28 Haziran 2017 Çarşamba

SIKILMAK YA DA SIKILMAMAK

Fazla uzun kalmayacağız (yazlıkta), dedi aydınlık yüzlü hanım. “Yapacak bir şeyler yok, yakınlarda kolayca gidilecek yerler de olmayınca sıkılıyor insan.”

İnsanlar çeşit çeşit, canlar ve sıkıntıları da.

Ağaçlar arasından sesi gelen denize kulak kabarttım. Yarı kubbesi binaların arkasında ziyan olmayan göğün mavisi sanki bir kulağımdan ötekine kafamın içine yayılmış. Çepeçevre nasıl bir enginlik! Ve nasıl bir zenginleşme geride sıkılacak bir can kalmamacasına bunda eriyip gitmek.

Böyle derinden gelen bir daveti dergiden kesilmiş, çerçevelenmeden duvara asılmış bir manzara resmi etmek gerçekten sıkıcı olmalı.

“Komşular da gelmedi ki sohbet, muhabbet olsun..”

Öyle vallahi, ben de sıkılıyorum, çaya buyurun-kahveye buyurayım, görüşelim desem nasıl sevinirdi. Her gün bir araya gelir, son haberlerle içimizi ortaklaşa karartmanın ezici tadını çıkarır, yeni yeni ikram tarifleri dener, ufak tefek dedikodu yapar, geçmişi yad eder, insanların sıkıntıdan kaçıp sığındığı sohbetlerin biçimi ve içeriği ne ise gereğini yerine getirirdik.

Babamın yarım kalan kitabına baktı. “Amca okumayı ne seviyor! Ben de seviyorum ama biraz okuyayım, uykum geliyor, uzanıp kestirmek istiyorum.”

Yumuşak, aydınlık bir insan izlenimi veriyor. Neler yaşamış, nelerin üstesinden gelmiş, nasıl sevmiş, bağışlamış, nelerle yaralanıp iyileşmiştir kim bilir.


Ama insanlar çeşit çeşit işte. Beni de sohbetin kaçış olanı sıkıyor. Arkanı aslolana dönmek gibi geleni. Şu kendi sesleri hiç bıkılmadan dinlenesi, ışığı, renkleri, biçimleri, gözlerime, havası ciğerlerime, dipsizliği ruhuma bayram ettiren enginliğe arkanı dönüp ona nispetle anca bir çay kaşıklık canını sıkılmaya mahkum ederek derman aradığın sohbet türü.

26 Haziran 2017 Pazartesi

YAZ GELİVERDİ

Çok öne çekilmiş bir güz havası Haziran’ın son haftasına kadar sürdü de sürdü. Güneş altında saatlerce kesilmek bilmeyerek denizi de kudurtan deli deli rüzgarlar (aslında sevdiğim bir kıvam ama zamansızlığıyla ürkütücüydü). Ramazandı, üniversite sınavlarıydı derken alışılmadık ölçüde tenhaydı da. Daha ne istersin demek varken bir yandan yadırgıyordum.

Bayramın ilk günüyle sahne aniden değişti.

Hepsi birden geldiler.

Eritici sıcak.

Sivrisinekler (bu ikisinin birlikte insanı arenada şişlenen boğaya çevirmesi işten değil).

“Ses çıkarıyorum, o halde varım!” diyen çığlık çığlığa kalabalık.

İskeleyi ıslak bir et yığınına çevirirken iki lafın başı ezici bir yaşama sevinciyle “.mına koyarak” sulara atlayan, çıkıp çıkıp “.mına koya” koya yeniden atlayan genç erkekler. Akşam oldu mu bulabildikleri tek eğlence saatlerce siteyi dört tekerli motorlarıyla turlamak olan ergenler. Arkalarında kabaktı, aydı, çekirdekten izler bırakarak piyasa eden aileler. Çöp yığınları. Mangallar cümbüşünden yükselen soluk kesici dumanYolları iltihaplı bir boğaz gibi kapayan yurdun dört bir köşesinden arabalar.

Bu listenin düşündüreceği gibi değil ama içim. Hani ruhumun kübist bir tablosu yapılacak olsa epey bir parçasının bir arada ayrıksı bir gülümseme oluşturacağı bir resim olurdu.

