30 Ocak 2014 Perşembe

RAMAZAN ABİ




Yıkık, metruk binalarla eskiyle bağını koparıp ne olacağına da karar verememiş, ıslak soğuk külrengi kış göğü altında sefaleti dalga dalga yayılan Tarlabaşı.

Karakolun önünden geçtim. Peşkirci Sokağa girdim. Biraz ilerde karşıdan karşıya sallandırılan çamaşırlar. Kapalı kapılar. Görünürde dükkana benzer bir şey yok derken üzerinde kablolar, ne olduğu seçilemeyen bir iki hurda ile yanında durduğum çaput örtülü derme çatma tezgahın bitişiğine baktım. 3 numara. 

Zorlanan kapıyı iterek araladım. Başımı içeri uzattım. Doğru yerdeydim.

Ufak, loş, karmakarışık bir oda. Bir adam, bir kadın. Tavana kadar raflarda, oraya konulmuş değil de bir patlamayla saçılmış, kimi iğreti takılmış kimi yapışıp kalmış gibi görünen nesneler..

“Ben..”

Ve hayvanlar. Kadınla adam arasındaki tezgahta, raflarda, yerde sayısız kedi, biri hemen sokulup bacağıma sürtünen siyah, diğerleri alacalı bir iki köpek.

“Ben hikayenizi, fotografları internette gördüm de, gelmek istedim.”

Buyrun, dedi adam. “Kapıyı iyi kapayın, dışarısı soğuk, üşümeyin.”

Zorlayarak iterken kapının arkasındaki beyaz ördeği fark ettim, uyukluyordu.

“Yahu nasıl bir şey bu? İnsanlar gelmeye başladı, sağ olsunlar.”

“Öyle oluyor. Biri bir şey koyuyor, yayılıp gidiyor işte.”

Ağır bir haşlama et kokusu. Tezgahı kaplayan gazeteler üzerinde kemik parçaları.

Adam, internette dolaşan hikayenin Ramazan abisi, ne demeli, nasıl demeli, söze nasıl başlamalı tereddüdümü bir anda dağıttı. Zırhının hantallığını hisseden ama nasıl çıkarılır bilemeyen bendim, gönlünü salma olarak aldığım bu öyküye çekilen, merak, özlem duyan. Bunu çoktan yapmış olan ise Ramazan abi.

Açıklıkla, doğallıkla, ne için geldiğimi bilmiş gibi doğrudan oraya seslenerek beni mekan kadar alemine de buyur etti.

Arkamda iğreti bir ranza gibi yükselen şeyin altından plastik bir tabure çekti.

“Temizdir, buyurun, oturun.” Oturmaya hazır değildim. Kirli geldiğinden değil –uç veren, hızla da yayılıp derinleşen izlenim, görünümün tam tersiydi; saf ve engin. Belki o zırh.. Ben dikilirken kağıt havlu rulosundan bir parça koparıp taburenin üzerine yaydı.

“Böyle işte. Bunlarla birlikte yaşıyoruz.”

Düzgün, efendi bir konuşması vardı. Hikayesinde dendiği gibi harbi.

“Artık pek tamir yapmıyorum. Çok çoğaldılar, bakımları vakit alıyor. Yemekleri, ilaçları.”

Adıyamanlıymış. Çocukluğu çobanlıkla geçmiş.

“Hayvan sevgisi belki ondan diyeceğim ama kardeşlerim öyle çıkmadı. Bir yolunu bulup epey para kazandılar fakat şunlara dönüp bakmıyorlar bile.”

Annesi şehirli, babası köylüymüş.

“Şehirli ama evin sokak tarafında koca bir toprak küp içinde hep su bulundurur, gelen geçen oradan içerdi.”

Sözü oradan oraya atlayan kedilere, kalabalığın etrafında kendine yol açmaya çalışan köpeklere uyarılarla bölünüyordu.

“Dur, yavaş Çilek, kızım. Otur bakalım Moris!”

