19 Aralık 2011 Pazartesi

ÇEKEN BİLİR: SİNESTEZİK BİR SOHBET

“Alarmına da isim taktın mı?”

“Hayır. Alarm işte.”

“Murtaza olabilir bence, bekçiden.”

“I-ıh! Yumurta kokulu değil ki.”

“Murtaza yumurta mı kokar?”

“Tabii. Kokmaz mı? İşittikçe burnum düşer. Olacaksa alarma kireç beyazı bir ad gerek.”

“Süheyl?”

“Simsiyahtır o, içinde kızıl diller olan. Röfle atılmış saç gibi.”

“Sebastian (şu senin hayali uşaktan)?”

“Beyaz diyorum ya! Sebastian da haşlanmakta olan lahana kokululardan. Ve sarı-bej. Daha çok ölgün sarı..”

“Tamam pes! Manyak kadın, benim ne alakam olur isimlerin renkleri ve kokularıyla!”

“Ne tuhafsınız!”

.

15 Aralık 2011 Perşembe

ALARM!



Yanım yöremde kapılar hızla çelikleşirken ben (bunlara biraz da gizli bir burun kıvırmayla) aldırmadım. Felsefem onların kapılarından daha sağlam görünüyordu: Bildiğin tahta kapı hırsıza açık bir mesajdır. “Bak! Hiç sakınılmadığına göre bu kapının ardında zahmetine değecek bir şey yok.”

Kaldı ki diyordum, bu da hayatta bir kez açtığın alanı hızla dolduran, durmadan da fazlasını isteyen şeylerden. Cep telefonu, bilgisayar, Facebook gibi. Güvenlik fikri! Elini verirsen kolunu kaptırırsın. Verdiğinden çoğunu alır. İyisi mi kafandan, böylece hayatından uzak tutmak.

Fena gitmiyordu. Sokağa, apartmana, komşulara dadanan hırsızlar kapı gibi sağlam “mesajımı” on beş yıldır doğru okumuş, bir bana ilişmemişlerdi -ta ki sembollerden pek anlamadığı anlaşılan bir tanesi bu yakınlarda kilidi kurcalayana dek.

Peki. Eşeği bağlayacak daha sağlam bir kazık bulalım bakalım.

Güvenlik sistemi şirketini aradım. Daha keşfe geldiklerinde yüreğim daralmaya başladı: Pencerelere sensorlar (çelik makasıyla kıtır kıtır kesilip sardalye kutusu gibi açılıveren pencere demiri hikayeleriyle desteklenmiş). Hareket detektörleri (“Gece tuvalete kalktığınızda odanın şu tarafına geçer misiniz? Açısını ona göre ayarlayalım”). Bakkalın çırağının caniye dönüşeceği tutar da arka cebinden çektiği bıçağı gırtlağınıza dayayarak sistemi devreden çıkarmanızı hırlarsa istediğini yapar gibi görünüp aslında doğrudan polisi harekete geçirecek acil durum şifresi. İtfaiye, polis ve ambulansla bağlantılı “panik düğmeleri” (“Arzu ederseniz bunlara bastıktan sonra önce sizi arayıp teyit alırlar, bu adımı atlayıp düğmelere bastığınız an kapınıza gelmelerini de programlayabilirsiniz.”)

Düğmeler, şifreler, kodlar, 160 desibel şiddetiyle bir hata yaptığınızda siz ya da hırsız kardeşe feleğini şaşırtacak siren, fıldır fıldır dönüşünü hayra mı şerre mi yormalı, kararsız kaldığınız mavi uyarı ışığı. (Masalların hazine mağarasını koruyan zümrüt gözlü, alev dilli ejderi yerine 20 x 30 cm. beyaz plastik kutuya gömülü bu ışık! Gittikçe çaptan düşüyoruz.)

“Sistem” (ay, bir sistem daha!) gelip hayatımın, mekanımın orta yerine çöküverdi.

İçimden gelen, adamları kibarca gönderdiğim gibi ne kadar pencere varsa kapıyla birlikte ardına kadar açıp yere sırtüstü uzanmaktı. Onun yerine sözleşmeyi imzaladım.

Ertesi gün gelip etrafıma sıkı bir ağ gibi ördükleri kabloları döşediler. Elektriğe, telefon hattına bağlayıp hayata geçirdiler. Sistem yataktan doğrulmaya hazır Frankenstein gibi yavaş yavaş dirilirken ben kendimi onun boşaltacağı yatağa yığılıyor hissediyordum.

