3 Aralık 2023 Pazar

SARI ŞAMANDIRA

 


Bir sabah perdeleri açtığımda karşımdaydı: Koyun ortalık yerinde sapsarı bir fenercik! Bu da nerden çıktı diye sorduğum arkadaşım, yok, o bir işaret şamandırası, dedi.

Ne yapıyor ki orada?

Belki tabanın sığlaştığı bir yeri işaretliyor.

Yeni mi aklına gelmiş de balıkçılar dışında teknelerin uğramadığı kış vakti göreve başlamış?

Orada batan bir tekne olduysa belki onu gösteriyordur.

Kim bilir kafasından neler geçiyor ama bu plastik minyatür fener, gözümün sabah ilk iş onu aradığı bir ahbap oldu.

Sarı plastik banyo ördeklerini andırmasıyla genel çocukluğun tatlı hislerini, küvetin sıcağı kuşatıcı, mis kokulu suyu, annenin dokunuşu, ördekle oyunlar vd uyandırarak gözümden kalbimde birikmiş anlara uzanıyor, içimi ısıtıp yumuşatıyor.

Dün yanlarından geçerken ağlarını onaran balıkçılara sordum.

Ha, o mu, dediler, şamandıra değil, büyük tekneleri uyaran bir fener, aşağıdaki balık çiftliklerinden kopup gelmiş. Sahil korumaya haber verdik, gelip çekecekler.

Etrafında sınır iplerinin beyaz makaralarından oluşma kopuk halkalar halinde denize yayılmış, adeta zil çalan etekleriyle demek ta üç koy öteden bata çıka gelmiş. Tam da sarı plastik bir banyo ördeğinin yapacağı gibi.

Gözlerim onu arayacak.

 


2 Aralık 2023 Cumartesi

KESKİN BIÇAK

40 yıllık sebze bıçağını pazara, bileyiciye götürdüm. Yorgun bir beygir gibi çalışıyordu, bilensin. Ne vakit görsem tırnaklarımı uzatasım gelen taşı döndürdü (“Bunda güzel manikür yapılır, ha?”), bıçağı birkaç saniye tuttu. Dönüp zımparada pürüzsüzleştirdi. Bir parça gazete kağıdının ucuna şöyle bir değdirmesiyle incecik bir şerit kesivermesi bir oldu. Aynı kağıda sarmaladığı, şimdi artık Ferrari’nin şahlanan aygırına dönmüş deminki yorgun beygiri uzattı.

Bıçak, ertesi sabah kahvaltı çanağıma yeşillikleri doğrarken bir an kesme tahtası üzerindeki bu minyatür yağmur ormanında kaybolan parmağımın ucuna da gazete kağıdına yaptığını yaptı. Yüzeysel ve küçük kesikten durmadan kan sızarken profesyonel mutfaklarda çalışmanın akut tehlikesini tenimde bildim. Tevekkeli değil, eğitimleri teknikle başlıyor.

Zihnim bıçakla karşılaşmalara bilenmişken akşam Netflix’te karşıma Surgeon’s Cut diye bir belgesel çıktı, daldım içine. Dört bölümünde dünya çapında mesleğinde çığır açmış birer cerrahın öyküleri, yaklaşımları, bıçağı ele alışları anlatılıyor. Biri kadın, bir prenatal, bir beyin, bir karaciğer nakli bir de kalp cerrahının operasyon görüntülerini de içine alan hikayeleri. Ölüm-yaşam, kibir-tevazu, tanrı-insan; ameliyathaneleri büyük temaların arenası. İnsan bedeninde bilinmeyenin dipsizliğine dalar gibi giriyorlar. Devede kulak olduğunun fevkalade bilincinde oldukları ve durmadan biledikleri bilgilerini Prometheus’un ateşi sunuşu gibi insan hayatına sunarak. Tutkuyla, huşuyla, büyülenerek.

İyi kullanılmış bıçak onları ölüm, evren ve sonsuzluk karşısında yüceltiyor.

Belgeselin sonuna gelmeden bir arkadaşım başka bir cerrah belgeseli önderdi: Bad Surgeon. Starlaşmış İtalyan göğüs cerrahı Paolo Macchariani’nin tüyler ürpertici macerası. Yaptırdığı plastik yemek borularını, bedende çoğalıp protezi gerçeğine dönüştüreceği iddiasıyla kök hücrelere bulayıp taktığı umutsuz kanser hastalarıyla başlıyor. Daha sonra, birtakım yaşamsal olmayan sorunlar yaşayan sağlıklı insanlara geçiyor.

