkat alanından çıkıyor.

Şimdi sadece su ve içinde hareket eden vücudum var. İkisinin de insanla ilintisi gevşerken doğayla bağı güçleniyor.

Bir kulaç. Bir kulaç daha.

Düşünmediğim, hayvani bir yoğunlukta hissettiğim yerdeyim artık. Anın farkındalığı ve o kadar.

Yanlış basılan bir ayak gibi çarpılıp yorulan, ağrıyan küçük benliğim, insanların kıyıda kalan gürültüsü kadar uzak.

Bedenimi deniz, bilincimi bilinçaltı taşıyor.

SUDA -II

Adanın uzun insan sessizliğinden (çalıları dolanan hafif esinti, kayalıkların etrafındaki şıpırtılar sadece) dönüşte güvenli yüzüş sınırına yaklaştıkça kıyıdan gelen sesler de yükselip belirginleşti. Sınır halatı boyunca ağır ağır hareket eden iki erkekle yolum kesişti. Güneşi yeni görmüş tenleri neon ışığının çiğ beyazında, birinin başı kelleşmiş, diğeri bıyıklı. Hararetli iş konuşmalarına herhangi bir yerdeki gibi devam ediyorlardı. “Gapılar” dedi biri, “Liste fiyatı mı verdin?!” Liste fiyatları, bambu kaplama ve diğer gapılar üzerine tartışmaları sürüp giderken yanlarından geçtim.

Denizden aldıkları tat, çıkardıkları sesle bir olanların arasına daldım. Ortalığı ayağa kaldırarak rafttan atlayanlar, çığlık çığlığa çocuklar, bir boy suda yemek tarifi alıp veren kadınlar, ikili, üçlü, beşli öbekler halinde dedikoduyu koyultmuş erkekler, kadınlar, çatlak sesler, gür sesler, cırlak sesler, barınaktaki balıkçı teknelerinden yayılan karışık müzikler.

Şezlonglarında cep telefonlarına şehvetle, avaz avaz konuşanların arasından çıktım.

15 Eylül 2012 Cumartesi

SUDA

İki gündür görüyorum. Yüzünde, yayılıp bana da sunduğu bir gülümseme. Simidinin iki yana açtığı kollarında birer de kolluk, hareket kabiliyetinden geri kalanla entarisi, altında pantolonu şişe söne yol alıyor.

Bir iki saat çıkmıyor. Sıcağı, kucaklayıcılığı, sonra sertlikleri, sürtüşmeleri uzaklaştırması, çok uzaklaştırmasıyla deniz, simidini, kollukları, entarisi-pantolunu aşıp belli ki ona yine de ulaşıyor.

Geç gelmiş bir keşfin hayretle karışık mutluluğu onca kısıtın ötesinde yüzü ile bedeni arasında gidip gidip geliyor.

7 Eylül 2012 Cuma

UÇAN KİREMİT

Nesneler ve izledikleri yollar.

Aldıkları yerler.

Yüklenip boşalan anlamları..

Demin duvarıma astığım kiremit işte.

Kurtuluş Savaşında yıkılan eski bir yatırın çatısındayken dedem sağlam kalan diğerleriyle birlikte toplatıp 20’lerin ortasında yaptırdığı ahşap “konakta” kullanmış.

Bir yatır kiremidiyken altına serilen hayatlardan herhalde pek de farklı değilmiş savaş sonrası çocuk çocuk büyüyen bir ailenin köy evinde doksan yıla yakın bir zamanda ilmik ilmik dokunanlar. Dualar tabii, kederler, korkular, sevinçler. İnişler ve çıkışlar. Çoğalma ile azalma.

Kiremit yaşlanmaya, bu yeni yapı ve baba ocağında kalan tek amcamla birlikte ama farklı tempolarda devam etmiş.

Bir vakitler bakışları üzerine çeken konak, kiremitten hızlı çıkmış. Direkleri, hatılları bel vermiş, cansuyu çekilen bir beden gibi iki büklüm olurken biçimini yitirmiş. Yine de insan en hızlısı. Amcam kiremidi de evi de geride bırakıp 91 yaşında öldü.

İki yıl önceydi. Son nefeslerinde, toprağa verilişinde oradaydım. Doğal, kaçınılmaz olanın aynı doğallık, kaçınılmazlıktaki acısıyla yüreğim ağır, ondan, bu yerden bir yadigar olsun istedim.

Nefesimi koyvermek için çıktığım çatıda üst üste konmuş kiremitleri gördüm. Çatının ziftli kağıt ve çinko ile onarılan kısmından artmış.

Birini elime aldım, tarttım. Ağır, oturaklı. Yaşı (karaciğer lekeleri, ağaç halkaları, cilt kırışıkları vs yerine) alt yüzünde tuttuğu kat kat küfle izini bırakmış.

Bir evi, ocağı, yuvayı özetleyiverecek en yerinde nesne göründü. (Hem taşı-toprağı tutmuş küf de içimi gıcıklar. Söze dökülmeyen ne duyuşların müziğidir bana.) Onu seçtim.

Kırılmasın diye kat kat sardığım bohçası içinde arabamın bagajında iki yıl boyunca dolaştı kiremit. Yerine asılmanın ertelenmesiyle zamana asılmış, nereye gittiysem arkamdan geldi. Güneye, batıya, kuzeye.

Az önce de başından beri yeri bildiğim duvara asıldı.

Ocak –birkaç bin yıl önce yaşasam, tanrısı/tanrıçası niyetine diyeceğim- uğuru olarak mutfağıma.

29 Ağustos 2012 Çarşamba

GÖZÜM İLE BEBEKLERİ



Biri Nikon, diğeri Canon.

Uzaktan bakıyor biri. Mesafeyi koruyor, renklerle yüzgöz olmuyor. Doğallıkta soyluluk var der gibi.

Diğeri renk buldu mu üstüne körükle gidiyor. Ortalığı panayır meydanına çeviriyor.

Çıplak gözden biri daha geride, öbürü daha ilerde.

Hangimiz objektif?

Hangisi daha ben?



26 Ağustos 2012 Pazar

RÖNESANS'IN SIRLARI

Tophane-i Amire’de (ne mekan!) bugüne kadar uzatılmış harika bir sergiydi.

Biletimi aldığımda gişedeki adam bir de kimliğimi istedi.

“O neden?”

“Rehber ses cihazı için.”

“İstemiyorum ki.”

Cevabımı beklemeden aletlere uzanmış kolu havada kalakaldı.

Onu belki de görünümümle bağdaştıramadığı reddimin bir anlık şaşkınlığıyla bırakıp iştahla salona girdim.

Daha az cahil olmak, bilgi edinmek istemiyordum. İstediğim düzensiz, sırasız, alt alta üst üste izlenimler edinmekti.

Hangisinin nelerle bağ kuracağı kestirilemez, çakıp sönen izlenimlerin loş sergi mekanında sırf kendi kafamda görülen bir kamp ateşi tutuşturması.

Tutuşturdu da.


Fotolar için:
https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/RonesansNSRlar?authkey=Gv1sRgCLTC_oi1_t_V9wE#

25 Ağustos 2012 Cumartesi

YALNIZLIK MI ZOR?

Kenarında dirsek çürüttüğü pencereden seslenen üst kattaki hanım, tiradını apartmandan içeri girmek üzereyken yakaladığı genç komşunun başından aşağı boca etti. Umarsız can sıkıntısının kapı gıcırtısına incelttiği bir sesle gününün sorulmayan hikayesini noktasız virgülsüz sayıp döktükten sonra ağlamaklı, ekledi:

“Yalnızlık çok zor!”