Artık “güvendeyim” ama özgür değilim: Korkudan, aldırmaktan özgür. İçi içe yedirten kurt, fikrimden cismime yerleşti. Oradan da fikrime daha fazlasını yaptırtmak için (çelik kapı, çelik kapının önüne demir parmaklık) elinden geleni ardına koymayacak.

*

İşlerini tamamlayıp gitmeden önce bütün bu salatanın nasıl işleyeceğini “kısaca” anlattılar. Karayipli şeften mango soslu, romda marine edilmiş pasifik tavuğu tarifi alır gibi kafa salladım. “Bilmek istediğiniz diğer konuları el kitabınızda bulabilirsiniz” deyip beni bu gönülsüz varılmış kaba, haşin kocayla gerdeğe girmek üzere baş başa bıraktılar.

El kitabına tembellik ve disleksi karışımı bir uzaklıktan baktım. (Elime aldığım birkaç yapraklık her kağıt malzemede yaptığım gibi kokladım tabii ama okumaya yeltenmedim.) Sistemi kurmadım. Ama plastik muhafazada el kitabıyla verdikleri çıkartmalardan birini (“Bu mekan filanca tarafından korunmaktadır”) balkonun dışına yapıştırdım. Güzel durdu.

Sabah firmadan sisteme katıldığım için bir tebrik mesajı geldi ama ben onu şöyle okudum:

“Alıp taktırdığınız, kullanamayacak kadar kafasız olduğunuz bu sistemin sizi ezoterik güçleriyle korumasını temenni ederiz!”

14 Aralık 2011 Çarşamba

POLARİZE

Fotografa gönül verdiyseniz hakkını da vermeye meylediyorsunuz.

Gidip filtreler aldım. Işığı alışılmıştan farklı süzüp gözü kapıldığı rehavetten silkeleyerek çıkaracak renkli şeyler. Ama asıl, bir polarize filtre ki az tutmamış parasına döne döne değiyor (çevrilebilen halkasıyla koyuluğunun ayarlanabildiği düşünüldüğünde kelimenin tam anlamıyla!).

Düz yüzeylerdeki yansımaları, aşırı parlamaları emiyor bu filtre. Işığı sıkılaştırıp yoğunlaştırırken görüntüyü netleştiriyor. Güneş vurmuş deniz, ışık alan camlar, yaygın ışıkla doygun gökyüzü, şaşaasından, görsel laf kalabalığından ayıklanıyor. Bin bir yansımanın aradan çıkmasıyla özne nasılsa öylece ortaya çıkıyor. Konu temiz, fazlalıksız, doğrudan bir ifade buluyor.

*

Çevirmekte olduğum kitabın yansıtmalara ayrılan “göbeği” çağrıştırdı. Şu polarize filtrelerin insan ilişkilerindeki dengi de varlığına değer.

Gemi azıya alan parlamaların, yansıtmaların kesilen önü. Yansıtma dediğiniz, kendiniz için arzuladığınızı ya da kendinizden beklediğinizi karşınıza ilk çıkan uygun taşerona havale etmek olarak özetlenebileceği için de, bununla alevleniveren tutkunun (peşi sıra gelen kaçınılmaz düşüşlerle birlikte) oyun dışı bırakılması.

Evet.

Bir insanı kendinizi, yansıtmanızı aradan çekerek seçmek, görmek, sevmek.

Temiz. Fazlalıksız. Doğrudan.

12 Aralık 2011 Pazartesi

EH

İnsanlığın halinden yakınan birine Zen hocası, tavuğa dönüşemeyen yumurtayı dert edinir miydin, demiş.

5 Aralık 2011 Pazartesi

ORMANDA MÜZİK

Cumartesi gününü doğada geçirelim dedik. Dördümüz düştük yola. Levent teybe Alaska ritüel müzikleri koydu. Kanım kaynayıverdi birden. Arkadan onun yepyeni bendirini aldım, başladım vurmaya. Bendir el değiştirdiğinde başka sazlar buldum kendime; ince plastik bardak, arabanın sert plastik kısımları, hatta arabayı kullanan Levent’in kafası.. Birlikteyken her zaman nasıl olmuşsak öyleydik yine; estiği gibi davranıyorduk, özgür. Biri bendir çalıyor, biri uyuyor, öteki kendi yolculuğunda, biri de müziğin içine düşmüş..

