26 Mayıs 2022 Perşembe

HALK KİTABEVİ 2022

Silifke de dönüşüyor. Talep artıp arz şiştikçe yatay ve dikey olarak yayılıyor, şekilsizleşiyor. Genişledikçe çapsızlaşıyor. İncelikleri kaba saba bir tekdüzeliğin altında kalıyor.

Taş Köprü onarımdaymış, yeni köprüden çamur rengi akacağı tutmuş Göksu’yu geçtim. Azalan bahçeli evler, yükselen bloklar. Yine üzüldüm. Okulun sokağında iki yeni kırtasiye açılmış. Pırıl pırıl, geniş. Anonim.

Karşılarındaki Halk Kitabevi ise görmeyeli daha da çeşitlenmiş, sıklaşıp serpilmiş bahçeciğiyle ne olduğunu daha kapısının önünde tatlı bir dille anlatıyor. Yaşa ve yaşat. Farklılıkları kucakla, say, sev, bir araya getir.

Yaşar bey elinde bir kedi yavrusuyla çıkıp karşıladı. “İçerde kitap bakan arkadaş rahatsız oldu da.”

Birlikte girdik. Arkadaş (müşteri değil), Mut’tan gelen genç bir kadın, kitaplarını seçerken görüşmediğimiz üç yıllık arayı kapadık.

Bitkilerle birlikte kitaplar da çoğalmış. Tezgahla aralarındaki geçit daralmış. Kırtasiye malzemesinin sıralandığı camlı tezgahın üzerindeki bir sıra kitap, arkalarına geçen Yaşar beyi neredeyse gözden saklayacak. Bilerek öyle yaptık, dedi. “Pandemi sırasında bütün uyarılarımıza, ricalarımıza rağmen insanlar mesafe kuralına aldırmıyordu.” Dostları pandemi boyunca ağırlayamayacakları duyurusu hala kapıda.

Burası bir kez insan kavşağı olmuş, dünyanın ve zihnin dört bir bucağından gelenleri buluşturmuş; öyle zorlu bir yalıtım döneminde bundan geri duramamaları anlaşılır olsa da ondan başka pek kimse “Önce sağlık!” dememiş.

Karşılarına açılan iki yeni kırtasiyeye değinecek olduğumda o ve Songül hanım olsun diyorlar, içinde zerrece içerleme ve endişe olmayan bir “olsun.”

İş yapamıyorsun, bize devret de börekçi, tantunici açalım demişler. Yok, demiş. O da, Songül hanım da -kimseyle mecbur olduğu ya da öyle gerektiği için konuşmayan, burayla arasındaki derin bağı sezdiğim- ergen kızları Ada da (dolanacak alanı dar bu yerde üçünün sessiz devinimi şaşırtıcı bir dans uyumunda) aslolanın tıkırında bir kasadan başka bir düzlemde işlediğini, dükkanın ona düşen işi yaptığını biliyorlar.

Kitaplardan kalan bir köşede mama çuvalı. Burası yitik ruhlar ve hayvanlar için de bir uğrak yeri, sığınak. Varlıkların kusurlarına, özürlerine, sivriliklerine bakılmayan, gönül gözüyle görüldükleri bir yer. Ele geçirilmeye, hizaya sokulmaya, ehlileştirilip düş gücünden yoksun yeknesak bir düzen verilmeye güler yüzle hayır deyip yoluna devam ediyor.

Onun sana baktığı gibi baktığında ne güzel, ahenkli ve benzersiz olduğunu gördüğün bir alem Halk Kitabevi.

Algımızın, gönlümüzün hastalık gibi ilerleyen çoraklığında neyi ihmal ettiğimizi güleç varlığıyla hatırlatıyor.

24 Mayıs 2022 Salı

BİR PAZAR DİNLETİSİ

Salı pazarı Yasemin’in bitişiğindeki yola kuruluyor. En erkencilerin tek tük sesiyle yol boyu bir dinleti de böylece başlıyor.

Asfalta bırakılan, devrilen, sürüklenen, yuvarlanan tente demirlerinin sığ yankılı metalik tınıları.

Tahtaya vurulan çekiç sesleri.

Horozlar.

Adamların konuşması, hızlı, kesik komutlar.

Sabah kuşları.

Bir tren düdüğü.

Gelenler çoğalırken sıklaşan, girift motifler halinde birbirine giren tüm bu sesler.