Macchariani, neşter ehli pek çok meslektaşı gibi tanrılığa yaklaşmak ile insan olmanın uçurumu arasında gidip gelmiyor; tanrı katını mekan tutmuş gibi dolaşıyor. Özgüveni fazlasıyla şişmiş, karizması yoğun ve sadece kadınları değil, ameliyatlarının çoğunu gerçekleştirdiği, İsveç’in yüksek prestijli Karolinska Enstütüsü (Nobel Tıp Ödülü burada veriliyormuş) yönetici ve birlikte çalıştığı hekimlerini, sayısı bilinmeyen denek bulduğu Rusya’da yöneticileri, kendi ülkesini, dünya basınını, gözleri kamaştırıp orada burada uç veren kuşkuları kendisi yerine susturup savuşturacak kadar ikna ediyor ve kurban yakınlarının rızasını alıyor.

Onca pırıltı ardında hiçbir dayanağı olmayan yönteminde doğrudan insanları kobay olarak kullanıp korkunç acılarla ölüme terk ediyor. Ve arkasına bile bakmadan yeni kurbanını (şu ülkeden güya aile kuracağı bir kadın, bu ülkeden bir ameliyat gönüllüsü) ağına düşürmeye koşuyor.

Foyası meydana çıktığında bile fazla bir bedel ödemeden yoluna devam ediyor.

Bıçak ve iki yüzü.

(Aslında çok daha fazlası. İnancımızın dayanakları ve körleştiren bir güvene kapılma mekanizmalarını da gözler önüne sermesiyle şu gündemdeki Fatih Terim Fonu bağlamında da pek ilintili.)

*

Bu sabah da, meyveyi onunla doğrama! diyen kendimi dinlemeyip diğer elimde bir parmağı kestim.

Sözü dinlenmeyen yanım, bu sersemin kanını durdurmak için kalkarken, “Sen kim Ferrari kullanmak kim! O işi kurtarıcı-katil cerrahlarla mutfak erbabına bıraksan?” diye söyleniyordu.

21 Kasım 2023 Salı

KULAK AYARI

Fire in the Mind adlı Krishnamurti kitabını okuyorum. Doğu ve Batı’da 70’ler ve daha sonra onunla yaşanmış diyaloglardan derleme.

İnsanlar ne vakit kendi ördükleri anlamlara kapılıp gidecek olsa K. araya girerek “Bir dakika” ya da “Yavaş yavaş ilerleyelim,” “Bağışlayın, ben bunu anlamadım” diyor. Hiçbir şeyi anlaşılacağı varsayımına, diyalogu da sözüm ona ortak, gerçekteyse herkesin kendi telinden çalıp diğerlerine de öyle bakacağı parçalanmış bir zemin olmaya bırakmıyor.

Onun kendinden hiçbir şeyi araya dikmeden soru ya da yorumlara kulak kesildiğini orada olmayan okur bile sayfalarda hissediyor. Katıksız bir kulak olduğunu.

Bu kadarı K. olmayı ister denebilir. Ama hiç değilse zihinsel bir şerh düşemez miyiz:

Sen ağzını daha açarken kapının arkasında bekleyen cevabımı yapıştırmadan önce bir kavrama senin yüklediğin anlamla dinlemeye kulak açmalı; onun benim kafamda yüklenen nitelikler, izlenimler, hisler vs ile kişisel çağrışımlarını askıya almalı.

Geçende Alain de Botton’un Bir duygu eğitimi kitabından söz açacak olduğumda arkadaşlarım “Olmaz öyle şey, duygu eğitilmez!” yollu itirazlarını yapıştırınca meramım kursağımda kaldı.

Tepki öyle güçlü, kendinden emin, yıllardır havalandırılmamış bir Hint mutfağının kokusu kadar baskındı ki daha ağzımı açmadan yorgunluk hissettim. Diyemedim:

Bir dakika, eğitimden SİZ ne anlıyorsunuz? Bir baktınız mı, AdB nasıl yaklaşıyor? Eğitim, kafamızı ona ilişkin dolduran koşullanmalardan başka ne anlam ifade edebilir? Yukarıdan aşağı olmak zorunda mıdır? Eşitler arasında karşılıklı bir akış olarak tasavvur edilebilir mi? Öyle bir eğitim bize neler kazandırır, nelere şifa olabilir?

Ama hayır! Yine saçmalıyorsun, o öyle olmaz, BÖYLE olur yaftası en yapışkanından tutkalıyla ağzıma yapıştırıldı.