Yolu kaybedince asıl niyetlendiğimiz yerden vazgeçmek zorunda kaldık, benzinimiz bitmek üzereydi. Onun yerine Tekke Dağ diye bir yere saptık. Kendimizi karlar içinde bir çam ormanında bulduk. Çıktık dışarı, müthiş bir soğuk! İnin cinin top oynadığı ormanda yürümeye başladığımızda göğün sabahtan beri süren bozluğu aydınlanıverdi birden. Aman ne hoş! Hoplaya zıplaya tepeye tırmandık, içimizde ritüel müziğinin titreşimleri. Her şey müzik aleti olabilir, dedim. Biri açılmış, diğeri kapalı iki kozalak aldım yerden, birbirine sürttüm. Güzeel! Aynı şeyi ikisi de açık ya da kapalı kozalaklarla denedim. Sonra dal parçaları vs bir sürü şey bulduk sazlaşan. Durduk, kendi müziğimizi yapmaya koyulduk. Biraz ilerde, bir kar adacığının içinden geçen Levent’in botlarından da müzikleşiverecek sesler geldi; şimdi işin içine ayaklarımızı da katmıştık. Kar üzerinde dairesel yerli dansları.. Melodi? Bunca ritmik çıkışa taban olacak uzunlu kesikli, birleştirici bir melodi fena olmazdı, evet. Ortak ruha uygun bir şey ıslıklamaya başladım, o an oluşan bir müzik. Yaşasın! Müthiştik. Ne sınır vardı doğayla aramızda, ne engeller. Yaşam, hissediş ve oluş. O kadar. Kahkahalar yükseldi içimizden. Tepeyi gerisin geriye indik. Mavileşen havadan incecik, kristalsi bir kar serpintisi, ışıyarak geldi geçti. Yerlerde pas rengi küçücük mantarlar, toprak yumuşacık. Arabada içimizden bir kez daha yükselen müziğe bendiri de kattığımızda güneş az ötemizde iyice çıktı bulutlardan ve yerde üzerimize doğru gelen ışıklı bir leke oluştu. Dokunduğu her şeyi canlandıran bir ışık parçası.. Enfesti. Sözcüklerin ötesinde dokunuyorduk birbirimize ve her şeye. Işığın parçası gibiydik.

*

(Eski yazılardan.)

4 Aralık 2011 Pazar

ÜÇ YIL ARADAN SONRA İSTANBUL

Üç yıl aradan sonra kalktım İstanbul’a gittim. Benim İstanbul duygularım kentin kendisi gibi yanar-döner, sevgi-sevmeme, ürküntü-çekim.. bir arada. Ama bu kez şehre girişte çarpıcı gelen çirkinliğe duyduğum tepki dışında ürküntü yoktu; kendimi hiç sakınmadan İstanbul’un içine düştüm. Büyülendim, sarhoş oldum.

İstanbul’da belediye otobüsüyle dolaşmayı seviyorum. Sırtüstü çimenlere uzanıp gündüz düşleri görmeye benziyor. İnsanı alıp götüren bir görüntü ırmağı. Bir seferinde Karaköy’de inip Galata’nın arka sokaklarından, bayıldığım hurdacı, hırdavatçıların arasından Beyoğlu’na çıktım. Cephelere, vitrinlere baka, tadını çıkara yürürken bir yakınımın çalıştığı yüksek binayla burun buruna geldim. 17. kattaki ofisinden Sarayburnu’na bakış soluk kesiciydi! Galata kulesine kadar daracık sokakların eğrileri, alçak yapıların aralarındaki enli ensiz yeşil şeritler, kiliselerin çatıları, damların dalgalanan kiremit ovası. Sonra Haliç’in ağzı, karşıda tanıdık siluetleriyle Sarayburnu, ötede (“Yapıların üzerinde deniz! Tıpkı gravürlerdeki gibi.”) Marmara, gemiler, tekneler, bulutlardan süzülen huzmeler.. Ah! Işık değişimlerini oturup saatlerce seyredebileceğim bir yer.

