31 Ağustos 2022 Çarşamba

TOK KARNINA

Neden yemeden-içmeden bir araya gelemiyoruz?

Çaylar kahveler, çörekler börekler, yemekler, içki ve mezeler.

Elimiz ağzımızla bir şeylerle oyalanmak bizi çıplaklıktan mı koruyor?

Karşılıklı sunacağımız, alacağımız demlenmiş ya da taze veya keşfine birlikte çıkacağımız pek bir şeyimiz mi yok?

Varlıklarımız çok mu yoğun da biraz sulandırmak gerekiyor?

Yoksa çok mu yavan da tatlandırmak, çekilir kılmak damaktan, gırtlaktan geçiyor?

27 Ağustos 2022 Cumartesi

PERVİTİN

İlginç bir kitap okudum: Nazi Almanya’sında uyuşturucu-uyarıcı kullanımı, Blitzed: Drugs in Nazi Germany, Norman Ohler.

Hikaye, 1. Dünya Savaşı sonrası ile Hitler’in iktidara gelişi arasındaki kısa ömürlü Weimar Cumhuriyetiyle başlıyor. Savaşın yıkımı, yokluk, kargaşa, alıp yürüyen suç, asayişsizlik, yozlaşma ve uyuşturucu kullanımı. Sadece kullanımı değil, o şartlarda her nasılsa gayet sistematik bir şekilde yürütülen ve yeni keşifler getiren ilaç sanayiyle üretimi de. O vakitler yasal olan kokain ve eroin üretimi ve Hamburg limanından dört bucağa ihracatıyla Almanya dünyanın uyuşturucu tedarikçisi haline geliyor.

Çözülüş ve yozlaşma Hitler’in yükselişine ve onun (bu kötülüğün de anası olarak gördüğü) Yahudilerle birlikte uyuşturuculara savaş açmasına kadar sürüyor. Ölüm cezasına varan ağır cezalarla önü alınmış görünüyor. İdeolojinin gösterdiği hedef Alman ırkını her türlü sapkınlık ve pislikten arındırmak.

Kitleler Führer’in kamçılı havucuyla şahlanmış, işsizlik sıfıra inerken ülke yeniden inşa atağında. Heyecanla birlikte tempo ve stres de yükselmiş. İnsanların ayak uydurmada ve kendilerinden verim alınmasında bir destek ihtiyacı ortaya çıkıyor.

Bu ihtiyaç da Pervitin adıyla bir metamfetamin keşfiyle karşılanıyor. Bugünkü adıyla kristal met olarak bilinen günümüzde yasadışı uyarıcı. Son derece güçlü, bağımlılık yapıcı bir madde. Uykusuzluk, açlık, korku, temkin gibi “engelleri” ortadan kaldırıp ağrı, depresyon gibi bedensel şikayetleri de bastırarak insanı günler boyu müthiş bir performans makinesine dönüştürüyor.

Yoğun bir halkla ilişkiler ve reklam kampanyasıyla (tramvaylarda Pervitin tüpü resimleri var) halka diş ağrısından doğum sonrası sıkıntılarına her derde deva bir mucize ilaç olarak tanıtılıyor. Ve kısa zamanda büyük bir talep yaratılıyor. Ev kadınlarından zor sınavlara hazırlanan tıp öğrencilerine, her yaş ve koşuldan insan kapış kapış alıyor.

Bu arada dünya Almanya'yla savaş ile barış arasında bıçak sırtında. Alman ordusu dışa gösterdikleri kuvvette değil. Fakat Hitler yaşam alanını genişletip ülkenin yoksun olduğu hammaddeleri buralardan karşılama hedefinde sabırsız. Güç dengesini lehlerine çevirecek tek bir yol var: Çok hızlı davranarak düşmanı gafil avlamak. (Daha sonraları Blitzkrieg olarak adlandırılacak yıldırım harekatı.) Bu da ancak askerlerden alınan verimi birkaç katına çıkarmakla mümkün. Ceplerine (yan etkileri, dozu ile bir kullanım talimatı olmadan) hap doldurulmuş askerler cepheye sürülüyor ve ordu günler boyu durup dinlenmeden, taşkın bir enerjiyle dolu, Polonya’ya girip işgali tamamlıyor. Bu ilk hamleyi ikincisi, aşılmaz denilen Maginot Hattının etrafından dolanarak müttefiklerin yüreğine saplanan hançer izliyor. Önlerinde akıllarının almadığı kadar çevik, öngörülmez, dizginlenemez bir Alman ordusu var; damarlarında çağıldayan kristal met ile manyak bir güce bürünmüş bir ordu. (Bir iki molekülün dünya tarihinde oynadığı rolü düşündüğünde insan bir tuhaf oluyor.)