Ekledi, bu alayın başı çekeni:

“Yıllar önce uçak yolculuklarında bir iki kitabını okumuştum, neydi hatırlamıyorum, hoşuma gitmemişti!”

E o zaman mesele yok diyorum şimdi, sen kutuna, ben kutumun dışına.

19 Kasım 2023 Pazar

KİNİZME İTİRAZIM

Kinizmin vurucu etkisini insanı (ya da toplumsal hareketleri) iflah olmazlıklarıyla kestirip atmak olarak özetleyebilir miyim? Sirke kadar keskin bir genelleme, indirgeme olarak?

Aroması alaycılık, küçümseme olabildiği kadar ona renk veren umutsuzluk, düş kırıklığı, yılgınlık da olabiliyor. Ortak kalan, kesinliği, keskinliği.

Kinikin burnumuza dayadığı kanıtı olgular. Söyle bana, dediğimin nesi yanlış diye soruyor.

Oysa yanlış, gösterdiğinde değil. Nirengileri, ölçütleri ve bunlarla çizili çerçevesinin iddialılığında.

Şunları şunları ön plana çıkarır, ışığı belirli bir çiğlikle üzerlerine düşürürsen, evet, benim de göreceğim gösterdiğin olur. Renkli çakıllarla yapılmış bir mandalanın tek bir anını öyle bir çerçeveler, aydınlatır, fotoğraflarım ki topyekûn bir felaketin ardından yeryüzünün görüneceği gibi görünür.

Ben bunu genelleme ve indirgemenin bir işi olarak görürken kinikin gerçekliği bu hükmüyle başlayıp bitmiştir. Kapı kapanır, sürgüsü çekilir.

İnançlı bir kinik olamayışımın nedeni düşüncem ve perspektifim kadar hislerime, izlenimlerime de bel bağlayamamak derken Dögen’de tam da bu kuşkumun sezdirdiği şeye rastladım.

*

Dōgen’s Genjōkōan: Three Commentaries kitabından:

 

Okyanusun vasıfları

Genjököan’da Dögen, bir tekneyle okyanusun ortasında olduğumuzda su dairesel görünür diyor. Teknemizde otururken okyanusa ilişkin söylenecek her şeyi bildiğimizi düşünebiliriz. Grimsi mavidir, yuvarlaktır, hepsi bu işte.

Ancak, diyor Dögen, vasıflarıyla okyanus sonsuzdur. Ne daire ne kare -ya da belki ikisi birdendir-, bize sonu gelmez vasıflar sunar. Bizim daire gördüğümüz, karmaşık biçimiyle engin ve derindir. Dipsiz derinliklerindeki dağlar ve vadilerin yanı sıra kimini görmeden hayal bile edemeyeceğimiz sayısız canlı barındırır. Solunacak oksijeni, kara yaratıklarını besleyecek balıkları vardır. Onu ömür boyu incelesek de bilgisinin sonunu getiremeyiz.

Okyanus imgesi dünyamızla ilişkimizin bir mecazı. Sadece gözlerimiz, kulaklarımız ve diğer duyuların yakaladığını algılıyoruz. Ardından bunu fikirlerimizin süzgecinden geçirerek yorumlayıp durumun gerçekliğinin de bu olduğunu düşünüyoruz. Ama her zaman daha fazlası var. Bunu unuttuğumuzda başımız derde giriyor. Bir parça deneyimle karşımızda ne varsa ona ilişkin her şeyi bildiğimizi sanıyoruz. Daire gibi görünse de sayısız özelliği olduğunu unutuyoruz.

Akılda tutmakta yarar var. Bize sunabileceği çok çeşitli niteliği olduğunu çoğunlukla unutup karşımızdaki kişiye ilişkin bilinecek ne varsa bildiğimizi düşünüyoruz. Pazar günü birisi, babasını hayatının kırk yılı boyunca tanımasına rağmen onun hep yeni bir yönünü -hiç bilmediği bir becerisini, bir fikrini- keşfettiğinden söz ediyordu. Tam artık her şeyi bildiğini düşünürken yeni bir şeyle karşılaşıyordu. Aynı şey yalnızca kişiler değil, başka her şey için de geçerli.

Onun için fikirlerimizin gerçek demek olmadığını unutmayalım ve bunlara dört elle asılmayalım. Hep daha fazlası olduğunu bilerek emin olmaktan çok merak duyalım. Hepsini asla bilemeyeceğimizi unutmayıp bilmemekle barışık olalım. Şu önümüzdeki kahve fincanında bile sınırlama olmaksızın uçsuz bucaksızlığı görelim.