Ertesi gün atladım otobüse, Eminönü’nde inip Mısır Çarşısının içinden Cağaloğlu’na çıktım. Ne hareket! Bütün içim DAHA DAHA! diye bağırıyordu ve kırıntısını kaçırmadan içime çekiyordum insanlarınkine karışan baharat renklerini. Sonra buna dinselliğin, yakın ve uzak tarihin renkleri katıldı. Vurdum Sultanahmet’e. Ayasofya’ya daldım, oradan İbrahim Paşa Sarayı’na. Halk köftecisini atlamadım elbette. McDonalds’a inat her yerde pıtrak gibi biten aşırı hijyenik, modern “şubelerinin” tersine kendisi aslına sadık kalmış; kalınca bir birikmiş yağ tabakasıyla kaplı masalar, kışın talaşla örtülen eski zemin.. Sirkeci’ye inerken Arkeoloji Müzesine de girdim. Dikkatin yoğunlaştırıldığı bir gezi değildi benimki. İstediğim, önünden o anıma uygun bir ritimle geçtiğim insanların, mekanların, nesnelerin algıma giriş çıkışlarındaki akıştı. Sıra gözetilmeyen bir saydam gösterisindeki gibi. Öyle de oldu. 17. yy Uşak halı parçaları zenci turistlerin rengarenk takkelerine, Ayasofya’nın mermer sütunları lokanta çığırtkanlarına, Selçuklu çinileri alacalı çınarlara ve kanca Roma burunlarına karışarak aktı gürül gürül. Vapurla karşıya geçtim. Baharatlardan insanlara, etnografyadan turistlere, martılardan, teknelerden arkeolojiye.. şölen sofrasına oturtulmuş gibiydim! Benim için esaslı bir besin kaynağı bu cümbüş ve İstanbul, bunun dünyada en bol kepçeden sunulduğu noktalardan biri olmalı. Enfes! İnsanlarımı gördüm, aileyi. Sevgiyle kuşatıldım, bir güzel ağırlandım. Çocuk coşkuma taze acımın hüznü karıştı, allak bullak oldu içim, ağladım, güldüm, ellerimi çırptım.

*

(Eski yazılardan.)

3 Aralık 2011 Cumartesi

SES AVI

Güllük’te kaldığım Aralık haftası içinde kah dolu dolu yağmur yağdı (muz ağaçlarının geniş yaprakları üzerinde trampet sesleri), kah lekesiz bir güneşle neredeyse denize girilecek kadar ısındı hava. Işık bir boğuldu, bir açıldı, nabız gibi attı durdu. Mevsimlerden ilkbahar olan bir sabah dalyana yürüdüm. Kıyısında süren havaalanı inşaatıyla dalyanın son sakin zamanları..

Yanı başımda koruyuculuğumu üstleniveren oyuncu bir kangal yavrusu, cebimde de küçük ses kayıt aleti. Bu aletle dolaşmak, zihnimin yüzdüğü sularda balık avlamak gibi bir şey. Ses toplamak. Yağan yağmuru açan güneş izlediğinde otlar şişer, bereketlenirmiş bütün toprak örtüsü. Islak toprak yolun iki yanında bu canlandırıcı döngünün fırça darbeleri vardı işte. Rengarenk bir yaşam soluğu. Aşağıya, dalyana doğru tepeleri çıkıp inerken kulaklarım da hışırtılar, haykırışlar, çeşit çeşit ötüşteydi. Denizden balıkçıların, küçük teknelerinin sesleri geliyordu. Yamaçlardaysa ağaçların, makilerin ve daha yumuşak bitkilerin arasında dolanan rüzgarın sesine kuşlarınki karışıyordu. Beklenmedik bir anda çoğalarak yükselen bir ötüş bandosu. Zeytin ağaçlarının ötelerinde inip kalkan bir çift balta işitiliyordu. Estiğinde sesleri oraya buraya dağıtan rüzgar, kuşlar, balıkçılar, iri böceklerin vızıltısından oluşan bütün bu hareketli dokunun ardındaysa her birini tüm diğerlerine duyarlı kılan bir düzenin bağı vardı. Baltaları dinledim. İnip kalkan tok sesleri, onları kuşatan bütün bir ses dokusuna kendiliğinden uyuyor, bu doğal orkestrada vurmalı etkisi oluşturuyordu.

