27 Ekim 2020 Salı

ALLAH BELANIZI VERSİN!

Kadıncağızın sesi çirkin, avaz avaz. Süresiz misafir. Burnu dibindekilerle bağıra çağıra konuşarak sabah sessizliğini tuzla buz ediyor.

Küf kedisinin yavruları serpildi, bir de güzelleşti. Kadının sundurma çatısında güneşleniyor, annelerini orada bekliyorlar.

Kadın kedi düşmanı. Cırlak bir çığlığın ardından Allah belanızı versin! diye haykırdığında, bir hayalim, lambadan süzülen Alaaddin misali sessizliğimin içinden yükselerek elini beline dayıyor ve

“Hanım, hanım!” diye gürlüyor.

“Onlar senden önceden burada. Anneleri buralı. Belanın adresini düzeltiyor, gönderene yolluyorum.”

26 Ekim 2020 Pazartesi

NASILSIN?

Ciddi bir hastalıkla pençeleşene, en yakınının yasını yaşayana, hayatı allak bullak olana neyi nasıl demeli? Laflardan bir köprüyü neye dayamalı da karşıya geçmeli?

Ayarlarınız iki uçta iken orta nokta neresi?

Onu senin kendi olağanlığına çekmek, yaşadığı karşısında densizlik. Onun olağanüstü koşullarınaysa ancak durup susarak konuk olabilirsin. Algını kendine kapayıp ona açarak. Sessizlikte.

Ama fiziksel uzaklıkta, dışından baktığında bu sessizlik sana bile kopukluk, ilişkisizlik gibi gelirken karşındaki için kim bilir ne?

İşte o zaman, dilin birden çoraklaşmasına sinirlenerek “Nasılsın?” diye soruyorsun.

Nasıl mıyım?! Dalga mı geçiyorsun? Nasıl olacağım! Sen sözleri bulamazken bu halimde bulup da ifade etmeyi bana mı bırakıyorsun!

Aslında söylediğin, sokakta karşılaştığın komşuya ayaküstü soracağın şey değil. Gerçekten bilmek istediğini soruyorsun.

Gel gör ki bastığı zemini insanın ayağı altından çeken, dili boşaltan büyük çalkantılarda “Nasılsın?” iki taraf için de ağzına kadar dolu huninin asap bozucu darlıktaki ağzı gibi.

25 Ekim 2020 Pazar

KORONA * ZAMAN * PARA

Al Baraka’nın Kabataş şubesine gideceğim. Kıyı yolu kapanmış, arkalarda tepelere doğru tırmanıyoruz. Kıvrım büklüm, yer yer çamurlu, çukurlu yollar. Gece. Nasıl bulacağız bu kadar uzaklaştıktan sonra? Çarpık çurpuk binalar, alçak yüksek apartmanlar.

Yüksekçe birinin bembeyaz bir ışıklı balkonu dikkatimi çekiyor. Arka duvarında iki dev saat ekranı, soldakinin içinde (belki saniyeleri gösteren) daha ufak bir ekran. Birinin rakamları bilmediğim bir dilden. Bir saat-ev bu daire. Yan odaların turuncu ışığında içerdeki her türlü saat görünüyor, barok, rokoko, bol altın yaldız, şatafat.

Az ilerde, bunca görüntü gürültüsünü dengelemek ister gibi gerilerde karanlıktan tek başına yükselen dar bir bina. Bir yerlerinden çıkan koyu yeşil bir ışıkla kısmen çevrelenmiş. Burada yaşayacaksam orada oturabilirdim diye içimden geçiyor.

Sonunda bir şekilde Al Baraka’nın olduğu yere geliyoruz. Yol üstü bir şube değil, karmaşık planlı bir yapıda aramamız gerekecek. İçeri giriyorum. Geniş merdivenler, çeşitli yerlere açılan koridorlar.. Birkaç kat çıkıyorum. Karşımda çok geniş, kirli, boyaları pul pul dökülmüş harap bir kapı. Hiç de bir levha yok. Çalıyorum, aralık, itip giriyorum. Yüksek banko boyunca dip dibe, maskesiz birçok insan. Köşeye gidip cebimden çıkardığım buruşuk banknotları yaşlı, başı örtülü bir Habeş kadına uzatıyorum. Kim o diyor. Nasıl yani? “Paranın üzerindeki?” Bilmiyorum ki, bir Afrika ülkesinin parası olmalı. (Bunun karşılığı) 300 dolar yatıracağım diyorum. Çekmeceden başka banknotlar çıkarıp benimkilerle yan yana koyuyor. İkimizin de bilmediği para birimini böyle kestirecek. Benziyor-benzemiyor, eh işte, bu kadar der gibi başını sallayıp çok eski bir makbuz defteri açıyor. Bir şeyler karalayıp bir kopyasını bana veriyor. Resmi bir damga filan olmayacak mı? Olmayacağını, burada işlerin böyle olduğunu anlıyorum. Bir daha geldiğimde şubeyi yerinde bulacağımdan kuşkulu, çıkıyorum.