My favorite things’in Coltraine yorumu ya da.

Olanın alınıp sivriliğin, keskinliğin başka (üst) bir uyuma tırmandığı yeni bir bütün haline sevk edilmesi.


Çeri çöpü, şusu busuyla evet, en sevdiğim mevsim geliverdi.

*

22 Haziran 2017 Perşembe

DAĞ BAYIR

Flütü savsaklamasam da heyecanı düzleşir olunca heybeyle omzuma vurup yeniden doğaya salayım dedim. Uzun zamandır içerde çalışıyordum.

Toprak yolda hop hop kurbağa yavruları, kısacık bir şimşek gibi aralarından süzülen ufak bir yılan, sabah dedikodularının en hararetli kısmını geride bırakmış kuşlar eşliğinde güzel bir yürüyüş ve patikanın kıyısında taburemi açtım. Balıkçı barınağına vuran denizin şıpırtısı oraya kadar geliyordu, ne hoş. Hiç yalnızlık çekmeyecek insansız seslerden yana dediğim flütü çıkardım ki gelirken başka bir yolda yürüdüklerini gördüğüm iki teyze patikanın kenarında bitiverdi. Şişman ve yayılmacı, “A aferin, müzik mi çalıyorsun, hadi çal da dinleyelim!” dediler. “Ben müziğe bayılırım!” dedi biri, diğeri de ona katıldı. “Kaç numarada oturuyorsun sen? Gelir, dinleriz.” Başımdaki siperli bandanayla güneş gözlükleri, olduğumdan daha genç göstermiş olmalı. “Alıştırma yapıyorum, sıkıcı şeyler, siz yürüyüşünüzden olmayın” deyip adresimi de geçiştirip neye uğradığını şaşıran parmaklarla başladım. “Öğreniyor daha bu” dedi biri diğerine, sohbetleri ve yollarına devam ettiler.

Evet, flütün duygusundan uzaklaşmış, mekanikleşmişim. Gitarda da böyle olmuş, nerede nasıl olduğuma bakmadan zorbaca üzerimde kırbaç şaklatarak zevk almasam da sürdürmüş, aletten soğumuş gitmiştim. Suyuna gitmek, neden hoşlandığını anlamaya çalışmak yerine çocuğunu zorla piyano dersine götürmek gibi.

Gel flüt, seninle ilişkimizi köşe bucak tazeleyelim, başlangıç zihnine dönelim. Ne var ne yoksa birbirimizi anı anına hissedelim, ben seni işiteyim, sen beni seslendir. Ne yapıyorsak gönülden gelsin, hoşa gitsin.

Dört duvar arasından çıkmak, toprağa basmak, börtü böceğe, sesler seslere karışmak ikimize de iyi geldi. Daha atılacak epey bir gereksiz gerginlik birikmiş, niteliğin yerini niceliğin almasıyla sesler de kirlenmiş. Ama asfalttan çıkıp patikaya vurduk ya, olur, yatağını bulur hepsi yine.


Bazen utangaçça bahçede beliren (ama kediler yüzünden kovalamak zorunda kaldığım) terk edilmiş (ya da kirişi kırmış) çoban köpeği, sessiz sedasız yürüyüşünü yapan adamın peşinden ayrılıp yanıma geldi. Çıt çıkarmadan arkamda uzandı. Bir ara kalkıp gerindikten sonra biraz ötede yanım sıra yeniden oturdu ve sonuna kadar da kaldı. O, cırcırları flütle rekabete giren ağustosböcekleri ve sokması etmesi olmadan konup kalkan tüysü meyve sinekleriyle saati saat ettim. (Teyzeler üst yoldan dönerken kaptırmış çalıyordum, “Arkadaşımız öğrenmiş!” dedi biri.) Açık havada iyi bir jimnastik seansından çıkmışım gibi bir rahatlamayla kalktım. Peşimde mahcup ahbabım, sahilin iri çakılları üzerinden yürüyüp döndüm.

21 Haziran 2017 Çarşamba

HATIRLA

Yaptığım / yapmam daha iyi olacakken kaçındığım her şey oluşmuş ya da oluşmakta olan bir alışkanlığa hizmet ediyor.

Yemeği bir kez daha televizyon karşısında yemek.