“Binalar yıkılıyor, bunlar oralara sığınmaya çalışıyor. Ama insanlar öyle acımasız, gaddar ki! Kendi halindeki hayvanlara bırak yardım etmek, saldırıyorlar, düşünebiliyor musun! Geçerken elindeki şişeyi duvar dibindeki hayvanın üzerine atıyor, tekmeyi basıyor. Çıldırıyorum. Ama dalaşmaya giremem. Cezaevine filan düşersem bunlara kim bakar?”

Tekinsiz yerler. Hele geceleri.

“Bir gece geç vakit misafirimiz olun da görün. Geç dediysem 11, 12 gibi. Torbacıdan geçilmez. 
Onların etrafında dolanan öğrencilere, gençlere yapmayın etmeyin derim ama kim dinler. Kafayı bulunca daha da saldırgan oluyorlar. İşte ellerinden kurtarabildiğimizi..”

Ördeği hasta bulmuş, alıp getirmiş.

“Toparladı neyse. Etrafı çok pisliyor ama veremem ki, keser yerler.”

Hayvanların bakımından söz ederken sesi iyice yumuşuyordu.
“Ördeğe ciğer veriyorum. Kedilerle köpeklere kemik haşlıyoruz. Su kapları hep temiz olacak!” (Pırıl pırıldılar.) “Eczaneyi de zengin ediyorum.” (Şırıngaya çektiği ilacı soğuk almış dediği kedinin ağzı kenarından sıktı.)

Vitrin olacak açıklığı koca gövdesiyle yarı yarıya kapayan, kıvrılmış uyuklayan çoban kırması köpeği gösterdi.

“Bak, onu bu getirdi” dedi kadını kast ederek. “Kızına gidiyormuş, nerede oturuyordu senin kız? Ha, Nurtepe’ye. El kadar yavruyu görmüş. Basmış bağrına. Kızı iğrenerek al götür demiş. Getirdi. Ufacıktı, şimdi kocaman. Fena mı oldu işte, bir can kurtuldu.”

Hep birlikte burada yaşıyorlar. Ranza benzeri şey, kediler için. Altlarına serdikleri elektrikli battaniyeyi kadınla erkek aynı kıvançla gösterdi. Kadın pek konuşmuyor, dinliyordu. Suyu camiden o getirirmiş. “Uzak değil, yakın sayılır.” Bitişikte de banyo varmış, gidip yıkandıkları.

“İnsanlar nasıl böyle hoyrat, anlamıyorum.”

“Belki dindendir. Köpek Şafilerde mekruh sayılır ya.”

“Öyle diyorlar. Yapmayın diyorum. Eshabı Kehf’i anlatıyorum. Cennet yolunda mağaraya saklananlar arasında Kıtmir yok muydu, köpek. Onlar da allahın yarattığı değil mi? Hastalık yaparmış! Hastayı iyi eder bunlar.”

Kadın için “Bak bu hastaydı, hayvanlar onu iyileştirdi, şimdi daha iyi” dedi. Kadın da adam için “Onlara başını dayamadan uyuyamaz.” Durdu, ekledi, “Söylediği olur biliyor musun. Bir şey olacak der, olur. Bir insana ‘ona güven olmaz’ der, öyle çıkar. Ya da ‘iyi bir insan, kalbi iyi,’ o da öyle çıkar. Bilir.”

İstanbul’a mı? 81’de gelmiş. Önce Sultanahmet’teymiş. Sonra buraya, okumaya. Arkasındaki duvarın tepesinde torbalar ve bir kedinin yarısını açıkta bıraktığı naylona sarılmış bir diploma. 

Epey bir vakit frezecilik yapmış, sonra eskicilik, tamirat.

“Artık pek yapamıyorum ama bunlara bakmaya başlayalı hiç de darda kalmadım. Bir şekilde oluyor işte. Bir şeyler çıkıyor. Ne ki para? Bir seferinde, deprem vakti, elime koca bir televizyon geçtiydi. Çok ucuza.. Şuraya, dolabın üzerine koydum. Ertesi gün bir geldim, sarsıntıdan düşmüş, paramparça olmuş. O oldu, sana haram yemek yokmuş dedim.”