*

Salgın sonunda rüyama girdi.

24 Ekim 2020 Cumartesi

SOLO YAS

Babamın cenazesinden sonra Savaş’ın evinde toplanmıştık. Kuzenlerim, eşleri, çocukları, torunları, eş dost. Dört kuşak insan aktı eve. Yemekler taşındı, yemekler yapıldı. Birlikte yedik içtik, ağladık güldük. İçimi yığıldığı yerden bu hep birliktelik kaldırdı.

Paylaşmak acıyı çoğalttığı gibi yüzeyi genişletip yaydığı için hafifletiyor da.

“Yalnız değilim!”

Aradan iki yıl geçmedi, Savaş’ı kaybettik. Ve ben çok ağrıma giden bir kararla gitmedim.

Salgının ortaya koyduğu bir şey varsa o da insanın temel yalnızlığı. İstediğin kadar ilişkilerini besle, derinden sev, bağlar değişir, dönüşür, anlamı kayar, uzaklaşır, uzağında kalır, yiter. Sonuna kadar bir tek sen kalırsın.

Salgının derinleştirdiği inzivama okyanusu bir başına geçmek diyordum. Mahrum kaldıklarım bir yana, beni, bakışımı, odağımı güçlendiren bir şey. Ayrıntıları esastan eleyen bir kalbur.

Solo yas ise ne ağır geldi! Yanlarında olmamak, bana verdiklerini şimdi onlara uzatamamak. İçime hâlâ çevrilen taze beton dökülmüş gibi gri, serin, alabildiğine bir ağırlık ve durup durup çakan sızı.

Sesleriyle yanı başımda olsalar da fiziksel bir ayrılığın ekranlaştırdığı bir uzaklıkta yine de.

22 Ekim 2020 Perşembe

GİDENLER İLE KALANLAR

Fotografın bir ucunda, hemen su çizgisinde oturmuş bir amatör balıkçı, karşı köşesinde, açıkta Halas.




Halas dolanır durur denizlerde. Baktım 1914 Glasgow doğumluymuş. Yüz yıla yakın Boğaz’da vapurluk ettikten sonra Simaviler almıştı. Onlar da bir işadamına satmış. Sahibi kullanmadığında kiralanıyormuş.

Kaç kez elden geçmiş ama endamıyla hâlâ da bir Boğaz vapuru. Belli bir sahnenin belirgin dekoru. Başka yerleri kendi kalarak yabancılaştırıyor. Ayrıksı olan o değil de orası gibi yapıyor. İstanbul soyluluğundan o kadar emin. Aradan bu kadar zaman geçtikten sonra halka hizmet etmemiş de bir kıyısından saraylıymış gibi.

Devran dönmüş. Halkın yerini burjuvazi almış. Gövdesiyle birlikte tarihi de elden geçirilmiş.

Geldi, bizim koya demirledi. Günlerdir gözüm onda yürüyorum. Tepelerden, uçtan uca kıyıdan değişen açılardan, değişken ışıklarda seyrediyorum. Geceleri de ışıl ışıl yanıyor.

Onlarca yıllık yaşamına giren çıkanların hayaline dalıyorum. Büyük savaşlar, büyük zaferler, çöküşler, yeniden yükselişler. Zamanın bu geniş çarkı içinde bir solukta gelip geçen insanların hızla dönen ufak çarkları.

Halas’ı balıkçı ile birlikte çekişimin ertesi bir can daha göçtü hayattan, hayatımdan. Olası ama beklenmeyen bir ölüm. Sıradan, başarılı bir ameliyatın komplikasyonları haftalardır arafta tuttuğu Savaş’ı aldı götürdü.

Gönlü, kapısı herkese sonuna kadar açık güzelim bir ruh.

Sabahları motoruna atlayıp bizim için incecik açtırıp getirdiği bol susamlı pidelerin sıcağında bir yürek. Sesi kulağımda, anılar birden havalanan kuş sürüsü misali.

Ruhun huzur bulsun.

Doğru hatırlıyormuşum. Kurtuluş demekmiş Halas.




17 Ekim 2020 Cumartesi

EYERSİZ

Öğleye doğru indiğimde halk plajını çırılçıplak buldum, hasır şemsiyeleri sökmüşler. Bomboştu da. Sezon sonu gelmeye başlayan cankurtaranla bir köşede oturmuş Göbekli Sisifos’a döndüm. E bitti işte der gibi ellerini iki yana açtı. Dubaları da toplamışlar. Vızır vızır jet skileri, bilumum oyuncağıyla derenin öbür yanındaki su sporları köşesini kapıyorlardı. Teknelerden de geriye pek azı kaldı.