Yalnızlık mı zor?

Ara vermeye değecek bir iletişim, ilişki olmadıkça dünyanın en güzel şeyi oysa.

Ötesine geçilemeyen kurallardan, elinde oyuncak olunmuş “toplumsal” (en azından kişi üstü) dilden, bozdurulup bozdurulup harcanan geçmiş teranelerin tekrarından, konserveden yaşanan hayatların yavan tadından uzak, bir başınasın.

Dikkatin, rüzgarın öyle esiyorsa dağılıp gidişlerin, dalgalanmaların tek parça. Yaşamla arana giren geciktiriciler, sulandırıcılar, bulandırıcılar yok.

Sessizsen sükuneti, coşkuluysan taşkın sevinci, derin kederi, çığlık çığlığa acıyı, huşu ve sakin keşifleri dönüp nasıl görülüyorum, algılanıyorum, anlaşılıyor muyum diye sağına soluna bakınmadan dibine kadar yaşarsın.

Kendinle birsen, uyum peşinde oranı buranı bastırıp reddedip kesip biçmeden tek parça halinde yaşıyorsan, derdin kıymeti kendinden menkul bir “tutarlık” değil de o andaki harmanın her ne ise baktığını, içine daldığını onunla hemhal algılıyorsan ne mutlu! Ötekiler insan ilişkilerinden yatıştırılmayı, yenilenen onay duygusunu, eğlenmeyi, oyalanmayı, canlandırılmayı beklerken sen bunların yokluğunda serpilir, dirilir, kendini bulur, hayatla sarhoş olur, hayatla da ayılırsın.

Özgürdür düşüncen. Olmadık sorular sorar, çerçevenin alabildiğine dışına çıkarsın. Çağrışımların çakmak çakmak, ne bileşimler oluşturur serbestçe. Aynı görünen, her çevirişte başkadır, ekstra yenilikler, daha daha yenilikler aramazsın. Hayat yalınlaşırken zenginleşir.

Yalnızlık mı zor?

Zor olan, yalnızlığına sen buyur etmeden sokulan burunlar.

20 Ağustos 2012 Pazartesi

FOTOGRAFLAR İLE TARİH

Seyrettiğim bir rüya..

Arkalarda bir yerde fotograflar canlanıyor. Görmüyor ama bunların etkili resimler olduğunu biliyorum. Siyah-beyaz. Keskin, vurucu. Bir savaştan görüntüler.. Konu, tarihin anlaşılması gibi bir şey.

Bilmiş bir ses “Fotograf, görmeyi öğretir!” diyor.

Ona olgun, belgesellerin arka sesi gibi başka biri karşılık veriyor:

“Hayır. Fotograf anlatır ve dinlemeyi öğretir.”

16 Ağustos 2012 Perşembe

BİLGİSAYMAZ

Modemin üçüncü ışığı yanmadı. İnternete bağlanamadım.

İlk his nefes alamamak gibiydi. Bunun böyle bir duygu uyandırmasına kendinden bile çok irkildim.

Onu engellenmişlik, yani kaygı ve öfke izledi. Sabırsızlık da hiç bekletmeden bunlara katıldı tabii.

Öfkenin iplerini oynatan, istek. İstediğinle arana girilmesi ya da istemediğine itilmek. Adı böylece konduğunda çırılçıplak ortada kalıyor. Mahcup, az önceki heybetinden sıyrılıp bir köşeye büzülüyor. İstek ne kadar dürtüselse –büyük bir çoğunlukla da öyle değil mi?- öfke de o kadar ham, çocukça. Gürültülü, bulaşıcı, patlayıcı, zehirleyici. Korkutucu. “Soruna” cevap (çözüm) yerine tepki verici. Düğümü kördüğüm eden. Sadece nadiren bencil olmadığında soylu ama bu bambaşka bir konu şimdi.

*

Böylece tanıdık öfkenin pençesinde koca, karanlık, yutucu sanal bilinmezin gerçek ağına düştüm.

Kesintisi nefessizlik gibi gelecek kadar hayatımın ortasında olan bir şeyde öylesine cahil olmak, ne yapacağını bilememek başlı başına çaresizlik kaynağı. Vietnam ve Irak’ta Amerika da kendini böyle hissetmiş olmalı.

İnsanın kendi kurgusunun karanlıklarına battıkça batarak debelenmesi.

Ve kuşkularımda haklıysam bu işin uzmanı filan yok. Evet, adına bilgisayarcı denen bir grup var, olmasına. Tıpkı diplomatlar, terör eksperleri, siyasi liderler, psikologların da olduğu gibi. Ama önümüzdeki karmaşıklık söz konusu olduğunda onları benden ayıran olsa olsa içinde kımıldandığımız karanlığın niceliği. Burunlarının ucunu görüyor olabilirler. Daha ilerisindeyse körleşmemiz eşitleniyor.

Oruçlu genç çocuk saatlerdir modemin başında. Bir yandan erkek aslanlar gibi esneyerek servis sağlayıcı ve diğer bilgisayarcı abileriyle bana kıvamı tutturulamayan ağdanın bulaşa sıvaşa parmaklarımın arasından akıp gittiği duygusu veren sonu gelmez, hiçbir yere varmaz konuşmalar yapıyor. Vaadinin tam tersine iki kere ikinin işler sarpa sardığında dört filan etmediği bu cengelde sına-bir daha yanıl yöntemiyle yol, hayır, almıyor.

Öfke ile sabırsızlığını yaşayıp tüketmiş olan bense derin düşünce pozisyonuna girip ayaklarımı uzatarak şiddetli duyguların doğası üzerine tefekküre dalıyorum.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

PÜRTELAŞ

“Salça!” dedi babam. Süpermarkette unuttuğumuz kalabalık bir ailenin bebeğiymiş gibi bir panikle. “Aldıklarımızı aceleyle torbaya doldururken onu bıraktın herhalde. Yok!”

Dolabı açıp olması gereken yere koyduğum konserveyi gösterdim. Rahatladı.

Biraz sonra, “Bezelye!” dedi. “Öyle bir telaşla hareket ediyorsun ki sana yetişeceğim diye ben de..”

Her ne kadar onun kızı olsam da (isterseniz bkz. 72b Geni yazısı) telaşta eline su dökemem. Üstelik yarım yüzyıl sonra benimki umulmadık biçimde ıslah olmakta.

Bakındım. Bezelyeyi ben de bulamadım. Davranışlarını sahiplenmektense bahanelerini arayan, hep de bulan babam, bıraktım bana yazsın. Hem kayıp bezelyenin sorumlusu ben de olabilirdim pekala. Babamla dünyevi işlerde oluşturduğumuz ikilinin lekeli tarihini düşünürsek..

Tepkisini anında veren insanların işi hem zor (dünya bir anda başlarına yıkılır) hem ne kolay, tatlı (demin yıkılan dünya hızlı bir geri çekimdeki gibi toplanıp yoluna döner).

Çok geçmedi, gözleri yeniden parladı. “Buldum! Erzak dolabına koymuşsun. Yeri orası değil ki, ilahi çocuk!” Bezelyeye dair tek anım süpermarket rafından alışveriş sepetine konmasıydı. Sonrası, bu fasıllarda tuhaf bir şekilde kamaşıp uyuşup geri çekilen bilinçli dikkatimde yitip gitmiş. Boyun büküp bezelyeden yediğim hükmü sineye çektim.

Belki bir isteyen olur, onlar satar diye, saate uymadığı anlaşılan koca pilleri sitenin bakkalına götürmek için bir kenara ayırıyordum ki “Beyaz peynirim!” dedi babam bu kez. “En sevdiğimden almıştım..”