Anlatacağım, dedim kalkarken. İnsanlar bilsin, gelip görsün. Mama mı getirirler, bir hayvan mı alır götürürler, gönlünü açmayı, kendini vermeyi hatırlasınlar.

Raflardan birinde iki koca torba kuru mama gösterdi.

“Bir hanım getirdi bunları. Hayal meyal hatırlıyorum. Şeker var bende, başım düşmüş, uyukluyordum. Rüyada gibi konuştum. Kim olduğunu bilsem de teşekkür etsem, doğru dürüst karşılayamadığım için özür dilesem. Nasıl bir şey bu –internet- yahu?!”

Bazen iyi bir şey Ramazan abi.

.

28 Ocak 2014 Salı

SANA GÖRE, BANA GÖRE

Yoldan arayıp kayboldum dediğimde karşı taraf nerede olduğumu sorar ki tarifi ona göre versin, değil mi.

Akıl verirken neden öyle yapmıyoruz ki? Tarif kapının arkasında bekliyor.

“Sağa dön, dosdoğru git! Karşına bir bakkal çıkacak..”


“Ama.. sağ tarafım deniz.”

.

22 Ocak 2014 Çarşamba

SULAR İDARESİNDE

Sonunda derlediğim domuz pembesi yarım kapak karton dosya kolumun altında, öğleye doğru sular idaresinin yolunu tuttum.

Kroki geçen haftaki incelemeden aklımda kalmış, nasıl gideceğimi üç aşağı beş yukarı biliyorum diyordum. Epey bir yol gittikten sonra yanlış yerden sapıp imkansız bir noktaya vardığımda hayli aşağı, beşten de çok yukarı bilmiş olduğumu anladım.

Sorduğum belediye işçilerinin yanlış olduğunu sezdiğim tarifine yine de uyarak çizdiğim çok geniş yayı, canlandırdığım ilkel harita üzerine akıldan çizerken yüzümde donuk bir gülümseme belirdi, başlangıç noktasına döndüğümde iyice yayıldı. “Elle yap deseler dünyada beceremeyeceğim güzel, devasa bir fiyonk oldu bu!”

Sakindim. Oysa sabah ne kadar diken üstünde. Görünürde ıvır zıvırdan öte nedeni olmayan o varoluş dikenlerinden biri çatal çatal içime saplanmış, kanırtarak bir o yana bir bu yana çevriliyordu. Sinirleri açığa çıkmış bir azı dişi gibi dolandığın sabahlardan. Öfkesiz ama esintiyle bile kamaşıp kendi üzerine kapandığın, anlamadığın, kaynağı belirsiz bir korkuyla dehşetin eşiğinde çömelip kaldığın.

İzliyordum bir yandan. İşleyişini izlemenin heyecan verdiği şey zihin –görünmez bir paniğin pençesinde olduğunda bile.

O amansız bulanıklık, yetileri kaybetme, canlı canlı gömülme duygusu usulca dağıldı. Yerini telleri kesilerek etkisiz hale getirilmiş bomba sükuneti aldı. Aydınlık beyaz, yeknesak, opak. Fiyongu bu halle çizdim.

Mutat kaçış dürtüm başını gösterdi: Arabayı şurada bir yerde bırakıp taksiye atlasak? Kendine muhatap bulamayınca sustu, bir daha konuşmadı.

Sırtımı yasladım, başımı geriye attım. Akşama kadar dünyanın vakti var, bir şekilde bulacağız. Sadece yolda olmak vardı. İten çekeni olmayan bu sükunetten sakin bir tat almaya başladım.