Cebim, geri dönüşlerle aralarındaki düzeni keşfetmekten kendine özgü bir zevk aldığım seslerle dolu, köye döndüm. Gök bulutlanıverdi, derken yağmur ve muz yapraklarındaki trampet başladı yeniden.

*

(Eski yazılardan.)

2 Aralık 2011 Cuma

PEKİ, İDEAL YOK MU?

Peki, İdeal yok mu, dedi Güler.

Var (öz, o) ama yaşam içinde kalıcı değil, dedim. Olamaz da. İdealin dışavurumu sadece belli bir an. Güneşin bir an belli bir açıdan bir yaprağa düşmesi gibi. Oysa her şey hareket halinde. Yaprak kımıldıyor, güneş bulutun ardına giriyor, ışığın açısı değişiyor. Değişiyor o belli vuruş. İyi ki de böyle. Çünkü kalıcılaşan İdeal, bu hareket dünyasının ölümü olurdu, zamanın sonu. Evrenin “la” sesini veren diyapazon gibi İdeal. Akortta kalmak için onu aralıklarla duymak gerek. Ona uyumlanarak yaşamak, hareket içinde la’dan kaymak ve iç kulağını yeniden ona açmak.. Tıpkı her parçanın sonunda sazlarını yeniden ayarlayan bir orkestra gibi. Bu böyle sürüp gidiyor işte.

*

(Eski yazılardan.)

1 Aralık 2011 Perşembe

GÜNEŞİ CÖMERT BİR GÜN

Güneşi cömert bir gün. Yüzüme yağan ışığa, güneşin saçtığı “beta taneciklerine” minnet duyarak parka yürüdüm. Suyun kenarında oturup yüzeyin ilgisiz bir bakışa durgunmuş gibi görünen mikro hareketine dalmayı seviyorum. Suya eğilen ağaçlardan düşen yapraklar, yaprakların çevresinde çoğalan, birbirine geçen dairesel dalgalanma, mevsimiyse kurbağa yavrularının yüzüşü, birbirini izleyen ışık-gölge oyunları, renkler.. Toprağın, ağaç gövdelerinin besleyici enerji alanında bütün bunlar beni varlık duygusunun derinliklerine götüren, dilersem tutunarak ilerleyeceğim, dilersem bırakıp kendi yoluma gidebileceğim kılavuz ip gibi.

Havuzu boşaltmışlardı. Yeşil kaymak tutmuş dibini kurutup temizlemişler, badanalamaktaydılar. Her zamanki yerime değil, vadinin karşı yakasında havuzu yukardan gören bir banka oturdum. Güneş sırtımdaydı. Göğün mavisini, ışığı seyrettim bir süre. Sonra dikkatimi havuzun içinde çalışanlar çekti. Üç kişiydiler. Şal deseni biçimli havuza turuncu bidonlar, beyaz tenekeler içinde boya malzemelerini koymuşlardı. Ellerindeki uzun fırçalarla bir kat boyadıkları havuza yeni bir kat geçiyor, böyle uzaktan görüldüklerinde bu sırada kendileri de hareketli bir resim oluyorlardı. Birisinin üzerinde, bidonlarla aynı canlı turuncudan bir gömlek vardı, diğerinin gömleği soluk mavi, gömleğin içine giydiği fanila da turuncuydu. Üçüncüsü ham bez renkli bir ceket giymişti.

Üç adam, sürdürdükleri sohbetin koyuluğuna göre birbirlerine yaklaşıp uzaklaşarak, değişen ikililer halinde gruplaşarak çalışıyordu. Fırçaların –sahibinin o anda susmakta ya da kiminle konuşmakta olduğuna bağlı olarak değişen- her hareketinde ıslak bir dil oluşuyor, güneşi üzerine çekerek alabildiğine canlı yansıtıyordu. Adamların birbirine göre hareketi ile tabanın kuru katmanları üzerine açılan bu dillerinki kusursuz bir uyum içindeydi ve hepsini ışık kuşatıyordu.

Havuzun bugünkü seyri, sözüm ona “durgun,” yeşil suyunun mikro hareketi kadar hoşuma gitti.

*

(İkimizin de unutup gittiği bu yazıyı arkadaşım Meral giriştiği derin temizlik sırasında bulmuş. Sudaki yansımaları tutkuyla fotograflayıp dururken bunun on beş on altı yıl öncesinden gelişiyle karşılaşmak tuhaf oldu.)