26 Haziran 2020 Cuma

KULAĞIMIN ARKASINA


Kimse sana anlayış, özen, ilgi, dikkat borçlu değil. Bunları kendine hak bilip göremediğinde alınma, incinme, kabuğuna çekilme, kızma, yargılama, yüreğini soğumaya, aklını katılaşmaya bırakma. Gördüğün bunlar olduğunda ne güzel de, sevin, için ısınsın.

Kendine hak bilmek ve doğruluğundan şüphe duymamak içini aside kesen iki zehir. Baş gösterdikleri an yakıt borularını kopar at. Yangına körükle gitme.

Tepkilerinde ölçütün doğruluk, hak değil, bunlarla kendine ne yaptığın olsun. Dur, bedenindeki hislere kulak ver. Bir reflü saldırganlığında kabarmaktaysan “Vay! Sen ha?! Bana ha?! Nasıl olur da!.” Girdabındasın demek. Yol yakınken yutkun, dur ve çık transtan.

Dilini iğnelemeye, alaycılığa, aşağılamaya sivriltme. Sivrilttiğin her ok dönüp seni vuruyor. Batıcı değil yumuşak ol. Sertleşip katılaşmak yerine esnemeye bak.

Hazmı zor gelen şeylere karşı asidini artırmak başta çözüm gibi görünmekle birlikte sonunda delinip giden de kendi miden.

Hatırla.

23 Haziran 2020 Salı

YATAN VAR MI?


Deniz dönüşü, şezlonglarının internette dilden dile dolaşan aylık kirası ortalama bir ailenin 5-6 aylık geçimine yeter butik otellerden birinin önünde mütevazı bir aileyle karşılaştım. Başörtülü genç kadın ile kocası, 8-10 yaşlarında biri kız, diğeri dünyayı feleğin çemberinden önce sanal alemde öğrenen bilmiş bir oğlan.

Beyaz üniforma ve maskeli personel bir iki haftadır beyaz şemsiyeli iskeleyi hazırlıyor. Arkasından yol geçen bir tuhaf köşe değil de burası, lüks bir gezi vapurunun pruvası sanki. Zakkumlu saksılar, sınır halatları vesaire ile ayak altında mahrem bir alan algısına çalışılıyor. Personel düşen yaprakları teker teker topluyor, minderleri düzeltiyor, bir daha düzeltiyor. Kullanılmadıkça boşlukta bayatlayıp arkasını açık eden profesyonel tebessümlerini de fark ettikçe düştüğü yerden topluyorlar.

Kadın, kafasını saksıların arasına uzatan oğluna “Yatan var mı?” dedi. Tek soruda bin tanesini barındıran bir tavırla.

Yok, dedi oğlan, daha kimse yok.

*
Öyle bir param olsa orada yatmazdım dediğimde bana gülüyorlar.

“Deli misin?! Görülmek için veriyorlar o parayı.”

*
Sudan çıktığımda elinde torba, kumlara atılmış çerçöpü toplayan bir hanım, “Ne kadar uzun kaldınız. Bir süre sonra bakıp göremeyince merak ettik” dedi gülümseyerek. Doğru. Kıyıya paralel epey uzaklaşıyorum. Ama beni ve geldiğim aileyi ne bilsin tabii.


21 Haziran 2020 Pazar

KALABALIK BİR KARTPOSTAL


Denize sabah er vakit gidiyorum. İn cin, martı karga, kedi köpek, kapı önünü sulayan bir iki çalışan belki ve ben. Su ilk değişte soğuk gelse de beden hemen alışıyor, kendinden biliyor. Az tuzuna, daha uzun süren serinliğine de alıştım. Geniş bir alanı çevirdiler, jet skilerin, şişme botların altında kıyma oluverme korkusundan uzak yüzmek iyi. Deniz büyük nimet. Bakması, yanında, hele içinde olması. Bir kefeye onu koysam karşısına yığacağım ne çok şey olur. Şifa ve gıda.

Horozla martıyı (ne hoş bir bileşim) aynı anda dinleyerek sakin sakin yüzerken koya bakıyorum. Dibinden ilerlediğim güvenlik şeridinin karşısı silme tekne. Ben diyeyim 20, sen de 30. Yelkenliler, motor botlar, boy boy, biçim biçim. Yeri ama guletti, tirandildi görünmüyor. Şeridin bu yanında bir başıma, imparatorluk donanmasının kıstırdığı bir korsan kayığı gibiyim.