İlk döndüğüm yeri geçtim, sabırla devam ettim. Doğru sapak geldi. Hedefi gösteren de, bir arkadaşımın “yoksul renkleri” sınıfına sokacağı çivit mavisi oldu. Koca binanın üzerinde avaz avaz bağırıyordu. Zevkini, geriye dönüp horlayarak baktığı köylülük-taşralılıkta bileyen şehirli elitin pis bir koku almış gibi burun kıvıracağı o mavi. İçimde her şey gibi o elit de susmuş, ilk kez görür gibi baktığımda duygusu ne başka. Kimliklerden, onlara atfedilen girift ilintilerden özgür. Renklerden bir renk işte. Ne bir eksik ne bir fazla. Direksiyonu ona doğru kırdım. Öğle molasından az önce içerisi neredeyse bomboştu. İçim kadar boş. Sıram hemen geldi. Tırnakları başka bir maviye, eline beklenmedik bir para geçmiş bir delikanlının arabasında görmekten sevinç duyacağı metalik bir tonuna boyalı genç bir kızın karşısına oturdum.




Değişim ne zaman geldi? Bilemiyorum. Ufak ufak ilerleyip ancak devrilme noktasında dikkat çeken değişimlerden işte. Ama yakın bir geçmişe kadar dış görünümümü bile bu yaştakilerle bir hissederken artık öyle gelmiyor. Rahatça anneleri olabileceğim farkındalığı ağır basıyor. Sırf genç olmanın okkalı özgüveni yerini bunu kaybetmenin neredeyse mahcubiyetine bırakmış. Kendinin fazlasıyla farkında.

Kızınsa karşısında bir gergedan, orta boy bir çınar ağacı, bir kasa gazoz duruyor olabilirdi. Toplamamın haftalar sürdüğü belgelere mutlak bir kayıtsızlıkla baktı, yeniden baktı. Doldurmam için bir form uzattı. Eksik gedik olabilirdi. Devlet dairesi dediğin bir kara delik. Birkaç kez daha gidip gelmem gerekebilir. Yapacağımı yapıp senaryolar yazmadım. Batak bir çukura düştüğüm hissine de kapılmadım. Bir an sonrası yoktu. Sadece bu an. Neyse de o. Kız ne kadar uzaksa ben o kadar geniş.

Sonunda başını kaldırıp siz burada yaşamıyor görünüyorsunuz, dedi. An önce baktığı bilgisayar ekranı olmamış olsa “Nereden anladınız?” diye sorardım.

İkametgah belgesi almam gerekiyormuş.

Peki deyip çıktım.


Fiyonk yerine ipi çözülmüş bir yay çizerek dönüş yoluna koyuldum.

.

19 Ocak 2014 Pazar

KAHVE SOHBETİ

A-   Çetrefil insan kafasını olduğundan çok basit gösteren şu yazdıkların.. İndirgemeci gelmiyor mu sana da? Kof bir iyimserlik aşılıyor sanki, yanıltıcı. İyi gününde okursan, pamuk helva gibi/kadar avare bir Pazar yürüyüşünün parçası. Ağlara dolanan balık gibi çırpıntılı bir zamanına denk geldiğinde ise sinir bozucu?

B-   Bazen, evet. İnsanı yoran karmakarışık bir şehir görüntüsünde ahenkli bir kesit yakalayıp deklanşöre basmak gibi, değil mi? Çerçeve biraz kaysa, genişlese o anın neyin parçası olduğu ortaya çıkacak. Şu, burnunun dibine girmiş keşmekeş Kahire’nin hiç görünmediği Mısır Piramitleri gibi..

A-   O zaman anlamı ne?


B-   Yazmanın mı? Bilmiyorum. Bunu kendime ben de soruyorum. Günün belli bir saatinde, hava durumunda, belli bir açıdan belli bir cam bardağın kenarına vurup kırılan ışığı, saçılan renkleri anlatırmışım gibi geliyor bazen. Tekrarsız bilinç akışından enstantaneler. Ama neyin ne zaman kimin işine yarayacağını kim bilebilir? Çıra oluvereceğini? Bir de.. Benim de sunabildiğim bu. İnsanları buyur ettiğimde soframa dizdiklerim.

.

18 Ocak 2014 Cumartesi

MAKİNE DAİRESİ VE SİMÜLATÖR

İnsan işleyişini yakından, ilk elden anlama işinde düşüncelerle düşünmemeye başladım.

Tepkilerin, hayata verilen karşılıkların makine dairesine iniyorum; zihnin işleyişini hisler, duygular, güçlü heyecanlar hizasından izlemeye koyuluyor.