Ve aralarda beklenmedik bir hizalanışla oluşan kısa sessizlikler..

Pazar kuruldukça gelişen bir dinleti.

23 Mayıs 2022 Pazartesi

MEZARLIKTA ER VAKİT

Pozantı üzerinden kıvrım büklüm eski yoldan indiğimde içim okaliptüslerin belirmesiyle ısınır, bir hoş olurdu. Güzergah değişti; hoş geldin diyen okaliptüsler değil artık, havada görünmeyen bir sınır çizgisi.

Hoş geldin! Burada güvende, emin ellerde, atalar toprağındasın. Rahatla. Koyuver soluğunu. Hayattakiler, kuzenler can. Göçmüşlerin esirgeyen, bir durup kulak kesilirsen hatırlatan, yol gösteren, güç veren, avutan ruhu hepimizin üzerinde.

İsli Hüseyin mezarlığında babamı ziyarete geleli benim hissettiğim o.





Gerçi bu mezarlık öteden beri yarenim. İlham ettiklerini düşüncelere çevirmeden ham, güçlü bir his olarak alır, fışkıran doğasını, ışık-gölge oyununu, alemlerin iç içeliğini derinden solurum.

Sabah er vakit yükseltilen duvar boyu yürüyüp aralık demir kapıdan geçtiğimde ortalıkta tek bir tanrı kulu yoktu.





Merhaba halalar, amcalar, kuzenler, merhaba dede, nene.

Merhaba baba!

Nasıl da coşmuş sardunyaların öyle, çamın kuytusunu pek sevmişler belli, kış yağmurlarıyla dalga dalga fışkırmış, ayrık otlarına, sürüngen bitkilere karışarak bütün mezarlığa esintisini veren iç içeliği senin bağrında da estirmişler.

İçime döndüğümde aynını birbirine akan hislerde buldum. Hüzün, sivriliveren bir acı, tatlı bir özlem, sevginin huzuru, gölgelerin huzursuzluğu. Gözlerim dolarken yüzüme gülümseme yayıldı, çekildi. Sabah serininde birbirini benekleyen güneş ile gölge gibi yer değiştirdiler.

Sonra sustum ve derinliklere saldım kendimi.

Çok sürmedi, arşa yükselen bir sesle irkildim. Koca hoparlörlerden gelen yanık bir müziğe dönüştü.

Tuhaf bir çekimi vardı. Mezarlıktan çıkıp peşine düştüm. Geldiğim yoldan başka bir yere saptım. Kürt, Suriyeli karışık bir mahalleymiş. Şimdi bir kemanın nakaratlarını çevrelediği bir ağıttı -öyle geliyordu kulağa, Arapçaydı. Ezginin her dönüşünün derinleştirdiği bir çekim.

Köşeyi dönünce demiryoluna bitişik bir açıklığa sıralanmış beyaz plastik sandalyeleri gördüm. Boştu. İki yanlarında iri hoparlörler. Karşılarındaki bahçe duvarına bitişik tahta bankta siyah entarili, başörtülü, çeşitli yaşta dört kadın. Birinin kucağında pembe pantolonlu küçük bir kız. Çakılları hışırdatarak içinden geçtiğim müziği dinliyorlardı. Selamlaştık. Düğün müydü hazırlığı yapılan, ölülerini mi uğurluyorlardı? Kaçıp geldikleri yıkıma, koptukları yuvaya, horlanarak sığındıkları bu yerlere dokundukça dokunur gibiydi müzik.

İçimde bir tel cız etti.

*

https://soundcloud.com/sedatoksoy/sesin-pesinden

*

Bu sabah elimde bahçe makası ve bidonla yine gittim.




Günaydın baba!

Şöyle güzel bir tıraşa ne dersin? Otunu, çiçeğini senin yaptığın gibi seyreltip budamama?

Giriştim.







Toprağını sulayıp ayakucundaki kuş çanağını da doldurdum.

                                           

Geri çekilip şöyle bir baktım, işimden memnun oldum.

Hayatta olsan sıhhatler olsun derdim baba, bunun dengini sen anla.