Arkamı dönüyorum, dağa taşa tırmanan evler, halk plajının kurtarılmış kumsalı yanında iskelelerden uzanan sıra sıra, renk renk şezlong.

İnsandan yana boş ve sessiz ama ne kalabalık!

Gözüm daralacak olduğunda, onca yıl fotografla boşuna uğraşmamışım, odak kaydırıyorum.

Hala berrak ama teknelerle artık kristal gibi olmayan pazensi Ege mavisinde balıklar. Güzelim kayalık tepeler. Okaliptusu, çamı, makisi, palmiye, begonvil ve kaktüsleriyle yeşil öbekleri.

Biraz daha derinde, beni öteden beri buralara bağlayan, zenginliği söze gelmezliğinde o his.

Kalabalık geçici.

O his baki.

Ciğer dolusu şükranla çıkıyorum.



17 Haziran 2020 Çarşamba

SAVRULAN BİR BEDEN


Büyük turuncu şamandıraya kadar yüzdüm. Geri dönüp kıyıya baktım. Belediye kahvesinin oradaki sicim renkli tanıdık sokak köpeklerinden biri. Soğuk suya hiç duraksamadan giren bir çift. Sabah erken. Başka da kimse yok derken halk plajının iki yanı zakkumlu girişinde biri dikkatimi çekti. Durduğu yerde dört bir yana savrularak hoplayıp zıplayan bir adam. İp mi atlıyor diyecek oldum ama elindeki (görebildiğim kadarıyla bir şey tutuyordu) atlama ipiyse bu dağınık hareketlerle çoktan yere kapaklanmalıydı.

Anlamaya çalışmayı bırakarak seyretmeye koyuldum. Yeteneksiz birinin stilize Kızılderili dansını andırıyordu. Bir kolu bir yana doğru zembereğinden boşanırken diğer yandaki bacağı kızgın saca üst üste basar gibi sekiyor, gövdesi akülü tornavidanın zorlamasına dayanan bir vida benzeri değişen bir aks etrafında sarsılıyordu.

Toplamı adeta oynatıcısı sara krizine tutulmuş bir kukla.

Şaşırtıcı olan, böyle bir savruluşun ortasında sürdürdüğü dengeydi.

Neden sonra kıyıya paralel uzaklaştım. Dönüşte biraz açığımdan kolları bacaklarıyla suları köpürten biri yaklaşıyordu. Arada şiddetle alıp verdiği nefeslerin tıksırığı hatırlatan sesi yükseliyor, yüzüşüyle birlikte başındaki haki beysbol şapkasının siperini asabi bir hareketle bir öne bir arkaya çeviriyordu.

Sırtüstü, yüzüstü, suyu köpürtmediğinde kulaçları güçlü ve düzgündü. Ama çoğunlukla tımarhane yatağında bir deli gibiydi.

Beni geçti. Geri döndü, yeniden geçti. Tıksıra poflaya, köpürerek denizden çıktı, gitti.

Beden buydu. Kıyıdakiyle aynı kişi olmalı.

Aklım gün boyu ona ardı ardında bir kafa, ruh uydurmaya çalıştı.



Bir hikaye.

12 Haziran 2020 Cuma

GÜNEY HANIM


Gül aradı. “Annemi kaybettik.”

Yüreğimin bağı çözüldü.

Yorgundu artık. Sağlık sorunları vardı ama fikri ölümle bir araya gelmez insanlardandı.

Güney hanım!

Hayatınıza girdi mi yerini dolduran, derinleştiren bir dost. Yüreği, zekası, sadakati, sebatı, doğruluğu, gülüşü, kızgınlığı koskocaman.

Güney hanım dendi mi başını geriye atarak patlattığı kahkahalarıyla canlandı yüzü hep. Mizahı, hazırcevaplığı.

Babamla çalışma arkadaşlığıyla başlayıp aile hissime dahil olan yakınlığı hayatlarımıza birçok noktadan dokundu, akışlarının değişmesine aracı oldu.