24 saat sonra beyaz peynirin kaybına da alışmıştık. Telefonumu şarjdan almak için eğildiğimde, prize takarken de sonra da ara ara yerde gözüme şöyle bir takılan, herhangi bir şeye benzetemediğimden anlamaya kalkışmadan öylece bıraktığım nesne dikkatimi bu sefer çekti. Elime alıp tersini çevirdim.

“Beyaz peynirin burada baba!”

Hiç bu kadar uzun süre güldüğünü hatırlamıyorum.

Kahkahalar arasında “Hay allah!” dedi. “Ben onu görüyordum ama senin türlü türlü aletinden biri sandıydım.”

Durup durup yeni bir gülme nöbetine tutuldu.

“Herhalde bir şeyler yere saçıldı, sen de telaşla toplarken..”

Kim bilir?

Ne kadar ıslah olmakta olduğumu düşünsem de babamın 72b geninden inme kızıyım.

12 Ağustos 2012 Pazar

PİL


Babamla en sık aldığımız şeylerden biri pil. Çeşitli gereç için boy boy pil. Hepsi de yanlış.

En çoğu da şu 30 yıllık duvar saatine. Pilli ya da pilsiz, alındığından beri işini yapmayan şeye. Demirperde zaman-mekanından. Başındaki Praglı işçi (belki de eski bir büyükelçi, bakan, eşekten fena düşmüş öyle bir kimse), hayata, sisteme, Ruslara küfürle, zamanla kendi ilişkisinin zehrini akıtarak parçalarını bir araya getirmişe benzeyen bir garip saat.

Rustik görünümü mü babamdan bu sonsuz krediyi, hoşgörüyü, kör anlayışı koparıyor? Bunu annemin alıp yazlık evin duvarına asmış olması mı? Adam gibi gösterdiği değil de çağrıştırdığı zamanın anıları mı? Ama babam, yarıdan fazlasını burada geçirdiği 30 yıldır saatten vazgeçmiş, umudunu yitirmiş değil.

Güneye her inişimde gözümün saate, hasta bir kalp gibi 2-3 saniyede ya bir ya sekiz- on iki kez tıkırdayarak şaşmaz biçimde yanlış gösterdiği zamana takıldığını fark eden babam, “Pilden!” der. “Eskimiş. Yenisini almak gerek ama burada bulunmuyor.”

30 yıl içinde insanın eşine, çocuklarına, tanrısına inancı bile kim bilir kaç kez dalgalanacakken onun bu şaşar saate beslediği şaşmaz inancın tek parçalılığı beni kızdırıyor, güldürüyor, büyülüyor.

Dağı aşıp her şeyin bol çeşitli olduğu yerlere gittiğimizde ya o ya ben veya birlikte saatin yeni pilini alırız. Döndüğümüzde babamın ilk işi saati heyecanla duvardan almak olur. Yüzüstü dizlerine yatırır. Saatin bana değil de ona, kendisinden umudu hiç kesmemiş bu kişiye zamanı şöyle tıkır tıkır saymasını sağlayacak pili ambalajından çıkarır. Ve.. uymadığını görür! Omuzlarının çöktüğünü, dünyasının karardığını da ben görürüm. “Hay aksi! Bir büyüğünü alacakmışız” der. Ya da bir küçüğünü. Yanlış saate doğru pil arayışı çok dışımda olduğundan omuz silkip alınan daha doğru şeyleri yerlerine yerleştirmeye devam ederim.

Pilin tuttuğu zamanlara da rastladım.

Saatin günü gece, geceyi gün edişi kadar babamın, bir gözü dakik kol saatinde, sık sık önünde dikilerek yelkovanla akrebi olmaları gereken yere itip çekişine bakarım o vakit.

Bir elde muhallebi kasesi, peşinden koşturulan paşa çocuklarına benzer baştan bozuk bu şeyi aşkla doğru yola getirme çabasına.

Olmazı olur, yoğu var gösteren derin sevgiye.

7 Ağustos 2012 Salı

TO THOSE WHO ARE COMING TO ISTANBUL

Be aware! Istanbul awaits you.

Being at the moment away from him (Istanbul is definitely a lover to me, thus a “he”) let his image once more crystallize.

A huge, rewarding challenge euphemistically called a mega city (which I’d rather bluntly name a populational metastasis). And yet this is but a soulless fact. To get the most out of him, you have to go beneath the surface.

According to your mindset you can see him like a sepia photo (as Orhan Pamuk so savoringly does which might require certain background knowledge/life experience in town though), a decent black and white shot or a vivid color Polaroid. Or, ideally, a collage of all of them.

A 2.600 years old settlement, Istanbul comprises countless overlapping, mutually annulling, enhancing, reinforcing, contradicting layers. The impressions you’d get would be accordingly, depending on your perceptional gear, so to speak.

True, he can push your limits (oh, yes, and how he can!), tries your patience (with his maddening traffic, among others, similar to a lava eruption still hellish hot that comes to a halt). Sedate or over stimulate your senses through his chaotic dynamism. He can hurt your eyes with his newer neighborhoods (that brutal violation of all sense esthétique). As well as fascinate with his uniqueness (just think of the Bosphorus, lacelike shoreline, magnificent historical landmarks) and, win your heart with his friendly people (although one cannot be prudent enough in a 13.5 million city).

But if you shift your approach from that of a tourist to the traveler’s (that is, leaving your expectations aside and opening yourself up to here and now) your resilience could be hugely rewarded. This is also when you begin going beneath the surface. And recognizing patterns, leitmotivs and the links between those layers that constitute this place.

Oh, not as complicated at all as it sounds –I just love sounding as an elaborately sauced meal, a personal weakness. Just sitting in a traditional “kahve” as my dear friend Katie loves doing when visiting the town, and watching people pass would give you a glimpse, for example, into the colorful human landscape.

So, my friends, what I would recommend to you so that you enjoy your stay at maximum is this: relax and be observant. Forget for a while all you do know, be like a fisherman who throws out his net ready to be content with what and how much he’d catch instead of attempting to push a shopping list to the sea.

Looking forward to your visit,

Yours truly

Some useful links:

www.atdaa.com

www.mymerhaba.com

www.ibb.gov.tr/sites/ks/en-us/Pages/Home.aspx



ERTESİ GÜN

Fevkalade fotografik rüyalar gördüm. Sarı çiçek ve tohumlu bir ağacın budaklı gövdesinden dalların ayrıldığı yere zumlamış bir görüntü. Şimdi hikayesini unuttuğum rüyada nakarat gibi tekrar tekrar geldi. Aşırı canlı, ayrıntılı bir imge. Başkaları. Böyle rüyalar görmek için Çin meditasyonu yapmama gerek yok, biliyorum ama yine de bir ilintisi olabileceğini düşündüm. Sabah kalktığımda zihnim ve bedenim berrak, rahattı.

Akşam bir daha gitmeyeyim dedim. Çekimi kalmamıştı.

Günü tatil ilan edip uzun uzun yüzdüm. Zihnim boş, kıyıda uzanıp şunu ve bunu, gözüm neye takılırsa onu seyrettim. Okumadım bile. Yazdım.

Akşamüzeri çıkan rüzgarla akıntıya karşı, kalabalıktan çok uzağa, dalgaların kaba kaba kabardığı açığa yüzdüm. Dalgaların beşiğine sırtüstü uzanmış, yüzüm ışıl ışıl güneş ve dalga serpintileriyle dövülürken fok yavrusu kadar mutluydum.

İnsan böyle bir yerde yaşarken meditasyona ne diye gerek duysun ki? Hayatın kendisi meditasyonken.