19 Mayıs 2022 Perşembe

PAŞA

İlk uzaktan gördüm. Aksıyordu. Baktım, ön bacağı yok. Dün tanıştık. Marketin girişine boylu boyunca yayılmıştı. Sarı boz postu ışıl ışıl, besili, tatlı suratlı iri bir çoban köpeği. Fatoş içerden geldi, “Kalk ordan Paşa! Tam yerine yatmışın. Gel şuraya uzan” deyip yeni yaptığı pişiden bir taneyi yem olarak uzattı. Hayvan, “İyiydim öyle ama peki madem” der gibi ağır ağır doğruldu, pişiyi şöyle bir koklayıp (“Kızartma hamurla işim olmaz!”) kafasını çevirdi, gidip az öteye yattı.

Tanıştınız mı, dedi Fatoş. Hikayesini anlattı. Marketin önünde bulmuşlar. Yavruymuş. Çarpan kanlar içinde bırakıp kaçmış. Alıp veterinere götürmüşler. Bacaklarının biri kırık, diğeri haşat. Yaşamaz demiş veteriner. Fatoş yine de ameliyat etmesini istemiş. Uzun ameliyattan bir bacağı kesilmiş, diğeri sarılı çıkmış. 10 gün orada kalmış. Fatura kabarınca Fatoş tamam, bundan sonra ben bakarım demiş. Pansumanı, sabah-akşam iğneleri?

“Yaparım!”

Yapmış da. Hayvan toparlanmış, serpilmiş, şöyle sere serpe uzandığında adına hakkını vererek yaşıyor.

*

Kedilerin talihi o kadar yaver gitmemiş. Pandemide kırılmışlar. Çok azı kalmış.

Geçende marketin damacana suları arasına terk edilmiş el kadar yavruyu 8-10 yaşlarında iki kardeş aldı. “Sütleri benden” dedi Fatoş. Oğlanın bağrına bastığı bebeyi götürürlerken “Bir de ad bulun” dedim. Bakıştılar. Oğlan “Mucize olsun mu?” dedi ablasına.

Anneleri ben çalışıyorum, çocuklar okulda, kim bakacak diye itiraz etmiş. Bir yolu bulunur, demiş Fatoş. Öyle de olmuş. Yeni doğurmuş bir kedi oradan geçerken yavruya yanaşmış. Sarıp emzirmiş. Akşamına başka bir tanesi aynını yapmış. Kediler bunu yapar, annesiz yavrulara süt analığı edermiş.

Kılıktan kılığa şefkat, merhamet, koruma.

15 Mayıs 2022 Pazar

SABAHA KARŞI RUSÇA

Güneydeki ilk gecem (11 Mayıs) dipsiz bir sessizlikte denizin sesiyle uyudum. Sabah keçi kokusu ve sesleriyle uyandım. Çıngırakları, melemeleriyle toprağı nitrojenlendirerek geçiyorlardı. Hava gece serin, güneşte sıcak, gölgede tam kıvamında, in cin top oynuyor, cennete gelmişim. İnsan sessizliği öyle derin, doyurucu, tanrısal ki flütü elime alamıyorum.

Ertesi akşam kulağıma uzaklardan Türk popu geldi, bir gazinonun ses kontrolü gibi kesik kesik ama yükseliyordu. Hayırdır derken yükselmediği, yaklaştığını anladım. Çıkıp baktım, 4-5 kişi etrafa bir ekran ışığı yayarak yürüyorlar. Ellerinde gürültünün kaynağı -ses bombası imiş adı. Eskiden bütün paralarını ses düzenine yatırdıkları Doğan-Şahin’lerde seçim kampanyası şamatasıyla turlayan kesim. Yakıt pahalı, bu adeti yaya sürdürüyorlar. 20-25 dk arayla üç dört kez yaklaşa-patlaya-uzaklaşa önümden geçtikçe flütle bozmaya kıyamadığım sessizlik, üzerinden haramilerin geçtiği köylü kızına döndü.

Dün onlar yoktu. Sabaha karşı telefonuna avaz avaz konuşarak yürüyen bir Rus ile uyandım -Rus toptan bir ad, Ukraynalı, Litvanyalı vd. buna dahil ediliyor.

Nükleer santral, ardından savaş ile Silifke-Akkuyu arası hatırı sayılır bir Rus nüfus almış. Daha gitmedim ama Taşucu silme Rus imiş. Santralin korunması için eklenen tabur ile kalabalık (ve kiralar, fiyatlar) alıp yürümüş. Enflasyondan önce, önlemlere uymayarak pandemiye de su taşımışlar ama anlaşılan sadece onlar değil, aşıya karşı olan tarikatlar da. Hoş “düz” ahalinin hikayelerini dinlediğim akıl almaz aldırışsızlığı insanların patır patır ölmesine yetermiş.