Zorlu bir hayatı oldu ama sadece kendi yaşamının mücadelesini vermedi. Haksızlığa uğrayanların önünde siper, hata yapanların uyarıcısıydı. Ama müdahale olarak algılamazdınız. Niyetinin som, görüşünün berrak olduğunu bilirdiniz çünkü. Sevdiğini uzaktan sevmediğini.

Paylaştığımız onca an, yolunu açtığı dönüm noktaları varken ilk canlanan hep o doğum günüm oluyor, ne tuhaf! Lisedeydim. İkizlerini ve beni alıp Soysal Pasajına götürmüştü. Armağanımı seçmeye. Bir buluz aldık. Bir şey daha dedi. Quincy Jones’un Mellow Madness’ını istedim. Duygusu nesnelerini aşan büyüklükte bir hediye olmuştu o gün. 45 yıldır Mellow Madness’ı, Bluesette’i armonilerinde Güney hanım titreşmeden dinleyemem.

“Kalp yetmezliği vardı. Gece yarısı beni çağırdı.”

Fikri ölümle bağdaşmayan insanın geride bıraktığı evi içimde yaşıyorum. O şiddetli kesintiye uğrayışı. Darmadağın oluşu.

“Yastığı kan içindeydi.”

Ölümün hayata amansız, apansız şamarını yiyen duyguların, parça parça düşüncelerin, setleri yıkarak taşan anıların çalkantısını.

İkizlerini, torunlarını, onca sevdiği ve sevenini.

“Hemen ambulans çağırdım ama hastaneye yetiştiremedik. Yolda gitti.”

Ah, Güney hanım!

Dişi bir aslandın sen, muhtaç bir hayatın kafesine giremezdin.

Bencillik tabii ama peki ya biz demeden edemiyor içim. Varlığın kadar yer tutan yokluğunu yaşayacaklar?

Dünden beri Mellow Madness’ı dinliyorum. Seni renkleri hiç solmamış günün anısıyla uğurluyor.

4 Haziran 2020 Perşembe

EEE?


Yaz geldi. İnsanlar sıkıldı. Ekonomi daraldı. Dünyaca salgını üzerimizdeki ekmek kırıntısı gibi silkeleyip açılıyoruz.

Kaygıya anca ayak uydurur olmuşken bu ani ve kitlesel sahne değişikliği bende hafif bir sersemlik yaratıyor. Bir tarafa hızla karıştırılırken kaşığına birden yön değiştirilen çayda bir tane gibi hissediyorum kendimi.

Bizi tek bir fanus altında toplamış en azından başlığı tek bir tehdidin ön plandan düşmesiyle konular yeniden çil yavrusu gibi dağılıyor. Sahneyi ABD’yi sallayan protestolar, toplumsal-kişisel endişeler ve hareket dolduruyor. Dekor da gamsızlık, kaygısızlık esinleyen güzelim yaz.

Durun, durun diye sesleniyorum gerilerden.

Neydi, ne oldu?

Bize alev saçan, saçmaya da bir iki yıl devam edecek bir ejder gibi anlattığınız şey süngüsü aniden düşüp ehlileşen bir yusufçuk mu oluverdi? Yoksa zaten öyleydi de kıçına bakan maymun paniğine mi boğdunuz bizi?

Onca sayım döküm, rakam peki? Baştan beri bağırtısıyla çok da ilintili görünmeden aynı minval üzerinde sürüp giderken hükümet kararıyla mı konu olmaktan çıkarıldı? Aslında ne oldu? Aslında ne olduğunu hiç öğrenecek miyiz?

Ardından kafamı kaşıyarak koronavirüse dönüyorum.

Sen bu işten bir şey anladın mı?

Neydim ne oldum diyor musun? Ben neymişim be abi diye şişinirken neredeyse virüs yerine konmaz olacaksın. Baksana, insanların ilgisi dağıldı gitti -gerçi yine de gurur duyabilirsin; o oynak ilginin bir şey üzerinde bunca durabilmesi az değildi. Ama kitle alışıklığı sürü bağışıklığının önüne geçti bile işte. Şişirilmiş bir anlatıdan ibaret idiysen sana, değilse bize geçmiş olsun.

3 Haziran 2020 Çarşamba

DOLU MU BOŞ, BOŞ MU DOLU?


Çoğu insan hayatın çoğunu kafasının içinde geçirir. O zaman bari orayı hoş tutalım demiş biri.

İyi demiş.

