25 Ağustos 2020 Salı

5 YAŞINDA


Ergenlikten çıkamayan bir toplumuz, dedim. Bireysel esenliğin kolektif esenlikten geçmesini tasavvur edemiyoruz. Etmiyoruz. Gemisini kurtarma, kural, sınır ihlalleri ile toplumun aleyhine olacak şekilde bildiğini okuma ve güçlü bir sürü zihniyeti, farklılıklara karşı zorbalaşma eğilimi el ele. Tuhaf.

Değil, dedi. Ergenlikten çok uzağız daha. 5 yaşına kadar yaşanan travmalar çözümlenmediklerinde gelişime sekte vurur. Kişiyi mantık öncesi dönemde tutsak eder. 5 yaşındayız daha ziyade. Bu çağda aile bir ölüm-kalım meselesidir. İnsanın hayatta kalması ona bağlıdır. Ortalığı ayağa kaldırsa, etrafını parmağında oynatsa da çocuk çemberin dışına tek bir adım atamaz. Hiçe sayar ama kıskıvrak da ona bağımlıdır.

Ürperdim.

24 Ağustos 2020 Pazartesi

KÜF KEDİLERİ


Öğrenmeyi yavru kedilerde seyret sen!

Küf kedisi yaz başında hamileydi, sonra karnı indi, memeleri çıktı. Karşı çatıya sırf sabaha karşı, av dönüşü gelmez oldu. Gün içinde birkaç kez havada yakalıyordum onu, köşe çamdan mancınıkla fırlatılırcasına terasa atlarken. Eski eşyanın, dolapların vs yığıldığı duvarın dibinde gözden kayboluyor, neden sonra çıkıp çam üzerinden aşağı iniyordu. Yeni düzen haftalar sürdü. Derken bir gün kendi desenine karışan fare büyüklüğünde iki yavru karnına yapışmış, duvar kenarında gördüm. Yavruları biraz güneşlendirip sığınaklarına götürdü.



Yavrular hızla serpilirken güneşlenme süreleri uzadı. Bu sırada hareketlendiler. Bedenlerini, kaslarını, pençe ve dişlerini birlikte keşfediyorlar. Mesafe nasıl kestirilir, nasıl atlanır, pusuya yatılır, pusudan kurtulunur, hasım neresinden dişlenmeli. Gölgeler ve esintiyle kımıldayan şeylerde yılan, çıyan, kuş, fare görüp saldırma alıştırmaları.. Yazılım hazır gelmiş, donanıma çalışıyorlar. Emdikleri iki yudum sütün enerjisi nükleermiş gibiler şimdi.

İlk adımları nasıl dokunaklı, acemiydi. Daha atılgan açık renklisi parmaklığın alçak duvarına hamle etti. İki karış mesafe çok geldi. Birkaç defa daha ve vazgeçti. Şimdiyse duvarı çoktan geçtim, parmaklığın daracık şeridinde aşağıdaki bilinmeyen dünyaya merakla baka baka yürüyor.

Beni (kendileri gibi olmayan bir canlı, ne de kocaman!) ilk fark ettiklerinde sığınaklarına kaçmışlardı. Elimde kamera gördüklerinde, tel kapının çıt çıtını işittiklerinde. Artık geceleri ailece kuruldukları küflü koltuk kadar dekorun parçasıyım.

Yavrular anneye de iyi geldi. Cüssesi, gücü dolayısıyla silinerek, görünmezleşerek hayatta kalmaya bakan kedi şimdi yayıldığı alanı ve etrafını dolduruyor. Dingin, saygın bir oturaklılığı var. Hayatın bir sırrına ermişliğinin ağırlığı. Doğa tarafından bunca zahmete oksitosin bolluğuyla kandırılmış, temas, şefkat alışverişiyle besleniyor, güçleniyor.

Yavrulara iyi bakıyor. Doyuruyor, kedisel bakım öğretiyor. Avlanma talimi yaptırdığını görmedim. Çatı, arada bir çıkagelen ve canhıraş savuşturulan bir sarman dışında güvenli ama doğal olmayan bir ortam. Ne zaman inecekler? (Atılgan olanın gözü dün köşe çamdaydı, epey bir hesap kitap yaptıysa da denemeye kalkmadı ama bu da yakındır -umarım arada itfaiyeyi çağırmamız gerekmez.) Başka kedilerle alan savaşlarını, rekabeti, hiyerarşiyi ne vakit öğrenecekler, öğrenmeye fırsatları olacak mı, kim bilir.

Şimdilik öğrenmenin sorumluluklarla ağırlaşmamış, kanıksamayla donuklaşmamış en tatlı, heyecan verici, oyunsu aşamasındalar. Hayatın kucağında ışıl ışıl bir yavruluk halinde.

Anaları insan bir anneye ne kadar benziyor ve ondan ne kadar farklı. Bir saldırıda canı pahasına korumaya hazır. Kaybında dişi bir kedinin yasını da gördüm. Ama uzamadı, dengelenen hormonlarıyla birlikte kaldığı yerden devam etti. Fark, insan dışındaki hayvanların hikayeler, senaryolar üzerinden yaşamaması.

Küf kedisi, kalbinin hala attığı sadece ağır ağır kıvrılıp bükülerek yılan dansı yapan kuyruk ucundan anlaşılacak şekilde sfenks pozunda uzanırken arkasında, etrafında yavrular tozu dumana katıyor. Hız ayarında ufacık bir hatayla aşağı uçacakları duvarın bir üstünde, bir dibinde birbirlerini kovalıyor. Aşka gelip analarının kafasına, karnına atılıyor, kuyruğunu tırpanlıyorlar.