Dönüşte iskeleye yine de gitmeye karar verdim. Devamına sığ bir merak belki.

Hafta sonu kalabalığı çekilmemiş. Bugün birkaç kişi daha fazla gelmişti, iskelenin yanındaki açıklıkta toplandık.

Yenilik geçmiş, manasız bir tekrar duygusu onun yerini almıştı.

Biraz daha öğrendiğim hareketleri yapan bedenimi izledim. Evet, hissedilir bir rahatlatıcılığı vardı. Tempoyu düşürüp bedene ritim ve rutini vermek, onunla birlikte beyni, zihni sakinleştirmeye yetmez mi? Sonuçta beden hareketlerinin beyinde karşılıkları olduğu ortada. Peki neden bununla yetinilmez de evrenden enerji toplamak, kirli enerjiyi atıp temizini almak vs zorlama “açıklamalar” getirilir?

“Dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan bunu yapıyor.”

Bir şeyin doğruluğunda nicelikten daha zayıf bir gösterge mi var? İnsanların bir şey etrafında çoğalan sayısı, olsa olsa kolektif saçmalama olasılığının yüksekliğine işaret.

Eh, bu da böyle bir fasıldı, dedim. Çok faydasını gördüğünü söylediği bir şeyi böyle canı gönülden ileten hanıma içtenlikle teşekkür ettim.

“Tek kuruş ödemeden öğrenebileceğiniz (bütün bilgi internette), çok yararını göreceğiniz bir yöntemle tanıştınız” dedi. “Bırakmayın.”

Beni buraya getiren, sağımı solumu karıştırdıkça hiç üşenmeden düzelten yeni arkadaşıma da teşekkür ettim.

Gürültülü ve teklifsizdi belki, ama dobra ve içten de olduğunu sezinledim.

Hoşuma gitti.



Kendi görüşünüzü oluşturmak isterseniz linki
www.falundafa.org

6 Ağustos 2012 Pazartesi

FALUN DAFA

Akşamüzeri doğu koyuna indim. Sentetik hasır şapka heyecanla karşıladı beni. Oradaki bir iki kişiyle tanıştırdı. Ne yapacağımı bilemediğimden biraz fotograf çektim. Sentetik hasır şemsiyeler buradan koyun siluetleşerek uzayıp giden kolu ve mavisi durulan denizle hoş bir kafiye tutturmuştu.

Baygın baygın çalan müziğin diskonun mu seçimi olduğunu kestiremediğim için yan çizme payı bırakarak “Güzel bir meditasyon müziği olurmuş” dedim. “Öyle zaten” dediler. “Falun Dafa müziği bu.”

Avustralyalı beyle ayaküstü sohbet ettik. Meditasyonu tanıtacak olan karısı Türk’müş. Ufak tefek, esmer, sempatik bir kadın.

Başlayalım mı, dedi. Teki erkek, beş altı kişi mum gibi dikildik.

Ellerini göbeğinin altında bir mudra oluşturacak şekilde bir araya getirdi. Taklit ettik.

“Şimdi birer birer bütün akupunktur noktalarımızı açacağız.”

Hadi bakalım, hayırlısı.

Oturduğu yerden düşünce gücüyle evrende kara delikler açtığı veya kapadığına, daha neler nelere inananlara kıyasla burada (bir tembel hayvanınkinden daha enerjik olmasa da) en azından belirli bir fiziksel aktivite vardı.

Hafif bükülü dizlerimle (insan bu pozisyonda kendini pek bir ebleh hissediyor) kollarımı zarif olması gereken uyutucu bir süratle göğsüme, başımın üzerine, iki yana götürüp getirdim, parmaklarımı açtım-kapadım. Ne dendiyse yaptım.

“Şimdi sadece durup gözlerimizi kapayarak 45 saniye boyunca müziği dinleyeceğiz.”

Çinlilerin uzaktan uzağa ayak kokulu yasemin çayı gibiydi müzik. Birinin nefaset, diğerinin zarafet iddiasında olduğunu anlamasına anlasam da duyularımın ilk elden söylediği bambaşka.

“Yüzümüzde hafif bir tebessüm olacak.”

A, onun için suratımda herhangi bir değişikliğe herhalde gerek yoktu.

Her birimizi kuşatan evrensel enerji yumurtasından (sözcük bu olmayabilir) enerji toplama ve oramıza buramıza dağıtma faslı ile bu egzersizi 9 kere tekrarlayacağımızı işittiğimde, o ana kadar bıyık altından gülüşümle at başı gitmiş açıklığım dağıldı. Yerini hızla can sıkıntısı aldı. Neyse, kısa bir sekanstı, sepetlerimizi topladığımız enerjiyle doldurduk. Bitti.

Uzatan ben oldum. Sorularımla. Falun Dafa’yla tam da şimdiki çevirimde karşılaştığımı, uygulayıcıların Çin’de gördüğü zulmün beni hem çok hem hiç şaşırtmadığını söyledim.

“Bu kadar barışçı (uyutucu dememek için) bir şeyden neden öyle korkuyorlar ki?”

“Komünist parti bu hareketi başta çok iyi karşılamış. Aralarında parti üyeleri varmış. Ama FD’cıların sayısı hızla artıp meydanlarda meditasyon yapmaya başladıklarında komünistler kendileri dışındaki organize her kitle hareketi gibi bundan da korkup baskılamaya başlamışlar.”

“Tibet’ten başlayıp Budizme de yaptıkları gibi..”

“Çok doğru. Ve zaten FD’nın kökeni de Budizm.”

“Peki sadece bedenle mi yapılıyor? Yani oturmalı, meditasyon-meditasyon faslı yok mu?”

Var tabii deyip oturduğu gibi lotus pozisyonunu aldı. (“Lotus zorunlu değil, herkes kendince oturabilir. En azından başta.”) Ama burada da yavaş el-kol hareketleri ve bunların en olmadıklarında bir süre donma vardı.

“Bunun yarım ve bir saatlik iki türü mevcut.”

“Bedeni hayli zorlayacak duruşlar.. (Evet, pozisyonlardan çok duruşlar.)

“Öyle ama bir yerlere çabasız da gelemiyorsunuz. Ben on yıldır uyguluyorum. Pek çok sağlık sorunum vardı. Hiçbiri kalmadı. Bağımlılıkları da çözüyor.”

Hareketler sırasında dikkatimi çeken yüz ifadesine bürünmüştü tekrar. Hafiflemiş, derinden hoşnut, aydınlık. Sevgiliden bahsetmenin duyguları canlandırmaya yetmesi gibi deneyimini özetlerken sanki hissini de yaşıyordu.

“FD, içinde yaşadığımız evrende tam bir tolerans geliştirme (bunun talihsiz bir kelime seçimi olabileceğini düşündüm –bana kalsa esneklik derdim), uyum halinde olma üzerine. Gerçekten de hareketleri yaparken bir süre sonra bedenin tam bir denge haline gelip silindiğini hissediyorsunuz.”

Evet. Müstehzi yanıma rağmen buna bir an yaklaştığımı hissedip ben de hoş bir şaşkınlık yaşadım.

Ertesi gün için de bu kez iskelede ve biraz daha erken buluşalım mı dediler.

Doğa ortasında hoş bir egzersiz işte.

Anlamaya, anlamlandırmaya ne hacet. Bir renk. Tabağına konanı ye hem.

Hevesle “Tabii” dedim.

5 Ağustos 2012 Pazar

TAMAM MI?