Deniz böyle koşumları çıkarılmış bir at gibiydi. Üşütmeyen suyuyla hâlâ uysal.

Yelesinden asılır, başımı boynuna gömer gibi yüzdüm.

Eyersiz.




11 Ekim 2020 Pazar

İKİ KAPI

Yavaşça uyandığım bir şey: Algıyı değerlendirmede, biçimlendirme, derinleştirmede iki kapı.

İlki düz, otomatik, refleksler, koşullanmalar, kalıplarla çalışıyor. Hükmünü şak diye veriyor. Bazen açılmıyor bile. Ondan geçen, insanı pek ileriyle götürmüyor. Olsa olsa tekrarlarını pekiştiriyor.

İkinci kapı iradi. İlkinin yayı gergin mekanizmasının yerine zamanı koyuyor. Açıldığı ilk şey zamanın dengeleyiciliği. Burada ucu açık aralıklar var. Reflekslere, hazır cevaplara, hislere dur bakalım, diyor. Sinirlenecek, içerleyecek, hayal kırıklığına mı uğrayacaksın? Doyumsuz mu kalacak? Dur bakalım. İlk kapıdan geçen geçsin, engelleme.

Ama işi de orada bırakma. İkinci kapının aralığında seninle birlikte değişmeye bırak. Üzerine aldıkların süzülüp gitsin, gıcırdayan dişlerin gevşesin, boş deyip geçtiğin doldukça dolsun. Anlayışın, kavrayışın genişlesin, yaratıcı (farklı ışıklar altında, açılardan bakabilir) olsun.

Hayata geçirdikçe ikinci kapı öne çıkmaya başlıyor.


Bu sabah balkonda “Daha dün süpürmüştüm!” demedim. Çam iğneleri ve gölgelerinin ikinci kapıdan geçmiş halleriyle göz göze gelmem bir oldu.

İlk kapıda kendi zihninin vırvırı var.

İkincisinde susup geri çekilip görmek, dinlemek, duymak.

Anlar olmak.

8 Ekim 2020 Perşembe

ONSE VADER IN HEMELRYK

Jacob van Eyck’in müziği bana liman oldu. Çeşitli derlemelerde karşılaştığım parçaları hep diğerleri arasından öne çıkıyordu. Daphne, Onder de linde groene, Laura.

Tatlı, dipten bir yakınlık hissiyle tellerimi titretiyor.

Derken define sandığına ulaştım! İki kitabında onlarca parçayla Der fluyten lust-hof koleksiyonu.

Onse vader in Hemelryk ile birlikte yakınlığıma kavrayış isteği katıldı. Ölçü ölçü çalışmaya başladım. Sadece çalmak değil, anlama isteğiyle. Seslerin birbiriyle ilişkisi, ayna tersi tekrarlarla yarattığı yansımalar, insanı yumuşak eğrilerle oluşturulmuş bir hız trenine bindiren çeşitlemeleri. Yalın başlangıçları izleyen keşif yolculukları.

Ben yazarken Erik Bosgraaf çalıyor. Usta ile adımlarının ufaklığı, yolun uzunluğuna aldırmayan karınca. Sonuç değil yolculuk diyen, şevk ve doyumu orada bulan bir amatör.



Seyahat kısıtlamaları, her türlü daralma oracıkta kalsın, önünde engin bir diyar var flütümün, cümle cümle adımlanacak, tepe bayır dolaşılacak.


2 Ekim 2020 Cuma

EKVATOR

1 Ekim dedin mi güneyde mevsim dönerdi. Peynir bıçağı dersin, bir hamlede güzü yazdan ayırırdı. Sıcaklık balıklama düşer, pus dağılır, görüş berraklaşır, renkler derinleşir, güneş yakmadan ısıtmaya koyulur, hava serin bir soluk alır, yaz esrikliği yerini duru bir duruşa, oluşa bırakırdı.

Takvimin iklimle bu şaşmaz çakışması beni hep şaşırttı. Sağı solu -hem bu çağda iyice- belirsiz doğa, dizginlerini 1 Ekim’de insanın ondan kopuk kurgularından birine, takvim zamanına nasıl bir sadakat ve uysallıkla bırakıyor böyle?!

Dün 1 Ekim’di. Ege’de aynı oldu.


Yaz olgunu, baygın bakışlı, geçkince Afrodit'in yerini güzün diri, yaşsız, keskin bakışlı bakiresi Artemis alıverdi.