Makine dairesi dediğim bu oluşum aşaması ilginç bir alan. Sözcükler, kavramlar, etiketler ve bunlara verilen üç aşağı beş yukarı sabit değerler yukarıda, kaptan köşkünde kalıyor. İnce seviyelere indikçe karşılaştığım, hiçbir anı tekrarlanmayan sürekli bir değişim oluyor. Bileşenler tek tek tanıdık olabilir. Katılık, esneklik, darlık, enginlik, tatlılık, burukluk, soğukluk vs. Ortaya çıkardıkları bileşimlerinse bir benzeri daha olamıyor.

Beyinde duygulara ayrılmış bir merkez yokmuş. Duygu, çeşitli merkezlerin etkileşimleri sırasında ortaya çıkan bir kokteyl. Aslında kaynak makinesinden saçılan kıvılcımlar kadar bir var bir yok bir çakış.

Yani kendi haline bıraksak öyle olacak.

Duyguların belirmesinden sonra neler olduğunu gözümü yukarı, kaptan köşküne çevirdiğimde anlıyorum.

Sözcüklere, kavramlara, değerlendirme ve yargılara döküldükleri an somutlaşıyor, nüanslarını yitirerek katılaşıyor, sahiplenilerek veya saldırılarak kendilerine ait bir gerçeklikleri varmış muamelesi görüyorlar. Yani bu seraplar dil ile, sorgulayıcı olmayan kaba düşünce ile temas ettikleri an seri üretim şeridine dökülüyor, sınıflandırılıyor, kutulanıp etiketleniyor ve pazardaki yerlerini almaya hazır hale geliyor. (Ve tüm bunlar saniyeler içinde olup bitiyor tabii!)

Filmi geri sarıp duyguların veri alındığı kaptan köşkünden makine dairesine döndüğümde katılıktan akışkanlığa geçiyorum.

Deneyimleri piyasalık ufak kutularından çıkardığımda sonsuz nüanslar geri geliyor. Bakış tazeleniyor. İlk elden yaşamayla birlikte tekdüzelik de ortadan kalkıyor.

Bildiğini sanan bezgin, donuk bakışın yerini farkındalık alıyor.


VE SİMÜLATÖR

Asıl anlatmak istediğim buydu ama böyle uzunca bir girizgah gerekti.

Daha önce biri çıkıp şimdi hevesle yapmakta olduğumu önerse omuz silkerdim.

“Hayatta ne öngördüğün gibi gerçekleşiyor ki bunun yararı olabilsin?!”

Oysa epeydir bununla ilginç zamanlar geçiriyorum:
Nedense çoğunlukla hareket halinde, yürür ya da araba kullanırken olanca canlılığıyla durumlar hayal ediyor, olası tepkilerimi canlandırıyorum.

Bunu da makine dairesi dediğim seviyeden yapıyorum.

“Şu köşeden bir araba fırlıyor, sağ yanından epey şiddetli vuruyor.” Darbeyi vücudumda canlandırıyorum. Acı, şaşkınlık ve karmaşanın öfkeye dönüştüğü anı. Gözüm dönmüş, kendimi dışarı atıp insanların yüzde doksan dokuz nokta doksan dokuzunun yaptığını yapan bir kukla olmaya bırakabilirim. Bağırır çağırır, haklılığımı ağır bastırmaya çalışır, canımı dişime takar, kavga edebilirim.

Ya da.. ortada hiçbir şey yokken böyle senaryolar çalıştığım vakitlerin meyvelerini toplayabilirim.

“Adi öfke ustalıkla kullanılabilecek bir araç, silah değil. Böyle darbelerden doğması doğal. Sürtüşmeden çıkan kıvılcım gibi. Ama onunla hareket etmek yarayı kanırtmaktan öte işe yaramaz. Böyle durumlarda çok bağıran kazanıyor. Ama kazançlı çıkmanın bir yolu daha var; farklı davranmak. Tam ters yönde, son derece sakin. Olan olmuş. Bunu geri çeviremeyeceğine göre sonraki zararı en aza indirmeye bakmak.”