Neredeyse anadan üryan oturduğum çevirinin başından doğruldum. Aşağıda bu kez benim adımı haykıran sentetik hasır şapkaya elimi kaldırıp bağırmasına gerek olmadığını belirttim. Perdesiz camın önünde dikilip şortu ayağıma geçiriyordum ki “Ah! Uyandırdım mı?” diye seslendi. Cevabı beklemeden merdivenlere atıldı. Çocukların (ve Tarzan ile Jane’in) ağaç evlerine çevirdiğim dağınık çatı odasının halinden hafifçe bir utanç duymalı mı? Bunu baskını yapana bırakmaya karar vermeme kalmadan karşımdaydı.

Bitişik çatıların çoğu paslı güneş enerjileri, çanak antenleri kalabalığı ötesinde uzanıp giden doğu koyuna, adalara, dönüp, önümüzde tabak gibi açılan batı koyu ve neredeyse yanak yanağa olduğumuz Toroslara çepeçevre baktı. İçten bir hayranlık nidası koyuverdi.

“Geçen gün için kusura bakma demeye gelmiştim” dedi. “Çok tepem atmıştı adamlara. Sizin uygulamayı da yanlış anlamışım, yapabileceğin bir şey yokmuş.”

Sonra, musluksuz çeşmeden gürül gürül yalağa akan dağ suyu misali debili konuşmasıyla arkadaşı bir Avustralyalı çiftin akşam kıyıda yapacağı meditasyon tanıtımına gelmemi söyledi. “7’de, tamam mı?”

Dışadönüklerin önermeyen, bildiren buyurganlığı. Gayet doğalca ama. Başka bir şey bilmediklerinden. (İçedönüğün ilişkilerde pek az spontan olduğundan, ani uyaranlardan ürküp daha fazla zamana ihtiyaç duyduğundan bihaber olduklarından.)

Ağzına baktım. Verirken büzülüp alırken açılan bir ağız değildi. Hep aynı açıklıkta görünüyordu. Cömert bir yutuculuk! Sahibi de öyle.

Böylelerine kızamayacağımı fark ettim. Açık pencereden içeri boşalan öğle güneşi gibiydi, bastırıveren yağmur. İyi niyetli, dibi temiz ve kapı-duvar, sınır bilmez.

Bana düşen maruz kalmaktı.

Güldüm. “Tamam” dedim.

4 Ağustos 2012 Cumartesi

ÇAT KAPI

Babamın adını nafile haykıranın kim olduğunu görmek için dışarı çıktım.

Sentetik bir hasır şapkayla burun buruna geldim. Şapkanın iki yanından permasını denizin bozduğu boya sarısı saçlar sarkıyordu. Değirmi yüze, bulanık renkli gözlerle dünyayı soslu makarnaymış gibi içe çekmek için yaratılmış görünen ağza (gevşek, geniş) tanımam gerekiyor mu diye dikkatle baktım. Yeni kalktığım siestanın mahmurluğu terle birlikte üzerimden akıyordu. Çıkaramadım.

Uzaktan gelen otobüsün levhasını okumaya çalışır gibi gözlerini kısarak o da bana baktı. Şöyle bir hatırlayan da o oldu. Yıllar öncesinden bir tanıdıkların kızıymış. Bereket tanrıçası biçimli vücudunu sıkıca saran plaj elbisesi üzerinden en büyük boy deniz çantasını bir omzundan diğerine geçirirken maruzatını anlattı.

Arkalardaki sitelerden birinde kaldıklarını, bizim şezlonglardan yararlanmaları için bir şeyler yapmamı istediğini anladım. Beynim henüz açık değildi ama olsa bile karmakarışık-sıkıcı gelecek bu laf kalabalığının içinden alnımın akıyla çıkamazmışım. Yani talep edildiğini sonradan anladığım yalanları atarak. Bir an önce bitmesi için telefonu kaldırıp yönetime durumu olduğu gibi söyledim. İzin vermediler tabii. Peki deyip kapadım.

Üç kıtanın Amazon kültürünün tek bedendeki harmanı olan hatun, sergilediğim dirençsizlik karşısında duyduğu ağır, küçümseyici düş kırıklığını, azı dişleri tarafına attığı sakızına ben ve müdüriyet niyetine dişlerini geçirip gemleyerek “Ben olsam o müdüriyeti başlarına geçirirdim! Neyse..” dedi ve gitti.

3 Ağustos 2012 Cuma

YAZ YAZILARI -SESLER

Sessizliğe ya da diğer seslere onlardan sıyrılıp sivrilerek serpişen yaz sesleri.

Cırcır böcekleri tabii.

Kara, sivri, sinek çeşitleri.

Başka börtü böcek.

Denizden yansıyan çocuk çığlıkları. Balıkçı teknelerinden yükselen şarkı-türkü.

Alışkın ellerde sarılıveren sigara böreği gibi yuvarlanan dalgaların kıyıya vurup açılışı, az ötede yeniden-yeniden açılışı. Denizin çakıllardan geri çekilmesi. Kayalarda şaklayıp şahlanışı.

Sudaki bedenin sakin şıpırtıları.

Rüzgarın kulaklarla birlikte ıslanan ıslığı.

Tavla pullarının takırtıyla tahtaya çalınmasına uzun, gevşek aralıklarla eşlik eden sohbet parçaları. (Yazın temposu değişmeyen tek gayrı resmi konuşma türü cep telefonlarına aynı gayretle bağırılan olmalı.)

Geceleri sonar dakikliğiyle öten baykuş. (Kaynağı belirsiz, hafif puslu ama aralıkları metronom kesinliğinde bu ses, tarla faresi kadar beni de büyülüyor.)

Gündüzlerin ağaçkakan, serçe, arap ve diğer bülbülleri.

Çardakların kuru ot örtüsünde hışırtısı girdaplanan meltem. Yaprak örtüleriyle rüzgara farklı farklı enstrüman olan ağaçlar, çalılar.

Belli bir yönden ve belli bir şiddette estiğinde (ancak o zaman) yelin taze palmiye yapraklarının yere hemen hemen paralel uçlarından çıkardığı o enfes tıkırtı.

Baygın otomobil tekerlerinin taşlı topraklı yollarda, ilerlemeyle çatlayıp kalmayı aynı anda çağrıştıran küfür kıyamet, iniltisi.

Yazın kendi sesleri var elbette. Ama sıcak ve ışığıyla yaz, diğerlerini de kendine buluyor.

Sabahın er vakti cam bardakta şıngırdayan çay kaşığını insan, o bardaktaki çaya yandan vurup kehribar gibi ışıtan güneş de gözünde canlanmadan işitemiyor.

25 Temmuz 2012 Çarşamba

YAZ YAZILARI -SICAK

Öyle kelimelere dökülmeden, bedenle sorulup karşılığı alınan bir soruyla başladı:

“Hangisi sana daha iyi? Sıcak mı, soğuk mu?”

Terazi hiç askıda kalmadan sıcaktan yana yattı. Kefe havada bir an sarsılmadı bile. Pat diye sıcak tarafına çöktü.

Sıcak ve ana baba bir kardeşi ışık! Bağırtkan, puslu. Gurup ile şafakta kısa sürelerle uygun kuytuluklar (orta incelikte sık yapraklı bitkilerin ya da açık renk şemsiyelerin altı mesela, bambu perdelerin gerisi, güneş tam tepedeyken dar sokakların duvar dipleri) ve bazı rüzgarların (poyraz, karayel) etkisi bir yana, karakteristiği nüanslar değil de gücü olan, vurduğu rengi davul gibi öttüren yaz ışıkları.