Ruslarda para var, Suriyeli vd garibanların aldığı tepkiyi şimdilik çekmiyorlar. Ama bir ucu parasızlık (ucuz işgücü tehdidi), diğeri para (artan fiyatlar, kapışılan kiralıklar) ile iki uçlu bir değnek bu.

Rusçayı ise işitmek hoşuma gider. Ama sabaha karşı değil.

Yine de, eli kulağında bu kalabalıkta sükuneti eşsiz, sayılı günler.

14 Mayıs 2022 Cumartesi

ENFLASYON

 

Yılın yarısını geçirdiğimiz buraya geldiğimizde babamın başlattığı geleneği sürdürüyor, markete avans veriyoruz. Bizim defter veresiye değil, alasıya. Defterleri atmadık. İlki (bir gazete eki cep ajandası) 2008’den. Kullanmakta olduğumuz 2015’ten. 1 ila 4 kişinin bakkal hesabı 6-7 ayda 1-2 bin TL. Tüp gazın 80-85 lira olduğu çağlar. Enflasyonun bir etkisi, zaman algısını künefe peyniri gibi sündürmesi. Tüp gaz şimdi-lik (bugün bile diyemiyoruz artık) 480 lira.

Hafta başı yola çıktığımda benzin 20 küsurdu, aşağı yukarı yarım depoyu 365, 450, derken dün 540 liraya doldurdum.

Anlamlandırabilmek, takip, bütçe elimizden çıktı. Pahalı ne, ucuz ne, bilemez olduk. Dilimiz bile dolanıyor. İnsanlar artık paradan sıfırlar atılmazdan önceki gibi milyonlar, milyarlar ile konuşuyor.

Enflasyonun bir etkisi de pandeminin hemen ardından daha da körüklediği kaygı. Yoksul, orta halli demeden pençesine alıyor. Yoksulun kronikleşen varoluş kaygısını ezildikçe ezilen orta halli, ufukta belirip hızla üzerine gelen bir afet olarak hissediyor.

Zaten güvencesiz bir toplumken bu durumun enflasyonla akutlaşması davranışlarımızı da belirliyor. Sınır tanımazlığımız, hak bilmezliğimiz yerini keskinleşen bir “ez ki ezilmeyesin” düsturuna bırakıyor.

Birbirimize “Biz ne zaman böyle kötü insanlar olduk” diye soruyoruz. Hoyrat, başkasına duyarsız, sevgisiz.



Ezende de ezilende de derin bir yapayalnızlık hissi. İşlerse orman kanunlarının işlediği bir cengelde tek başınalık.


*

Alasıya defterini rastgele açtığımda karşıma çıkan “Yoğurt, tereyağı vs 16,75 TL” satırını (2014) ne gerilerde kalmış masumiyet çağından inanılmaz bir sada olarak işitiyorum.




10 Mayıs 2022 Salı

OLİMPOS’TAN YUVARLANMIŞ

Korkuteli üzerinden inişte sağ yanda olanca haşmetleri, birbirine baskın çıkan dış hatlarıyla beliren Bey Dağları, Antalya’da tüm o menekşe mavisiyle bir anda ufukta yükselen denizden önce nefesimi keser.

Güney yolunda bir kez daha ayağım yerden kesildi. Kanıksanır bir görkem değil bu. Büyük, çok büyük bir şey. Eskiler boşuna tanrılarını orada bilmemiş.

Olimpos!



Daracık sınırlarıyla insana kendisinden ötenin esinini veriyor, varoluşun uçsuz bucaksız derinliklerinden ölümlü kulağının duyabildiği bir fısıltının görsel gümbürtüsünü.

Sonra bakışın yeryüzüne iniyor. Batı Torosların eteklerinde ayrık otu gibi bitmiş ruhsuz bloklara, dolup taştıkça sırtını dağlara dönüp gözlerini yumarken şamatadan başka şeyin yükselmediği ağzını açan şehre..

Yenimden çekip kendimi geri getirdim, sen gözünü telefondan ayırma, dedim, şu oteli bulalım, esrimeye kaldığımız yerden devam ederiz, olur mu?