Ardından, kendimi tepkilerime bırakıp hep aynı şekilde davransam hiç öğrenemeyeceğim şeyleri görmeye başlıyorum.

Öfkeden giriyor, özgürlükten çıkıyorum.

“Böyle keyifle arkadaşlarınla buluşmaya giderken bir telefon geliyor. Çok çok kötü bir haber..”

“Şu tüküren taşlardan birinde ayağını burkuyorsun. Üç hafta boyunca koltuk değnekleriyle yürümen gerekecek..”

Senaryoların her birine vereceğim tepkiyi tenimde duymaya bakıyorum. Kanımın önce çekilip sonra hücum edişini, çığırından çıkıp soluğumu kesen kalp atışlarını, dizlerimin çözülüşünü, zihnimin bomboşluğunu. Şoktan dehşete, acıdan öfkeye, donmuşluğa duyguların değişimini. Ne kadar ayrıntılı, canlı, o kadar iyi.

Senaryoda fiziksel ya da ruhsal ilk darbeden sonra her seferinde bir yol ağzı yaratıyorum. Bir yanda bildik, otomatik tepkiler. Onu da bir süre canlandırıp peki bu seni (insanı) nereye götürüyor ve aklı başında bir seçenek ne olurdu faslına geçiyorum.

Hayat hiçbir zaman öngörüldüğü gibi akmıyor, doğru. Ama bu, yaptığımın yararını azaltmıyor.

Simülasyon diye bir şey var, değil mi?


Eğitimin esaslı bir parçası.

.

14 Ocak 2014 Salı

ANLAT, ANLAT



Kutuyu süt kardeşimin elinden kaptım.

Heyecanla açtım. Haklıymış, seveceğim şeyi bulmuş!

Ucuz elektrik renkli ışıklar saçan süper kitç bir nesne, içimi eritenlerden..

İnce mika perdesi, bu el kadar oyuncak lambanın ışık oyunlarını tavana ulaşana kadar iyice güçsüzleştirerek bulamaca çeviriyordu.

Ama dur bakalım, sahnesini açtığın her şeyin anlatacak bir hikayesi olur. İş, sesinin işitilir hale geleceği bir alan açıp sonra da kulak vermede.

Zavallı ışığının dağılıp gitmeyeceği yakın, kuşatıcı fonlar aradım. Yoğunluk, kişilik bulacağı çerçeveler. Sağlam yansıtıcılar..

Oynadım, oynadım.


Elimi oyalayan, kafamı kurcalayan hemen her şey gibi o da kendisinden ibaret olmaktan çıktı bu arada. Kalabalığa, yüksek, baskın, iddialı seslere karışıp giden insanların, nesnelerin, varlıkların hikayelerini ortaya çıkarıp kulak kesilmenin esinini de veriverdi.


.

10 Ocak 2014 Cuma

ÇAPPAH

Şu eski fıkrayla sabah sabah iyi güldürdüm kendimi.

Aşık erkek kalbini gözlerine yükler, kıza sorar ya:

“Gözüme bak, ne görüyon?”

Kız bakar. Dolgun cevabını verir:

“Çap-pah!”

İkisi de mevcut bir şeyleri kast eder ama fıkrayı fıkra yapan bambaşka düzlemlerden.

Gösterdiklerimizle görülenler.

Gördüklerimizle gösterilenler.

Koy alt alta. Olsun sana bir dama tahtası.

.

9 Ocak 2014 Perşembe

BERBAT

Yaşlı usta genç müridinin yakınıp durmalarından sıkılmış. Bir sabah ondan tuz getirmesini istemiş. Mürit dediğini yapmış. Şimdi bir avuç al, bir bardak suya atıp iç demiş. Suratı buruşarak boş bardağı bir kenara koyan müride “Tadı nasıldı?” diye sormuş.

“Berbat!”

Almış müridi, göl kıyısına götürmüş. Bir avuç tuzu da göle atmasını, sonra oradan su içmesini söylemiş.