Sonra hafiflik. Soğukta kabuğuna kapatılan bedenin kıyafette edep sınırlarının hemen üzerinde elementlere açılması. Ayaklı bir sensor olup ışığı, sıcaklığı duyması. Duyarlığının tere bulanan teni, teri alıp götüren esinti ya da orada bırakan durgunlukla bilenişi. Hoş ile nahoş neredeyse eşitlenirken hissedişin yükselmesi.

Çıplaklığa yaklaştıkça artan temas duygusu.

Temas duygusuyla da birlikte kabuğundan çıkıp etrafınla, seni kuşatan dünyayla bir olma hali.

Yani evet, sıcak!

Yalnızca bedeni değil, sıcak zihni de tekilliğinden, bireyliğinden alıyor. Çömlekçinin bununla ne yapacağını kararlaştırana kadar bir avuçtan ötekine atıp tuttuğu, çarka çalıp az ıslatarak tokatladığı, olabilecek bütün formlara gebe ama henüz hiçbiri olmayan bir topak kil haline getiriyor.

Sınırsız bir ham güç.

*

Bedenin, duyuların tereddütsüz karşılığı buydu. Ama tabii bir de insanın kendi tepkisini bırakıp kalabalığın, en çok işittiğinin peşinden sürüklenme eğilimi var.

Ve verdiği hükümlerin tepkilerini biçimlendirme özelliği. Bir şeye iyi demişsem tahammülüm artar. Surat buruşturduğumdansa bucak bucak kaçarım.

Kalabalığı boş verip sıcağı benim doğrudan nasıl algıladığıma baktıktan sonra yakınmaları seyretmeye koyuldum.

Doğadan klimalı oturma odalarının devamı olmasını bekleyen kopuşu.

Tanrım! Basmakalıp bir değerlendirmeyle adına “konfor” dedikleri o daracık sıcaklık aralığını bağırlarına basmalarını. Sıcaklığı ehlileştirir, kendi ılıklıklarına çevirirken kokularla zengin, ağır, kıvamlı, iğne ucu kadar sivri-nemsiz veya sıkılmamış sünger kadar ıslak doygunluğunu, çürüyemeden güneşte kurumuş ölü eli derisi cansızlığındaki klima havasıyla trampa edişlerini.

Verdiğini almaktansa kendi istediklerini istedikleri tabakta sunmayan (ne cüret!) doğaya ilgisiz bir apartman yöneticisiymiş gibi öfkelenip terslenmelerini.

Ama en çok da, hiç sorgulamadan, ellerine alıp şöyle ışığa tutarak bir evirip çevirmeden aynı teraneyi bütün bir ömür tekrar etmelerini.

Çok sıcak da çok sıcak!

Ee? Yazları sıcak olur.

19 Temmuz 2012 Perşembe

KEITH JARRETT VE HALİÇ

Üç saat öncesinden oradaydım. Bomboş otoparkta inip arabaların yerine park etmiş martılar arasından yürüdüm (ışığı olduğu gibi yansıtan beyaz beton üzerine beyaz kuşlar). Bir esinti aralığında sıcak alabildiğine çöktü. Ama hemen ardından poyraz kaldığı yerden devam etti.

Kordonla birlikte uzanan parktan, rüzgardan feleği şaşmış fıskiyelerin arasından (poyraz yanım sırılsıklam, içim kahkahalar atarak) geçip Haliç kıyısına indim.

Bir bank seçip oturdum. Ayaklarımı korkuluğa, kendimi zamana uzattım. Çantamda kırk kitaplı Kandil’im vardı. Ama yok, sözün hiçbir türlüsünü istemediğimi duyumsayıp bıraktım.

Yüzümü rüzgara verip ışığı burmasını, renkleri koyultmasını seyre daldım. Çamuru ışığa batıp lacivertleşen suya. Pul pul dalgalanışına.

Seyrek trafiğin sesleri, biraz uzaktaki çocuk parkından arada sırada gelen oyun çığlıkları. Rüzgara, akıntıya karşı pata patası yükselen tek tük takalar.

Su yeniden. Bulutlar. Gölgeler uzadıkça şerbetlenen renkler. Altın Boynuz’un altın saati.

Boş bir dünyanın tek gezgini olmanın o dipsiz tadı.

*

Dolmaya başlamış otoparktan geçip konser salonuna girdim. İklimlendirilmiş havayla birlikte kalabalığın uğultusu çarptı. İnsanların, konuşmalarının, gülüşlerin arasında dolandım.

Yerime erken çekildim.

*

Sahneye çıktılar. Alanıma buyur ettim.

Keith Jarrett’ın arkası dinleyiciye dönük oturmasına hiç alınmadım. Ben de öyle yapmadım mı? Anladım. “Bir merhaba bile” dememesini de. Merhaba’nın hasını müzikleriyle demek üzere başladılar.

Gözümün önüne Haliç’in rengarenk evleri gelirken bu ilk doğaçlamanın Jarrett imbiğinden geçme Haliç, İstanbul olduğunu fark edip çalkalandım. Cazın sağında, alaturkanın solunda. Kıvrak ama puslu. Zengin, kıvamlı. Sevinçten evvel ağırbaşlı. Gary Peacock’un bası aksak ritmi vurgular, Jack Dejohnette’in davulu kabaran bir dalga gibi melodiyi örterken evet evet, dedim, hem de ne biçim anlaşılmış, kavranmış İstanbul bu!

Benim için çıkınımda getirdiğimle birleşen büyü burada kaldı. Sonrası elbette virtuoso bir caz şöleniydi. Ama hep birlikte yeniden insanlar alemindeydik.

*

Eş dosttan da konsere giden vardı. Ama bir başıma olmak istedim. Sosyal sosa bulanmış yaşamamak. Çevresini önce zamandan, sonra da zihinden, düşüncelerden yana boşaltıp alanı müziğe açmak.

Telefonum kapalıydı. Başkaca iletişim hatlarım da.

Karşılaştıklarım bir kez daha tuhaf! bulmuş olmalı.

Ama bunda yeni ne var ki?

https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/HalicVeKeithJarrett#

16 Temmuz 2012 Pazartesi

NEDEN?

Bir zinciri kırmak mı istiyorsun?

Sürüklendiğin bir akışı kesmek?

Neden diye sor.

Laf olsun diye değil. Kapı arkasında hazır bekleyen bayat cevaplara razı da değil.

Dolu dolu, taze, yanıta kulak kesilen bir “Neden?”

Etrafında algıya açık bir boşluk yaratan bir “Neden?”

Ortasına bin parçaya ayrılan ağır bir kristal gibi düştüğü gürültüyü bir anda sessizleştiren, sinek uçsa duyulacak hale getiren bir “Neden?”

Rutin edip refleks halinde değil.

Olanca farkındalığınla canlanmış, dokunduğunu derin uykusundan uyandıran bir “Neden?”

Sapın samandan, tekrar sıklığını geçerlikle karıştırdığın gerekçelerin sahicilikten ayrıldığını göreceksin.

Kapıldığın çamurlu sel sularının Kızıldeniz gibi ikiye ayrılıverdiğini.

Neden mi?

Kulak ver, işiteceksin.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

KENDİ ŞEHRİNDE TURİST


Şöyle aval aval turist olmayı kendi şehrimde seviyorum.

Gündeliği bıraktığım gibi, şehre konmasıyla kalkması bir olacak kafilelere karışmayı.

Kesişen diller arasında rastgele dolanmayı.

Ağzım onlarla birlikte açık, nereye bakacağını bilemeden renklerden, algılardan, yabancılıktan sarhoş gezintiden ben de nasiplenmeyi.