Yorumlar, kurgular, anlatılar, sorun, açıklama ve çözüm tanımları, bunların yan ürünü kaygılar, sevinçler, az mutluluk, ziyadesiyle mutsuzluk.

Hayata öyle bir filtreler silsilesi ardından bakıyorsak yaşam alanımız da haliyle kafamızın içiyle sınırlı. Filtre de sözcüğün ima ettiğinin tersine, olduğu yerde kalmamak şöyle dursun, diğerleriyle sürekli çatışma, gerilim halinde olduğundan bu “yaşam alanı” çoğunlukla ya açıktan açığa kavga, çekişme, çelişki içinde ya da dinamiklerin birbirini sönümlemesiyle fersiz, tatsız tuzsuz.

Ne yapalım, dünyaya bir yüzü lütuf, diğeri lanet olan böyle bir donanımla gelmişiz.

Ama karşıtlıkların olduğu yerde insana bir oyun alanı da var demektir.

Lanetten lütfa doğru nasıl gidilir?

*
Başka türlü bir ilişkilenme biçimini önce hayal etmekle başlamadıkça birlikteliklerimiz insanın insanı kendi gürültüsünden, içindeki çalkantıdan göremediği, duyamadığı, işitemediği, yerine ona ilişkin fikrini koyup bununla hasbıhal ettiği bir buluşamamadan ibaret kalıyor.

*
Yer açmak. Nefes almaya, Hayata. Kendime. Olan’dan uzaklaştıkça hummalı bir bakteri kültürü misali çılgınlaşan bir hızla kendi gerçekliklerini yaratan düşünce-his-izlenim-kaygı girdabının şalterini indirdiğim gibi sahneyi kafamın dışına açmak.

Susmak bir. Bakmak. Kulak vermek. Kim oradaki? Onun yaşam alanı nasıl bir kafa yapısıyla sınırlı?

Bölünmemiş dikkatimi sunmak.

*
Yer açmanın anlamını ben kendi hoyratlıklarımın, özensizliğimin, aymazlık ve kayıtsızlığımın yankılarından, yansımalarından öğreniyorum.

Geri dönüp kendimi (sürekli bir ben-ben-ben- ilanı) boca ederek boğduğum anlara, kaçırdığım fırsatlara suratım buruşarak baktığımda.

Zihnin matahmış gibi yaşadığım lanetini tersine çevirme esini öyle geliyor.

*
Yer açmayı öğrenip tadına vardıkça boşluğun anlamı değişiyor.

Kaçıştaki zihnin yüklediğinin tam tersine dönüşüyor.

Yoksulluk, yoksunluk değil. Kafa içi kalabalığının askıya alınışıyla tazeye, bilinmeyene, potansiyele açık. Hayatın gevişi getirilen imgeleri, simgeleri yerine kendisiyle dolu.

Boşluğun böylesinin tadına vardıkça değeri de artıyor.

Onu ortaklaşan bir mevcudiyetle, dikkatle paylaşma özlemi. Yoksa da kendi kendine yaşama isteği.

Doluluk, zenginlik denilen şeyler maddi tüketimin zihinsel, duygusal karşılığı gibi gelmeye başlıyor. Faaliyet, nesne, ilişki bolluğu gözümde sığlaşmaya. Körüklendikçe doyum değil, daha fazla açlık, bağımlılık, dürtü kontrolsüzlüğü getiren bir zorlanım gibi görünmeye.

Boşluğu takdir etmeyi kendimden başlayarak öğrendikçe o dolarken doluluk boşlaşıyor.

Bu tersine çevriliş, yaşam alanları kafalarının içiyle sınırlı insanlar kalabalığından öteye bir yol olur muydu acaba?

2 Haziran 2020 Salı

LİMON REÇELİ


Dilim ondan ekşisiyle tat katmasını, tatlısının içilir, olmadı, yan rolde olmasını beklemeye alışmış. Limonla farklı ve baş rolde karşılaşınca afalladı.

Limon reçeli.

Kızılderili kılığında bir Çinli görmüş gibi oldu.

Dur, dedim, hemen karar verme, bilememe halinde kal. Ustanın çetin bir koan verdiği Zen çömezi gibi biraz.

Bir iki sabah sonra önce tanıdık, arkasından arkadaş olduk.

Artık kahvaltılarda tadım sende! oynuyoruz.