Sabırsızlığıma yenik düşüp bir yüzleşmeye bir kez daha yan çizmek.

Ertelemek.

Zaman tanımadan meseleye dalmak.

Aynı şeylere bir defa daha aynı tepkiyi göstermek.

Aynı insana aynı şekilde kızmak.

Teselliyi yemekte aramak.

Bir Cola daha içmek.

Bir sigara daha tüttürmek

veya bunların hiçbirini tekrarlamadan yaşadığınla (dinamik bir barış içinde) kalabilmek.

Her bir adımımla bir alışkanlığımı biraz daha pekiştiriyor, içinde debelendiğim hendeği derinleştiriyor ya da kendime fundalıklar arasından açıklığa çıkacak bir yol ediyorum.


Hiç unutmamalı.

19 Haziran 2017 Pazartesi

KEBERE / KAPARİ ZAMANI

Zarif bitki, mevsimi geldiğinde yeniden görmeyi seviyorum.



Yarımadanın burnuna doğru tepeye çıkarken patikanın bir yanında üzerine taze sabah ışığının düştüğü bir öbek vardı. İncecik püsküllerine fazla gelen bir deniz esintisi altında ifil ifil. Ne yaptıysam titreşimlerinin hızına erişemedim ama ortaya planladığımdan başka bir dokunuş çıktı.






18 Haziran 2017 Pazar

TERK

Seher vakti aşağı indiğimde kediyi ürkmüş, telaşlı buldum. Algıladığı tehdit ne ise ona odaklanmış, okşamamla pek yatışmadı. Bir süre sonra kulağıma ince miyavlamalar geldi, yukarı çıkıp baktım ki yavrusunu bize getirmiş. Yavrularından birini. Diğeri komşunun boş çiçekliğinde kıvrılmış kalmış.

Merdiven altına bir havlu yaydım. Bahçeden de toprak getirip terasın köşesine döktüm. İşte yatak, işte hela. Hoş geldin! Ama içim ötekinden, bırakılandan yana fena halde buruldu. Kendime takılarak hafife almaya çalıştım: “Çocuğun olmamış, isabet. İlk aksilikte ölürdün herhalde.” Dalga geçilen yanım gevşemek bir yana, gerildikçe gerildi ve birkaç saat içinde kendimi el işi bir cehennemde buldum.
*

Kediyi kucaklayıp deli gibi debelenmesine aldırmadan, yavrularının yanına tırmandığı pergolenin saçağına bıraktım. Hadi, git, ötekini de getir! Saçma, umutsuz bir hamleydi tabii, dehşet içinde yere atlayıp kaçtı.

Müdüriyete gidip merdiven ve adam istedim. Hayvanat bahçesi adı altında yaptıkları tel kafese çığlık çığlığa ötüşüp çırpınan yerel kuşlar dolduran yönetimin müdürlüğü. Talebim müdür beye iletilmiş, işçiler müsait olduğunda gönderilecekmiş.

Döndüğümde bize taşınan yavru duvarın kenarındaki açıklıktan balta girmemiş orman sıklığındaki hanımeline dalmaktaydı. Anası boynundan tutup çekti. Ben açıklığı kapayacak bir şeyler aranırken o bir daha, bu sefer bitkinin iyice derinlerine giriverdi. Direşken sarmaşığı zorla yana ittiğimde çiçekliği altından çevreleyen girintiye saklandığını gördüm. Uzandım, dış tarafa kaçtı. Ön patileriyle tutunmuş, geri kalanı aşağı sarkıyordu. Canlarının 9 olmasına sığınıp sopanın ucuyla dürttüm, düşürdüm. Sabrım taşmış, kızgın, inip yakaladığım gibi çıkardım, aptal aptal dolanan anasını çağırdım. Koşup yalamaya, yatıştırıp emzirmeye koyuldu.

Daha düne kadar içimden oluk oluk sevginin aktığı bu varlığa soğumuş, uzaktan baktım.

Ortalık yatıştığında her zamanki gibi bacaklarıma sürünmeye, onunla yaptığım gibi benimle konuşmaya, kendi yere atıp bağrını açmaya başladı. Ama buz gibiydi içim.