Muratpaşa’da daha önce kalmıştım. Kaleiçi’ne yürüme mesafesi. Oteli orada seçtim -fiyatı 800 küsurdan 300’ün altına düşmüş görünüyordu, adı da Expo ve Royal! Royal ticari bir abartı olsa da expo (sonuçta şehirde vuku bulmuş bir etkinlik) gerçekçi bir beklenti uyandırıyordu.

Neyse, GPS geniş bir sokağın üzerindeki otele kolayca getirdi. Apartman bozması binaya girdim. Üç Ortadoğulu genç adamın arkasında sıraya girdim. Duvarın dibinde yan yana konmuş, finodan az büyük iki aslan figürüne gözüm o vakit takıldı. Oracıkta unutulmuş iki kovadan farksızlardı, biri altın, diğeri gümüş rengine bulanmış. Köşedeki kabul tezgahından kalan yere lobi diyeceksek, orayı dolduran deri taklidi (talihsiz bir estetik ameliyata kurban gitmiş dudaklar gibi şişkin) koltuklar ne kadar iriyse, orada ne yaptığını hiç anlayamadığım bu aslanlar o kadar ufak.

Tek kişilik asansörle odama çıktım. Kapıyı açtım, önümde dar bir geçit belirdi ve iki üç metre ilerde, üst tarafındaki pencereyle karşısındaki duvarda sona erdi, devam edip sağa dönünce geniş bir yatak ile tek tarafındaki yarım metrelik boşluk ve ucundaki banyo ile “odaya” geçtim.

Banyonun eğri musluklu lavabosu aşağı yukarı dizkapağım hizasındaydı, eğilmek bayağı bir egzersiz.

Epeydir bu kadar gülmemiştim ama bu sonunda.

Daha çok vakit vardı. Çıktım, otelin isminde palace ve star olan emsallerinin de bulunduğu sokaktan aşağı yürüdüm. Envai çeşit nargile, tömbeki, sarma tütün, kaçak çay satıcılarından yayılan baygın kokularla helyum gazından “bebek şekerlerine,” mevlit adetlerine eklemlenmiş bebek kutlamaları, doğum, kına günü ıvır zıvırı satıcılarının önünden geçip tramvay yoluna indim, kalabalığa karıştım. Büyük boy Mark Antalya alışveriş merkezi, cephesinin betebe’yi andıran renk dizilimiyle çirkinliğe kişiliksiz bir sıcaklık katmış. Tanımadığım uzun, geniş bir yaya yolundan (adını birkaç kişiye sordum, omuzlarını silkip biz Kapalı yol deriz dediler -alt ucunda kocaman bir levhasını yapmışlar: Kazım Özalp Caddesi imiş ama insanlar yerleri bildikleri gibi adlandırıyor, bence iyi de ediyorlar) kaleiçine vardım.





Burası iyi. Bütün turistikliğine rağmen ölçeği ve ikametten daha başka bir şey anladığımız devri hatırlatan biçimleri ile insanı yeniden Bey Dağlarıyla baş başa bırakıyor.






Yaşlı (belki benden genç), hürmetkar bir garsonun hizmet ettiği “tarihi” bir kebapçıda oturdum (bahşişi sadece hesabı getirip sırıtarak bekleyen orta yaşlı bıçkını geçip ona verdim).

Aynı yoldan geri dönerken ruhum karardı. “Böylesine tanrısal bir konumda bu kadar ucuz, alelade bir şehir!”



                                            


Duvar dibindeki biri altın diğeri gümüş, unutulmuş aslanlar ve dişlerimi fırçalamak için yerlere kadar eğildiğim lavabo beni yuvarlandığım yamaçlardan geri getirdi.




 



3 Mayıs 2022 Salı

KIRIK DÖKÜK BİR BAYRAM

Önce sahil yolunu kaldırımıyla birlikte deşip yeni kanalizasyon borularını döşediler. Birkaç hafta toz toprak içinde delik deşik kaldı. İskeleleriyle beach club’larda pek bir sezon hazırlığı yoktu. Esnafın hep iple çektiği bayrama kollar geri kalan bir saatle ve pek gönülsüz sıvanmış gibiydi. Ne olacak bu yolun hali derken nihayet beton döküldü. Şimdi kaldırımsız gri bir şerit alinde uzanıyor. Bayramdan birkaç gün önce dere boyundaki ıvır zıvır tezgahlarının demir iskeletleri kuruldu, onlar öylece kalırken bir iki lokanta açıldı.