“Şimdi?”

“Pek tatlı.”

“Tuzu hissettin mi?”

“Hayır.”

Ciddi genç adamı yanına oturtup “İşte” diye vermiş alınacak dersi, “Hayatın acıları saf tuz gibidir. Ne bir eksik ne bir fazla. Miktarı değişmez. Ondan aldığımız burukluk ise acıyı koyduğumuz kaba bakar. Acı çekerken yapabileceğin tek şey algını genişletmektir. Bardak olmaya son ver, göl ol sen.”

*

Seviyorum bu meseli.

.


5 Ocak 2014 Pazar

AMİGDALADAN PREFRONTAL KORTEKSE

Debriyaj dediğim ara vermenin, harekete geçmeden durup bakmanın nöro bilimsel açıklaması beynin iki bölgesi arasındaki ilinti.

Alışkanlıklara bakan, düşünmeden hızla bunları devreye sokan, maaşını limbik sistemden alan amigdala (otomatik pilot) ile enine boyuna muhakeme ile gelişen prefrontal korteks.

Bir tetikleyici ile otomatik tepkinin başlangıcı arasında göz açıp kapamalık bir süre saptanmış. Debriyaja basacağım an tam da bu. Fırsatı kaçırırsam amigdalada kayıtlı pekiştirilmiş davranışım, tepkim, zembereği boşanmış soytarı gibi kutudan fırlıyor.

Hangisi daha kolay? Orman yangınıyla mı uğraşmak, ateşi o hale gelmeden daha kıvılcımken mi söndürmek?
Bir kez daha ham irade gücüyle farkındalık arasındaki fark.

İradeye ateş almış yürümüşken başvurmanın hiçbir yararı yok. Mesela çileden çıkmış, öfkeden (ya da başka bir negatif duyguyla) kudurmaktayken.

Elime çok daha az çaba gerektiren farkındalığı aldığımdaysa yapacak çok şey var.

Bir şeyi canlandırmakla gerçekten yapmak arasında beyinde ateşlenen bölgeler açısından pek bir fark olmadığı da ilginç yeni bulgulardan. Zihinsel ya da fiziksel herhangi bir beceri geliştirmede bu yabana atılmayacak bir özellik.

O zaman serinkanlı olduğum vakitler bilmece çözer, Sudoku yapar gibi durumlar canlandırarak tavır değişikliğine çalışabilirim. Bu beni benzeri durumlara hazırlıklı kılar. Kuklası olmak üzere otomatik pilota geçirilmeden önce debriyaja bastığımda neye bakacağımı daha bilir hale getirir.

Getiriyor.

Huyum bellediklerimi kader olmaktan çıkarıyor.

Durup geri çekilip kalıbı bir kez kırmak, bu işlemin gücünü göstermeye yeterli. Sonrası iştah, ilgi ve merakla kendiliğinden geliyor.

Hayatıma geçirecek, kendi keşiflerimle harmanlayacaksam okumanın yararları işte. Son zamanlarda ardı ardına karşıma çıkan kitapların açtığı kapılar.

.

4 Ocak 2014 Cumartesi

NAHOŞA TAHAMMÜL

İri ya da ufak, istemediğin bir şeyle karşılaştığında ne oluyor?

Kaçınmaya bakıyorsun.

Peki kaçınılmaz olduğu ve sürüp gittiğinde?

Bu bir görevse gölgesini kabuslaştırarak ertelemeye, içine düştüğünde kafanı kuma gömmeye, uyuşturmaya, iyice köşeye sıkıştığında da kendini vermeden geçiştirmeye.

Sonuç?

İyi bir örneği içinde debelenmekteyken gördüğüm gibi iç karartıcı.

Kendi kuyumu kazmada söz konusu iş/durum sadece bahane. Sorun, tavrım.

Onun zembereği ne peki?

İstenmeyeni itmek.

İtmede zihni de, gözü gönlü de kapayan, insanı dosdoğru otomatik tepkilere sürükleyen bir şey var.

Debriyaja bastığımda, her zamanki gibi davranmaya koyulmadan bir durup baktığım, düşündüğümde ne görüyorum?