Duygularımız ne çok varsayıma dayalı. Aynı dili konuştuğumuz, aynı öncelikler / “değerler” aleminde olduğumuz, aynı şeylere aynı ağırlıkları verdiğimiz, bunların benzer dürtüler oluşturduğu varsayımına..

Bambaşka nirengilere, işletim sistemlerine sahip varlıklara (aslında hepimiz, her şey öyle değil mi?) sevgi, şefkat, merhamet duyabiliyor musun? Bir kediye mesela? Yaptığı doğal elemenin hiç değişime uğramamış süzgecine göre hareket etmekten ibaretken davranışını insanlaştırmadan izleyebiliyor musun, duyguların değişmeden kalabiliyor musun?

Ter içindeydim, gidip denize girdim. Kafamdaki basınç azaldı biraz.

Bir kalıp buzu çiğnemeden yutmuşum gibi bir mideyle uzandım.

Aşırı bir tepki hiçbir zaman o anki nesnesiyle sınırlı değildir. Ruhun zangırdadığında nerelere geri gittiğine bak!

Yarı uykuda imgeler üşüştü. Boş çiçekliğin köşesinde kalan yavru.. Ve Nuriye Gülman! Biçimden biçime girip girdaplarına kendi terk ve terk ediliş, ilişkilenmeme öykülerimden fragmanlar da katarak dalga dalga saldırdılar.

Perişan uyandım. Her daim yardıma gelen Ali ustayı işi gücü arasında aradım. Kısa bir merdivenle gelip çiçekliğe uzandı. “Daha alır annesi. Biz çıkarıp yanlış bir iş yapmayalım. Keyfi yerinde görünüyor.” Doğa adamı olan oydu. Hem alsak ve ana reddetse nasıl bakacağız? Ölü ya da diri oradan indirmemiz gerekecek. Ama belki iyisi ölüme bırakmak. Neden güvenemiyorum ki doğaya? Neden güvenemiyoruz? İlle de yaşatma inadını sevgiyle, sevgiyi terk etmemekle bir tutuyoruz? Gereğini haliyle yerine getiremedikçe canımıza okuyan –hayatı, bağlılığı, sevgiyi- bütün o idealleştirme nereden geliyor?

Tepkin nesnesiyle değil, senin kendi fizyolojik halinle belirlenir diyordu bir usta. İçim fokur fokur fokur. Sancım nereden geliyor farkındayım.

Salamamaktan, olanı olmaya bırakamamak ama hiçbir şey de yapmamaktan. Senin o hale getirdiğin beden kendini er geç toparlıyor, daha sakin bir uykudan ertesi gün yatışmış kalktım.

Tut ki yavru kurtuldu. Ne için? Nice avınkine mal olacak birkaç yıllık zorlu kedi hayatı mı? Olmasa ne olur? Ama bu, hayat olmasa ne olur sağır duvarına varmıyor mu? Hanımeli sıklığında dokunması gereken (yoksa hakikaten, ha var ha yok, fark ne ki?) yaşama tartışmasız bağlılığı kemirecek bir lağım faresi atağına?

Neyse ne, yapabileceğini yap, oradan yavrunun dirisini çıkart, sonrası Allah kerim olduğu gibi diğer seçenek de pek iç kaldırıcı dedim. Markete gidip tırmanıcı bir çırak göndermelerini istedim. Merdiven hazırdı. Çırak geldi, yavruyu elime verdi. Anası yana yakıla, onu orada terk eden kendisi değilmiş gibi yanına koştu. Şimdi üçü sarmaş dolaş.
*

Sabah Facebook geçmişte paylaştıklarımdan şu alıntıyı hatırlatıyordu:


“Antropolog Clifford Geertz şöyle yazıyor: ‘İnsan, kendi eliyle dokuduğu anlam ağlarına dolanmış bir hayvandır.’ Yani, yaşadığımız dünya pek öyle kayalar, ağaçlar ve fiziksel nesnelerden oluşmuyor. Bizimki bir hakaretler, fırsatlar, statü sembolleri, ihanetler, aziz ve günahkarlar alemi.”

15 Haziran 2017 Perşembe

KIRIK

Parçalı yüzeyler hep ilgimi çekti. Işığı, görüntüyü kırarak katmanlandıran yüzeyler. Kırık camlar, aynalar, dalgalı metal satıhlar.