Haftaya da gri, serince bir havayla başladık. Yağmur öngörüsü gökten tepemize bir kez daha boca edilen çamur olarak gerçekleşti.



Müzik sınırlaması diğer pandemi önlemleri gibi kalkmamıştı, izin verilen dilim içinde de ses yok.



Bugün pazar bile sönüktü. Üç beş alıcı, iki üç tezgah.

Kaldırımsız beton yolda alışılmış sezon kalabalığının belki onda biri, açık restoranlarda birkaç masa, ahı gitmiş vahı kalmış cansız bir bayram.



2 Mayıs 2022 Pazartesi

KONTROL ÜZERİNE

Tek başıma şehir dışına, doğada bir yerlere yola çıkıyorum. Arabada (mı) bir tuhaflık var. Gidişe tam da hakim değilim, sanki uyur uyanık bir halde. Yol kenarındaki bir kaya duvara ne kadar yakın gidiyorum öyle! Kabak gibi soyuldu soyulacak. Silkin silkin! Görüşüm de.. bir tuhaf. Çoğu güneşlik ve tavanla kaplı ama o da ne! Arka sol koltuktayım. Nasıl kullanıyorum ki arabayı?! Derin bir uykuya daldı dalacak düşüncemle mi? Tam o an tünele giriyorum. Uzun eğriler halinde ilerleyen bir tünel. Kontrol kimde/nede belirsiz, farları da açamıyorum. Kapkaranlıkta her şeyin her an bitmesini bekleyerek sabit kalan bir hızla gidiyor gidiyorum.

*

Sonra Gülin ekleniyor. Şimdi onunla yoldayız. Kasaba gibi bir yerde mola veriyoruz. Bir Ermeni karşılıyor. (Yatmadan Garo Paylan ile yapılan bir söyleşiyi okumuştum.) Ben tanımıyorum, tanıdıkların tanıdığı genç bir adam. Çok sıcak, içten bir karşılama. Dükkanına gideyim de bir şeyler alayım diyorum ama dükkanı nerdeyse bomboş. Formika kaplı bir duvar, bir iki zavallı parça. Çok da loş. Bileklik var mı diyorum o gezilecek yerleri anlatırken, hiç satıcı değil. Laf arasında sapsarı bir bileklik bulup çıkarıyor. Takıp sıkılaştırmaya çalışıyorum. Hararetli konuşması arasında uzanıp kendisi yapıyor. Bir de sessiz ortağı var. Kendisi yaşlarında, gölgede. Derken basit bir kırmızı plastik anahtarlığa takılı posta kutusu anahtarına benzer anahtarlar uzatıyor. “Bu da bizim şalenin anahtarı” diyor şakayla, bu gece misafirimsiniz. Olur mu? Tabii tabii. Yarın da kanyonu gezersiniz.

Gülin bir an önce yola devam etmek istiyor. Arada kalıyorum. Ortalık kalabalıklaşırken oyalanıyoruz.

Ermeni Kilisesinde ayin başlamış, rahibe bir şey söylüyor, cemaat karşılık veriyor. Şarkıyla. Ne kadar melodik! Tatlı bir dalgalanma, heyecanlı ama coşkulu değil. Duygusu bana geçiyor. Havada yükselip aynı ahenkle ine çıka insanlar arasında dolanıyorum. Susuz bir yunus gibi. Neyle olduğunu bilmeden paylaştığım bir kontrol bu da. Normalde bunu (yükselip dilediğimce havada kalarak şekiller çizmeyi) insanların önünde yapmam ama burada salıyorum. Sanki salmam da gerek?

1 Mayıs 2022 Pazar

BALİNALAR VE FİLLER

Beklemediğim bir anda "Bende anksiyete kronikleşmiş" dedi, çayına şeker ister misin der gibi. “Depresyon da var.”

Sesi sönüktü. Enerjisi, gevşek dokulu karartma perdesi gerilmiş pencereden süzülen günışığı gibi.

Yürürken bir canlılık geliverdi. Ortalık yerden:

Tuhaf değil mi, dedi, “En sevdiğim hayvanlar balinalardır. Bir de filler.” Durdu, ekledi:

“O koskoca gövdeleriyle ne güçlü görünürler oysa ne zavallıdırlar.”

Psikolog olsam bu yansıtmaya kaç seans ayırırdım? Onun yerine başka sözcük önerdim:

“Zararsız?”

“Zararsız, evet!”

“Masum?”

“Masum!”