Rahatlama ya da ödüle bir an evvel ulaşma zorlanımını. (Buna halk arasında telaş da deniyor ama bir kez verilip unutulan her etiket gibi o da bir şeyleri açıklayıcı olmaktan çok uzak.)

Bu zorlanımın kuklası olmak zorunda mıyım? Otomatik pilottan çıkacaksam hiç de değil.

Debriyaja bir kez daha ve uzunca basıp zaman çerçevesini genişletebilirim. Kaçma, kaçınma isteğini etkisizleştirip ne kadar ve nasıl sürecekse sürsün, kendimi nahoşa da gönüllü olarak bırakabilir.

Bir süredir bırakıyorum da. Kaçınma dürtüsünün dediğini yapmamak akıntıya karşı yüzmenin çabasını gerektirse de (ne de olsa burada yeni nöral ağlar oluşturuyoruz, zaman tanımak gerek) herhangi bir şey gibi öğrenilebiliyor.

Ödülü kendi içinde; böyle gelmiş böyle gider, huyum bu gibi batıl itikatların sınırlayıcılığından adım adım çıkabildiğini görmek.

Serbestleşmek.

Girdilerde bir iki ufak değişiklikle insanın bütün ufku değişiyor.

İtmeyi bırakıp teslim olduğumda bunun da herhangi bir yaşantı olduğunu görüyorum. Tatsız belki, belki acı, buruk ama kulak veriyorsan diyeceği bol olan bir zaman.

Bir ödül de zaten bu. Odağını alışılmış şekerlemelerden keşfe çevirmek. Daha çok anlamak için yaşamak.

.


.

2 Ocak 2014 Perşembe

ORTA KARAR

Sözcüğe takılıyorum belki. Yine de yaptığım ayrıma, yüklendiği anlama boş veremiyorum. Ve böylece şu her yıl naftalinli sandıktan yenilenmiş bir heyecanla bu kez tutacak, bir güzel havalandırıp sırtıma geçireceğim diye çıkarılan, bir süre ortalıkta gezindikten sonra heyecanın sönmesiyle gerisin geri sandığa kaldırılan giysiler misali yeni yıl kararlarına tepkim aynı kalıyor. İçim çekiliyor, suratım buruşuyor. İrkiliyorum.

Karar kavramının tepeden inmeciliği bana göre değil.

İşbirliğinden yanayım. Kulak vermekten. Kafamdakine göre eğip bükmeden karşımda, etrafımda, içimde olup biteni görüp anlamaktan. Gereğini de ona göre yerine getirmekten.

İrade gücü benim işleyişimde sürdürülebilir şey değil. Betonu istediğim kadar kalın dökeyim, çok geçmeden ayrıkotları, kulak verilmemiş, tepeden inme hizaya sokulmaya bakılmış yaban yanlarım orası burasını çatlatıp iştahla büyümeye başlıyor. İradenin buyruğu baltalanıyor, sonunda un ufak olup güven örseliyor, öfke, hüsran yaratıyor. Bir kat daha beton dökmekle vakit, enerji kaybetmenin alemi yok. Öyle olmuyor.

Ardına kadar açık bir kulak, söyleşi, işbirliği. İş gören o. Farkındalık.

Kararların yerine de gözetilenler.

“Bak, döne döne ayağına dolanan şunlar şunlar var. Yoluna diktiğin engeller. Sorgulanmamış, gün yüzüne çıkarılmamış dinamik düğümleri. Gel bir evirip çevirelim, görelim kaynakları ne imiş. Neyi nasıl yerinden oynatırsak ümmüğümüzden inebilirlermiş.”

Tek tek olayların üzerine gitmektense yaklaşımın inceliklerine açılmak.

Çünkü insan değişebiliyor. İş, şu elimizdeki aygıtın, çığırından çıkması işten olmayan zihnin olanak ve tuzaklarını anlamada.

İrade gücünü bir yana bırakıp farkındalığı bir yol prize takayım, bakalım neler gösteriyor.


(devamı var)

.