Basmakalıbın kalıptan çıkıp yenilenmesini.

https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/KendiSehrindeTurist#

8 Temmuz 2012 Pazar

DOLDURMA BEYİT

“Çok gülüyorum. Higgs bozonu bulundu ya, haberlerde ‘evren hakkındaki bilgimiz büyük bir hamle yaptı’ türünden şeyler söyleniyor, valla benim bilgimde pek bir değişiklik olmadı! Seinfeld'in spor taraftarları hakkında dediği gibi: ‘Kazandık! diye bağırıyorlar. Yok canım. Onlar kazandı, siz seyrettiniz!’ İnsanlık şöyle akıllı, böyle becerikli filan diye böbürleniyoruz ama 8 milyarın belki milyonda birinin aklından istifade ediyoruz. ”

“Bozon.. Çok haklısın. İnsanat, futbol taraftarı mantığıyla (mantıksızlığıyla) kendine pay çıkarıyor. Öte yandan, bu milyonda/milyarda bir gerçeği doğanın bir denemeyi tutturabilmesi için bol kepçeden müsvedde çıkarma mekanizmasıyla da uyumlu. Biz tek bir spermin eş marifeti ürünleriyiz ama onun bu işi de akıp giden milyonlarcası ile mümkün olmuş. Ya da haplar. Mikroskobik bir iki zerresi yeterli ama bu şekilde hedefe ulaşamayacağından etrafına kendinin kaç katı yastık malzeme dolduruyorlar. Divan şiirinde de var bu: Doldurma beyit. Şiirin özü (aktif maddesi) bir iki dize. Haiku kültürü yabancımız olduğundan lafı uzatabilmek için kalanına gelsin doldurma beyitler.

Yani geri kalan bizler, mantarın yetiştiği kuytu-nemli ortam gibi bir destek hizmeti veriyoruz. Ya da elbise askısı gibi. Öyle bir şeyler. Ama tabii bu, nemli kuytuluğun tutup da ben mantarım! diye böbürlenmesindeki saçmalığı pek ortadan kaldırmıyor.”

28 Haziran 2012 Perşembe

KOBRA'NIN BİN GÜNÜ

https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/KobraNN1000Gunu?authkey=Gv1sRgCPDd0qD-nLDOZA#

KOBRA’NIN BİN, SEDA’NIN BİR GÜNÜ

Çünkü öyle işte, yaz gediklerden içime doluyor, içi dışı bir edip ışığı, sıcağı, hafifliğiyle beni kavak tohumu gibi uçuculaştırıyor.

Yeşili gürül gürül bahçeden tırmanıp Kobra sergisine, müzeye girdiğimde cebimde sabahın daha o saatinden yığınla fotograf vardı. Mavi gökte parçalı beyaz bulutlar. Rengarenk ortancalar. Kauçuk ağacının altında uyuyan kadın heykelinin gölgeli mermeri. Selamlamadan hiç geçmediğim fıstık çamlarının modern dansçı dalları.. Gözüm nede kaldıysa.

İşte size tam yazlık bir sergi, dedi yüzü artık birlikte zaman geçirmekten hoşlanılan bir arkadaşınki gibi gelen Nazan Ölçer. Şapkasından bu sefer çıkaracağını keyifle bekleyerek not defterimi açtım.

“Şimdiye dek pek çok başarılı iş yaptık ama bu defaki kadar eğlendiğimiz hiç olmadı. İş elbette ağırdı –her sergi hazırlığı yoğun bir çalışmadır. Ama öyle güle oynaya çalıştık ki bize çok hafif geldi.”

E, bunlar Kobra grubu. Savaş sonrası kurulu (kırıklı demek gerek aslında ya) düzene de kurumsallaşmış sanata da kazan kaldırdıkları gibi ipini koparıp her şeyin başlangıcına, dizginlenmemiş ham coşkuya geri dönenler. Sanat hazdır, özgürlüktür, şöyle dolu dolu dışa vurmaktır demişler. Ateşlerini fanteziler, rüyalar, kabile sanatı, bolca da cazla körükleyip sarılmışlar tuvale, kağıda, kumaş, seramik, metale, o resim senin, bu duvar bezemesi benim, üç yıl (yaklaşık bin gün eder, serginin adı buradan) boyunca şenliklerini dört bir yanda estirmişler.

İkinci Dünya Savaşının hemen ardından, iflasın sembolü ne varsa kökten budayıp insanın en canlı olduğu döneme dönerek günlerini gün etmişler.

Ömürleri kısa, etkileri uzun süreli olmuş. Pek çok akıma kıvılcımı sıçramış.

“Rembrandt ve Çağdaşları sergisi kaldırılırken Kobra sergisinin sandıkları içeri giriyordu. 15 günde düzenlemeyi tamamladık.”

Rembrandt sergisinin (o fokur fokur kaynatılan erik pestili yoğunluğunda loşluğun, mesafenin, serinliğin) ardından cazı, renkleri, muzip kıvraklığıyla Kobra içeri daldığı gibi ışığı da boca etmiş. (SSM’de mekan ne kadar organik. Sergilenenleri barındırmakla kalmıyor, her seferinde onlarla birlikte değişerek parçaları haline geliyor.)

Kendi hikayemin başka bir perde, başka bir enstrümandan çalınışı gibiydi.

Kıştan yaza, damarları tıkamaya başlamış yoğunluktan hafifliğe, loşluklardan ışığa.

Kasmaktan akışa.

Kauçuğun altındaki mermer kadının yanından inerken omzumun üstünden geriye bir bakış atıp topuklarımı birbirine çarptım:

“Sen hala uyuyor musun??”

22 Haziran 2012 Cuma

YAZ YAZILARI -DUVARLAR

Burhan Doğançay retrospektifinde duvarlara bayıldım!

Kendisi bir sınır iken, akıldan, kalpten ne geçmişse üzerlerine boca edilmesiyle kat kat sınır aşımlarına dönüşmüş duvar/lar.

Çakışan, birbirinin yerini alan, tesadüfi uyumlarla birleşir gibi olurken bu defa da zamanın sillesini yiyerek bir kez daha çözünüme, kaosa yuvarlanan renk, cümle, biçim parçaları.

Kalabalık bir yolda yürürken, onca insanın içinden geçenlerin olduğu gibi seslendirildiğini hayal ederim bazen. Süzülmeden etmeden. Seslendirmek yerine görselleştirilecek olsa sonuç, Doğançay’ın ta özünden yakaladığı bu dünya duvarları olurdu.

Haykırışlar, isyanlar, eleman arama ilanları, özlü sözler, sokak bilgeliği. Öncekileri bastırıp üzerlerine çıkan en yeni katmanlar. Alttan kabararak hala tuttuğu içindekileri bunların üzerine kusan daha, en eskiler.

Birbirine açılan, kapanan, bir tesadüf yan yana giden anlarıyla zaman.

Sürekli bir “söz kesmeye” rağmen kesintisiz bir akış hissi.

Estetiği kendinden bir dizginlenmemişlik. Yaban ve sıkı bir güç!

*

Paylaşılan heyecanın keyfiyle dışarı, alabildiğine güneşe çıkıp Karaköy’ün arka sokaklarına daldım.

Duvar mı dediydin? Buyur, buradan yak!

Soyulmuş, dökülmüş, kırık döküğü alacalanarak tesadüfi sanatın kendisi olmuşunu mu istersin, eskiyle yeninin arasının iyice açıldığı, ortalarına doğanın konduğu tarihisini mi?

*

Yaz sıcağını en çok sınırları erittiği, belirsizleştirip anlamsızlaştırdığı için seviyorum. Zihin, duygular, kaplarından taşıp başkalarına karışıyor, babasının beşiğini tıngır mıngır sallar oluyor zaman.