Gerisi Wehrmacht’ın aklı başında generallerine kalsa (gerçi bir söz hakları olsa buna da karşı çıkarlarmış) seyri bambaşka bir yön alacak savaşta çılgınca tutkusu, uzlaşmazlığı ve cahil cesaretiyle psikopat Hitler’in ben istersem olur! müdahaleleri yüzünden dengeler çok geçmeden Almanların aleyhine dönmeye başlıyor.

*

Bu sırada saf olmayan hiçbir şeyi bedenine almamakla öğünen ve halkına örnek olan vejetaryen Führer ayağına dolanan bozuk sağlığıyla boğuşuyor. Sindirim sistemi berbat bir halde. Kader ayağına (ve bugüne kadar dolaylı bir şekilde cümlemizin başına) özel doktoru olacak Theodor Morell’i getiriyor. Şaibeli “vitamin takviyeleriyle” hastalarını müptelası yapan, çevresinde tanınmış Berlinli bir hekimi. Morell damardan verdiği ilaçlarla Hitler’i zayıf düşüren ağrılardan kurtarmakla kalmıyor, içini de daha bir enerjiyle dolduruyor. Kendini kısa sürede vazgeçilmez kılan Morell, hekimden önce hırslı bir girişimci ve işadamı. Kendine özgü sakatat (domuz ciğeri, boğa testisleri, böbrekler vd) preparatlarıyla hormon takviyeleri, vitamin, glikoz vs önleyici ve tedavi edici karışımlar hazırlıyor, ordu üst kademesine pazarlıyor. (Savaşın sonlarında Ukrayna’da devasa bir mezbahadan SS torpiliyle bütün sakatatı topluyor, cepheye çalışan trenlere el koyarak Yahudilerden gasp edilmiş fabrika-laboratuvarına taşıtıyor.)

Savaş kötüye gittikçe Führer’in damarlarına kokain ve opioidin (Eukodal) de artan dozlarda eklendiği bu sakatatlı vitaminli deneysel “ilaçları” durmaksızın şırınga ediyor.

Vejetaryenliği ile övünen diktatörün damarlarında onu savaşın sonunda Berlin gibi bir enkaza çevirecek bu mezbaha lağımı dolaşıyor.

*

Devran dönüp de Alman ordusu Rusya’da büyük bir hezimete uğradığında ölmüş at, Pervitin ile acımasızca kamçılanmaya devam ediyor.

Hitler’in nihai zafer saplantısının önünüyse almak ne mümkün.

Son bir çaba ile alelusul bir “mucize silah” bulunuyor: Torpilin üzerinde daracık bir kokpitten oluşma mini denizaltılar. Düşman donanmasını batırıp sonrasına bakacaklar. Asker kalmamış, Hitler Gençliğinden 12-18 yaş arası “gönüllüler” devşiriliyor. Bunları kamçılayacak bir de mucize ilaca gerek var ama artık zaman yok. Pervitin ve kokainin rastgele bileşimleri sakızlar haline getirilerek önce Sachsenhausen toplama kampının “pabuçla yürüyüş” biriminde (Salamander, Beta gibi ayakkabı şirketlerinin taban dayanıklılık testleri burada yapılıyor) esirler üzerinde deneniyor. Bitkin, hasta mahkumların bu sakızlarla dört gün boyunca molalarda bile uyumadan günde 90 km yürüdükleri görülünce askeri eğitimi olmayan çocuklar bunlarla tabut-denizaltılarına bindirilip düşmana karşı sürülüyor.

*

Daha birçok ilginç olayla devam eden kitap Ohler’in yorumuyla sona eriyor: “Uyuşturucu, hayalperestlik ve hayatından bezmişlik diyarı Almanya keşlerin keşini aranıyordu, en karanlık anında da onu Hitler’de buldu.”

22 Ağustos 2022 Pazartesi

SİLİFKE’DE KORECE

Hemşireler gencecikti ama işlerini ciddiye alıyor, canla başla çalışıyorlardı. Biri serum askısına antibiyotiği takarken tabletime bakıp “İngilizce okuyorsunuz” dedi. Türbanıyla maskesi arasında ilginç bir gri-mavi karışımı gözleri zekice ışıyarak ekledi:

“İngilizce’den pek hoşlanmıyorum, ben Korece öğrenmeye çalışıyorum.”

Beklenmedik bir şeydi.

“Neden?”

“Dizilerini altyazısız izleyebilmek için. Her şeyi çeviremiyorlar. Birçok şey araya gidiyor.”

Kore pop’unu sevenin çok olduğunu biliyorum da dizileri? Onlar da öyleymiş. Nerede bulduğunu sordum, omuzlarını silkerek her yerde dedi. Dili öğrenmek için de kitaplarını almış. Kitapları mı, e onlar da her yerde bulunuyormuş. Silifke’de Korece öğrenmek dünyanın en sıradan şeyiymiş gibi bir tavrı vardı.