İçimde derinlerde bir şeylere oldum olası dokundu bunlar, görünenin ötesine geç dürtüsüne; kır, parçala onu ki tutsak edici etkisi tuz buz olsun diyene.

Komşunun hızla harabeleşen evinin mezbelelik çatısı bugünlerde uğrak yerim. Kenarından aşağıdaki boş beton çiçeklikte doğmuş kedi yavrularına bakıyorum. Paslı (diğer bir tutkulu ilgi konusu) su deposunun altındaki cam kırıkları da bir kez daha bu vesileyle dikkatimi çekti. Gün doğumunda ne hale geliyorlar öyle! Yarı alev alev yarı buz gibi. 






Avına yaklaşan bir kedi gibi usul usul ilerledim. 




İlk gün bir kamerayla ters ışıkta. 



Ertesi gün diğerini de oyuna katıp açı değiştirerek heybeme birkaç kare attım, karnı doymuş mutlu kedinin kırmızı dili yerine ruhumla yalanarak aşağı inip bu kırık fotograflarını ekran başında daha da kesip biçip yoğurmaya oturdum.














13 Haziran 2017 Salı

KEDİ NOTLARI

Bir çiçeklik dolusu ormanlaşmış sardunyanın arasına daldı, kayboldu. Eşinirken hafifçe mırıldanmasından, yapraklar arasında belirip kaybolan kuyruk ucundan başka belirti vermeden bir süre kaldı. Kafasını çıkarıp terastan izleyen benimle göz göze gelmesiyle şimşek gibi yere atlayıp tüydü. Yok, buranın daha güvenli olmayacağına kanaat getirmiş olmalı. Bebeleri güneş altında yanmaya devam edecek. Pek uğramayan komşunun ikinci katta gözlerden uzak boş beton çiçekliğinde.



*
Okşanırken başını hazla geriye atıp gözleri kapalı, ağzı aralık gırıldaması kardeşime Türk filmlerinin sarışın şuh karakterlerini çağrıştırıyormuş; kediye Necla demeye başladı. Benim içinse hâlâ Küçük o. İlle bir karakter yakıştıracak olsam Artemis/Diana derdim.





*
Küçük Prens’in tilkisinin söylediği oldu aramızda. Bir tilkinin yüz binlerce diğerinden farkı yoktur. Ta ki sen ile o birbirinizi ehlileştirene kadar. O vakit o tilkinin bir benzeri daha olmaz.

Kendini –dikkatini, sevgini- olduğu gibi verip bağ kurduğun varlık biricikleşiyor. Eşsizlik nesnelerinden değil, ilişkinin kendisinden geliyor.



*
Ufak tefekliğiyle haddini biliyordu. Temkinli, tetikte. Yiyeceğini göz dikene bırakıp kaçıvermede pek iyi. Ayrı kaldığımız kışı herhalde bu sayede atlatmıştır. Bir iki kedi ahbabı, ben ve kardeşim dışında her şeyden uzak duruyordu. Bir yaşına varmadan hamile kalana dek.

İçgüdü programının bu kısmının devreye girmesiyle cüssesini, hayatta kalmasını sağlamış stratejisini unuttu. Gözü döndü. Canavar kesildi. Kendinin iki üç katı kedileri sırt tüyleri dimdik, kulaklar geriye yapışmış, kuyruk adeta bir urgan, dehşetengiz hırlamalar, tıslamalar, çığlıklarla ta ötelere kovalaya kovalaya egemenliğini kabul ettirdi. Aslında çoğu egemenlik gibi blöfe dayalı olsa da blöfüne önce kendisinin inanması, bulaşılmaması daha iyi olacak bir bela kesildiğine başkalarını da inandırdı. Alan –bizim ev ile komşunun beton çiçekliği- artık ondan soruluyor. Bilmeden gelip geçen kedilerin vay haline!



Kuş, böcek, fare, kertenkele, yılan, gariban avların da. O tatlı, ufak tefek varlığın hemen bitişik diğer yüzü türüne ihanet etmiyor. En yürek sızlatıcı zamanlarında, onu kovdu kovacak annesinin peşinden gelirken bile yaman bir avcıydı, şimdi iyice.