Set iken kapıya, yola dönüşmüş, kent aynası, insan aynası o duvarlar gibi.

15 Haziran 2012 Cuma

DOST SOFRASINDAN

Bir gerçeğe bel bağladım erenler

Aldı benliğimi bitirdi beni

Damla idim bir ırmağa karıştım

Denizden denize götürdü beni


Nice kabdan kaba boşaldım doldum

Karıştım denize deniz ben oldum

Damlanın içinde evreni buldum

Yine benden bana getirdi beni


Daimi’yem ermişlerin ereği

Cümle varlık tabiatın gereği

Ölmez bir ananın oldum bebeği

Aldı dizlerine oturdu beni


Bir Gerçeğe Bel Bağladım / Aşık Daimi

4 Haziran 2012 Pazartesi

MÜZİKLİ DÖNGÜ

Müzikle yaşayan aile dostunun evinden çıkarken sezinliyordum.

İzlenime odaklandığımda farkına vardım.

Yer açılan müziğin mekana yaptığı elle tutulur halde geldi.

Oysa müzik dinlememiştik bile. Ama her yerdeydi. Sohbetin orta yerinde, çay masasının üzerine açılan notalarda, raflarındaki CD, plaklarda. Bütün bir köşeyi tutan yarım kuyruklu piyanoda.

Müzik, ona yerini açan insanın hayatına sinmişliğiyle evin kirişler, kolonlar kadar güçlü bir taşıyıcısı olmuş gibi.

Fon olarak değil, boşluk doldursun diye de değil. Tersine, alan ona açılarak yaşandığında müzik hayatına kavuşuyor. Serpilip açılıyor. Özündeki boyutlara ulaşıyor. Dört duvarı ötelere iterek sınırları likit hale getiriyor.

Böyle bir evin algısı ne kadar farklı.

Boşluk ile varlık. Ses ile sessizlik. Birbirine dönüşen soyut ile somut.

Yeniden biçimlendirdiği mekanın çanağında, hayat verilen müziğin üflediği hayat.

2 Haziran 2012 Cumartesi

BOĞAZ TOKLUĞU

Yok, ne kadar sevdiğimi anlamak için uzaklaşmam gerekmiyor. Ayrı kalmak yine de sevgimi belirginleştirici. Gözümün onu dolduran, arındıran, anlamlardan anlam aktaran bu şeyi nasıl aradığını o zaman fark ediyorum. Boğaz’ı.

Haftalar sonra kendimi kıyısına attığımda koyverdiğim soluğum, ona dair ne varsa dolarak tekrar içime dönüyor.

Vıcık vıcık uğraşlarının hummalı karmaşasında etten, misina, iğne, kurşun ve balıktan oluşturdukları kıpır kıpır duvarlarıyla balıkçıların arasından atlayıp sıçramayı, gerileyip duralamayı, oltaların fırlatılmaya hazır gergin yayları altından –askeri bir düğünün çatılı kılıçları gibi- bir koşu geçmeyi, sakin, içe dönük yürüyüşümün bu kaotik kesintilerini bile özlemişim.

Bazen güneşte kurutulan pazen çarşaf kadar yalın, temiz, düz olan su kokusunu.

Çığlık-kahkahalarıyla martıları. Havanın, rüzgarın tadını çıkara çıkara ya da balık peşinde, meşgul uçuşlarını. Kanatlarını açıp yele tutuşları ekran dolusu deodoran reklamlarını hatırlatan karabatakları. Sekmeyen çizgileriyle yüzeyi yalayarak ilerleyen su kuşlarını.

Rahibin kelini çevreleyen saçlar misali Boğaz’ı kuşatarak yükselen fırtına bulutlarının imalatını.

Rüzgarlardan lodos işbaşındayken kıyıya yığılan, milyon dolarlık yatlarla balıkçı kayıklarını demokratikçe saran mezbeleliğin (nereden gelip nereye gittiğini unutur da sırf kendine odaklanırsam) alacalı karmaşasını bile.

Ve şuncacık Boğaz’ı, açlığına yenilip baş edebileceğinden iri bir kemikle cebelleşen köpeğinki gibi ha tıkadı ha tıkayacak görünen dev tankerleri, aralarına serpişen balıkçı motorlarını.

Oparlörlerinden yükselen Japonca, Rusça, Arapça açıklamaları esintinin oraya buraya dalgalandırdığı turist teknelerini.

Her şeyiyle Boğaz’ı.

Beni akıntısına katıp götürense renkleri.

Rüzgarın beziryağı, ışığın fırça olduğu, koyulaştırıp açtığı, tondan tona geçirdiği bütün o palet. Laplacivertten boncuk mavisine, cam yeşiline, cıva grisi, kızıl, pembe, mora, sapsarıya, külrenginden katran karasına o dönüşler!

Tuvalinin yüksek perdeden akan su oluşuyla öngörülemezliği katmerlenen değişim.

Bütün bir hareketin en derininden içimi çeken, uyaran, dilin bittiği yerden anlatacağını anlatıp ayarımı başka kanala geçiren de o.

24 Mayıs 2012 Perşembe

TADİLAT

Sürdürülen her şey kendi momentumunu kazanıyor. İş, taşı yamacın eşiğine getirip tekmeyi basmada. Gerisi kendiliğinden ve çoğalarak geliyor.

Sıkıntı ise oraya kadar uzanan düzlükte. Oyalanmalar, erteleme, yan çizme hep burada. Ağırlık taşın kendisinden ziyade uzayıp giden gölgesinde, fikrinde.

Ama beyne bir kez giren düşünce, gereği yerine getirilip dosyası kapatılana kadar tahta kurdu gibi işliyor. Dipten dibe meşgul ediyor, enerji çekiyor, durduğu yeri oyuyor.

Fikir ile eylem arasındaki zaman ertelemelerle, kaçınmayla uzatıldıkça bu enerji kaçağı artıyor. Fikir gözde büyüdükçe büyüyor, gölgesi uzuyor, koyulaşıyor.

İvedi olmayan gerekler, bu tür zihinsel küflenmenin en uygun ortamı.

Ev tadilatı gibi.

Evinin elden geçirilmesini kendisi girişecekken atılmak zorunda kalıp babamın sırtından aldım. Yıllardır ertelenen şeylerle bıçak kemiğe dayanmış, taş yamacın kıyısına gelmişti. Tekmeyi bastım.

Ertelemenin boşa çektiği dünya kadar enerjinin devede kulak bir miktarıyla iş yürüdü. Yürüdükçe keyiflendim. Keyiflendikçe de şevke gelip daha-dahasına bakındım.

Erteleme mevcut gücü tüketirken eylem kendi gücünü üretiyor.

İş bitiverdi.

*

Sürdürülen her şey kendi momentumunu kazanmakla kalmıyor, yanı yöresine sıçrayıp oraları da harekete geçiriyor. (Ya da söz konusu eylemsizlikse, “tutuyor.” Her durumda momentum bulaşıcı.)

Çürümüş, altı küflenmiş muşambalar sökülür, doğramaların gedikleri kapatılır, oluklar elden geçirilip gün yüzü görmemiş kıyı bucağa tazecik boya sürülürken ruhumun tadilatını da önüme çektim. Örümcek ağları isli köşelerini, kırıkları un ufak dökülmekte olan fayanslarını, tıkalı giderler, atılmayı unutmuş boş kavanozlar, kutuları, darmadağın dolap içleri, iğreti raf, kancalarını.

Birinin ötekinden pek bir farkı yoktu. Doğal yasalar her ikisi için de geçerli.

Hatırladım.