Yüzleri ayırt edebiliyor muydu? Başta zorlanıyormuş biraz ama şimdi sırf Korelileri değil, diğer Asyalıları da birbirinden ayırt edebiliyormuş.

Odadan çıkarken bana Çince, Japonca ve Korece iyi günler diledi.

21 Ağustos 2022 Pazar

YAŞ ALMAK

İrkildiğim yeni deyimlerden biri. Sanki kilo; alınabilir de verilebilir de. Onu bu kadar makbul bir öfemizm haline getiren ima ettiği geri çevrilebilirlik olmalı. Sıradan bir alışveriş, seninle sıkı bağı olmayan bir şey. Patates ya da belki buzdolabı almanın muadili.

20 Ağustos 2022 Cumartesi

İKİNCİ GÜN

Yok. Bedeni mücadelesiyle kendi haline bırakmak iyi bir fikir değilmiş -üstelik yaşlanan ve zaten pek o kadar gürbüz olmayan bir bedeni. Yeni bir atak ve hastaneye gittim. Yatırın beni dedim. Tahliller, tetkikler, numuneler, neymiş şu mücadele, siz bulun. Serum takılan kolumla kündeye gelmiş güreşçi gibi serildim. Bu kez mücadeleye değil, onu benim yerime yapacaklara teslimiyetle, rahatlamış.

Arada bir bebek ağlaması yükselen koridor sakindi. Arşınlayan hasta yakınlarının cep telefonu konuşmaları başka odalarda yaşananlardan parçalar taşıyordu.

“Kaburgalarında üç kırık. Omzu parçalanmış. Ameliyata alacaklar. Kımıldayamıyor. Nefes bile alamıyor.”

“Doktor bu ağrılar olacak dedi. Kafatası çatlamış. Ameliyatlık değilmiş.”

Koridorun en ucundaydım. En hafif vaka. Serum torbasıyla dans etmeyi çabuk öğrendim, dar alanda hareketliliğim fazla kısıtlanmıyordu, ağrım, sancım yoktu. Yatak işgal etmekten neredeyse suçluluk duyacak kadar görünürde hasarsızdım. Şükrederek yattım. Uyuyamasam da iyiydi böyle.

Ertesi güne gayet iyi uyandım. Mektuplarımı yazdım, kitaplarıma gömüldüm. Aydınlık ve enerjiliydim. Doktor bir gece daha tutup bakacaklarını söyledi. Ne yapalım. Haftalardır benim zamanı değil (babamın dediği gibi) zamanın beni geçirmesine alışmışım. Sabah olur, öğle olur, ikindi, yeniden akşam ve nehri içinde yüzen tomruklara basarak geçer gibi bir kıyıdan diğerine, saatten saate gider dururum. Joseph Kanon’un Berlin casusiyesini bitirdim. Eco’dan bir deneme, başka şeyler. Geceyi ettim.

Bu kez uyudum ama ruh halim tam tersine döndü. Gücüm çekilmiş, yerini zayıflığa bile değil, hiçliğe bırakmış. Bunun içinde denizcilerin “köre düşmek” dediği, okyanusun ortasında rüzgarsız kalmış gibi. Dış koşullardan bağımsız, oransız bir dehşet hissi. Çakılıp kalma korkusu. Yatağa, hastalığa, kırılganlığa, bağımlılığa. Farlar karşısında değil, karanlıkla felç olan bir tavşan oldum.

İkinci güne böyle uyandım. Dağılmış ve yaşam iradesiz. Gün uzamadan öğleye doğru taburcu oldum. Yatmaktan sarsaklaşmış ama asıl ruh sersemi. Eve zombi gibi döndüm. Hafif bir meltem beni çok geçmeden köre düşmekten çıkardı. Yelkenim yavaş yavaş dolmaya başladı. İçe çöken ruhum genişlemeye.

Fısıltısıyla karşısında dehşete kapıldığımın bedensel değil, içsel hareketsizlik, çökme olduğunu o zaman anladım.

10 Ağustos 2022 Çarşamba

DÖVME

Bankta yanıma çöktü. Telefonunu çıkardı. Genizden bir sesle “Kaan ben” dedi. Göz ucuyla baktım. Sakallı, genç bir yüz. Yarım kollu gömleğinden uzanan kolunda hikayesi anlaşılmayan yoğun bir  allı yeşilli dövme. Perdeden yan duvardaki su borusuna kaymış film görüntüsü gibi.