*
Bazen annesi duvar dibinde görünecek oluyor, ayaklarının / patilerinin ucuna basa basa, çıt çıkarmamaya bakarak. Küçüğün radarı hep açık. Kulaklarının dikilmesi anasını püskürtmeye yetiyor.

*
Bizim veranda parmaklığından komşunun çiçekliğine epey mesafe. Parmaklığın uygun noktasında atılmaya hazır duruyor, uzaklığı, gereken kasları ve gücü hesaplıyor (ilk canlıyı uzaya gönderen bilim insanlarını çağrıştırıyor bu hali; açı ve kuvvet kusursuz hesaplanmalı) ve bir metreyi aşkın fırlayışla pergolenin ahşap eteğine, oradan da beton çiçekliğin kenarına konduğu gibi içine, yavruların yanına dalıyor. İnişleri de aynı hesap kitap ve yanılmazlıkta. Bazen tedirgin olduğunda bu yolu defalarca art arda yapıyor. Onca hazır mama ve ava rağmen hâlâ kemikleri ele geliyorsa boşa değil.

*
Yavruları bizimkinden komşunun terasına geçip tepeden gördüm. Sarı-boz, irice iki fare gibiydiler. Babanın bir gözü kavgada çıkmış siyah beyaz hafif budala toraman olduğunu sanıyordum ama desenleri annenin kopyası. Bu fotografa baktığımda başlığı kendiliğinden geldiydi: Madonna.



Gözleri, kırmızı ağızları açıldı. Taptaze kedi yaşamları. Bakalım nereye kadar. Doğaya güvenmede bu kadar gönülsüz olduğumu bilmezdim.



*
Çelişkilerin birliğini insan kediden öğrenmeli. Bu munis katilden, yürek çalan sadistten (avları sadece karın doyurmaya değil, idmana, oyuna, eğlenceye de yaratıyor), kendini sonuna kadar verip bir anda da geri alandan, pelteleşircesine gevşemeden ok gibi fırlamaya saniyeler içinde geçen uyuşuk bombadan.

Sınırları da. Ben ne yapsa başım üzerine demeye doğru hızla gidiyor olabilirim. Sınırsız görünen güveni içinde okşayışımı biraz haşinleştirsem olacakları o ise birden elime doğru hamle edermiş gibi yapışıyla hatırlatmaktan hiç geri durmuyor. “Usul git! Öylesini seviyorum. Yoksa sen bilirsin!”

*
İkindi üzeri gölgeye serilmiş yatıyor. Yavrular ise pişmekte. Görüyorum, yer arıyor ama bulacak mı? Risk alacak mı? Nedir ki bir kedinin ölçütleri? Güvenlik tabii, önce o. Sonra? O acemi, ben kedi konusunda kıt bilgili, içim gidiyor. Beton bir kuyu içinde ne algıları uyaran ne oynayacakları, tırmanacakları bir şeyleri yok, göğünki dışında bir renk bile bilmeyecekler, ebleh olacak bunlar diye tasalandım. Oysa gayet sağlıklı, hesabıma göre bir aylarını dolduruyorlar. Şimdi de kavrulmalarından korkuyorum. Ama bir parça bez atmak dışında bir şey yapmaktan, müdahaleden de çekiniyorum. (Çekil kenara, ben üstün cinstenim, senin, yavruların, türün için en iyisini ben bilirim demek uzağımda. Evet, onu böyle özelleştirmek de müdahaleydi, düşündüğüm gibi kısırlaştırmak da öyle olacak ama o kadar. Rahatım ve kıymeti kendinden menkul bir akıl yürütme kadar saygıyla karışık bir çekingenlik de işbaşında burada.) Kedide içgüdü nereye kadar, deneyim, karakter nereye kadar bilsem..

*
Onunla bir insan gibi, insan olarak dırdır mırmır konuşmayı kesip sessizliğine konuk olmak büyüleyici. Bir hayvan, başka bir derya olduğunu hatırlamak, keskinleşen vahşi bakışına kilitlenmek.

İnsanlaştırmayı, insana dair şeyler yansıtmayı bir yana bıraktığımda ilişkimiz eşitlerin karşılaşmasına dönüyor.


Kışkırtıcı, ürkütücü, yabani bir tat.