Başladı mı sonu gelmeyen dövme merakı çıplaklıkla giyiniklik, saklanmayla gösteriş arasında kalan kesintili bir hikaye anlatıyor. Bir cümlenin, suratın, manzaranın, motifin ucu, kenarı, ortası. İstasyonu gidip gelen bir transistörlü radyo yayını, titreşen neon lamba, hıçkırık tutmuş bir kekeme.

Mangalı yakıp üzerine ıslak bez kapar gibi.

Tamamı hedef kişisi, kişilerine nadiren ulaşan bir mesaj.


9 Ağustos 2022 Salı

PROBİYOTİK

Boğuştuğum enfeksiyon, bağırsaklar konusunu burnuma dayadı. İkinci beynin önce kendi haline bırakmak, şimdi de güçlü ilaç tedavisiyle tarumar olan florası meseleyi ciddiye almaya yeterli. İlgim yapılacaklar-yapılmayacaklarda tabii ama yanı sıra buradaki işleyişte de.

İlk kez kefir içmeye, yararını da kısa zamanda görmeye başladım. Haşat olmuş organın sıkıntılı “Ben buradayım!” sinyalleri yatıştı.

Probiyotik! İçinde at koşturan karşıt ordulardan sana hizmet edenleri desteklemek. İyi, sağlıklı. Ama burada da daha ilginç olan işin kötü ve sağlıksız yanı.

Bağırsaklar, şu dipsiz “ben” konusunu, kuklacının, anlı şanlı şahsımızın altlarında bir yerde adı sanından bihaber olduğumuz mikroorganizmalardan da mı oluştuğunu düşündürüyor.

Misal tatlı düşkünlüğü. Tatlı çeken canımız aslında ne? Tam da bu cana kast eden zararlı bakteriler değil mi? Damağın ufak şehvet mağarasından yükselttikleri arzu çığlıkları ve geçici tatminin ardından olanlarla (gırtlağımızın ötesiyle) aramızda nasıl da kalın bir perde var. Gözü dönmüş, yumulduğumuz tatlı tabakları aleyhimize çalışanın bir manipülasyon şaheseri.

Canım çekti!

Pek güzel de o “can” aslında sen bile değilsin. Buna uyanana kadar bakterilerin, parazitlerin, sen filan olmayan arzuların, kaprislerin, alışkanlıkların güdümünde hiç de probiyotik olmayan bir flora döşüyorsun içine.

4 Ağustos 2022 Perşembe

RAHATSIZ

Bahçede beyaz bir kelebek misali neşeyle oynaştığımın gecesi sancılandım. Bağırsaklarıma beton bir perde indirilmiş gibi tuhaf bir ketlenme ve bunu delmeye çalışan etin bıçaklanırcasına kasılmaları. Ter içinde iki büklüm, Kazıklı Voyvoda’nın kurbanları hayalimde canlandı. Bana oturtuluyormuşum gibi gelen kazıklarla onlarınki arasında çap farkı vardı sanki, o kadar.

Kıyamet midenin altında kopuyor, Allahtan onu da içine çekmiyordu. İki gün uyku ile uyanıklık arası, bulanık geçti. Güneş yükseliyor, kavuruyor, gölgeler uzuyor, akşam oluyor, uyuklarken kendine tutunacak bir dünya yaratma telaşındaki zihnin saplantılı tekrarlarında bitap düşüyordum. (Kafamda durmadan flüt çaldım, beden hareketlerini, sancıyı notalara döküyordum; dörtlük, sekizlik, on altılık notalar, uzatma işaretlerine aman dikkat!) Ne zihni ne bedeni susturamasam da katıksız bir teslimiyette biraz rahat vardı. Ne kadar iyiydim, bu da nerden çıktı şimdi değil, şimdi de bu var.

Üçüncü gün biraz netleştim. Ekmek-baldan başka yiyebileceklerime gözüm açıldı. Sıvı alımını artırıp çeşitlendirdim. Biraz aşağıda da oturabiliyordum. Denize gidip dönenlerin önümden geçen artık apayrı alemi. Yeşillikler, kediler. Kafamdaki flüt kesiliyordu.

Rahatsızlık ne kadar yerinde bir ifade. Çarklar arasına giriveren bir kum tanesinin düzen dışına gürültülü bir savruluşa yol açışını ne güzel dile getiriyor.

Bana sadece yol göstermeyen, perspektif de getiren doktor arkadaşımın önerisini uyguluyorum. Ağrı kesicileri kes, bırak ateşin yükseleceği kadar yükselsin. Bedeni yiyip içtiğinle yormadan destekle ve yolundan çekil, işini yapsın.

Bugün sekizinci gün. Bağırsak florasını düzenleyen iyi bakteri saşeleri, arada hep uyku ve ine çıka süren orta ateşte ine çıka bir yolculuk.

Hastalık değil, rahatsızlık. Bir teslimiyet pratiği.