Sfenksin kılı kımıldamıyor. Ne bir “Durun, koşmayın, terlersiniz, üşütürsünüz,” ne de “Aman ha, duvara çıkmayın, allah vermesin sonra..”

Bir iki hafta daha ve yavrulardan uzaklaşacak. Ben bir anneyim, artık sadece bir anne olarak var olabilirim deyip dört elle asılmak bir yana, onları da yaklaşmaya bırakmayacak.

Benden bu kadar. Doğurdum. Doyurdum. Temel bilgiyi verdim. Siz yolunuza. Ben de yeni yavrulara kadar kendi yoluma.

23 Ağustos 2020 Pazar

SEPETİM KOLUMDA


Konu mu değiştirmek istiyorsun?

Takıldığın yerden çıkmak?

Tazelenmek?

Öğrenmeye odaklan.

Öğrenmeye çalışmadan. Ufak, büyük, derin, gündelik ayrımı yapmadan, konu gözetmeden, bırak öğrenme kendiliğinden gelsin.

Güne sepetin kolunda başla. Mantar, yemiş, doğa ne sunarsa. Topla, al eline, evir çevir, at sepetine.

Zaten yaptığımıza can kat. Sayısız şey öğrenmemiş olsak bugüne gelmezdik. Ama nefes almak kadar yaşamsal olan bu işleyişi üzerine titremek yerine bayat, yavan bir azık haline getirebiliyoruz.

Öğrenmekten zevk aldığımız, önemine uyandığımız şeyler hep var. İlgi alanlarımız. (Olmadı, en düşkün haliyle dedikodu.) Öğrenme sayesinde günü, bazen hayatımızı kurtardığımız durumlar.

Öğrenmenin kendisini öne çıkarmaksa ufku en beklenmedik yerlerde genişletiyor. Olanaklar, seçenekler sunuyor. Merakı körüklüyor, ilgiyi, bağlantılar kurup türlü türlü ağlar örmeyi, bunlarla avlanmayı. İçgörü, esin yakalamayı.

Peynir rendeler, bir müzik cümlesi kurar, dolap yerleştirir, geri dönüp davranışlarını başka bir ışık altında gözden geçirir, çakıllı bir bayırı inerken.. En iyi bildiklerinle bile yetinme. Arada bir ezberi bile isteye boz, yeniden öğrenmeye aç.

Uzaklara, renkli yerlere seyahatlere ne gerek. Durduğun, olduğun yerde, sepetin her gün kolunda, çapını sen genişlettikçe genişlet.



Az git uz git.

21 Ağustos 2020 Cuma

YAVAŞLIĞIN KEŞFİ


Kaşif John Franklin’in biyografik romanını okuyorum. Açılış sahnesinden başlayarak olağanüstü bir hikaye. Kaleci bile olamayacak kadar ağır algılayan 9-10 yaşlarındaki John’a filenin ipinin tutturuyorlar. Maçın başından sonuna bu görevi hiç kımıldamadan yerine getiriyor.

18. yy sonları İngiliz taşrasında bol çocuklu, yoksulca bir ailede dünyaya gelmiş. Normalin altında kalmak en azından itilip kakılma, alay, aşağılanma konusu. Çocuksa yavaş ama aptal değil. (Onun algılama biçimini yaşatarak anlatan Sten Nadolny alıp götüren bir roman yazmış.) Arayı kapatabilmenin yollarını arıyor. İlerde denizci olduğunda düstur edindiği gözlemlerden biri de her geminin azami bir hızı olduğu, donanım, denizcilik ve rüzgarla ancak bu sınıra kadar gelebileceği oluyor. Bu onun kendini başkalarıyla kıyaslayıp onlar gibi yarışmaya kalkmak yerine kendinden, nasıl ise oradan yola çıkmasını sağlıyor. Sen farklısın, önce nasıl işlediğini anla.

Detaydan detaya çok ağır ilerlediğinden bu süre içinde kimsenin fark etmediği hayati noktaları yakalıyor. Bir duruma uzun zaman maruz kalan algılaması hafızasına bir kez giren her şeyin orada kalmasını sağlıyor. Müthiş bir bellek geliştiriyor. Süratin yerine zihnini bilgi ve teoride çalışılmış çözümlerle hazırlıyor.

Denizcilik gibi hızlı hareket etmenin büyük önem taşır göründüğü bir alanda tam da tersi özelliğiyle yavaş yavaş yer ediniyor.

Acil durumlar herkes gibi onu da korkutsa da herkesin aksine, aklına ilk geleni yapmıyor. Dağarını da işe koşarak enine boyuna düşünüyor. Sabır ve zamanlama en güçlü özellikleri haline gelmiş, birçok ölüm-kalım anında pek çok hayat ve gemiler kurtarıyor.

*
Kaşif Franklin ile karşılaşmamın zamanlaması da ilginç oldu. 20-30 yıl öylece duran kitap dağıttığım kitaplığımla birlikte okunmadan gitmişti. Bir zamandır aklıma (başlığıyla) düşmüş, çevirisini bulup indirdim, gömüldüm.

Pandemi, ona cevabım, çok yakınımda ani yaşam değişiklikleri yavaşlığın keşfini adına layık bir yavaşlıkla önüme koydu.

John Franklin temponun düştüğü, kesintiye uğradığı, hayatın akut, kronik ya da olası tehlikede olduğu, ruh sağlığının sarsıldığı bir dönemde aklın-algının bir köşesine iliştirilecek bir yol gösterici.

Etrafın, durumun baskısını hissetmeyi bununla harekete geçmekten ayır. Her zaman kendi gerçek halinden yola çık. Temponda kal, diyor.

Yavaşlamayı kendi hayatımda keşfederken John Franklin’in yoldaşlığı iyi bir zamanlama oldu.

20 Ağustos 2020 Perşembe

HAYVANLAR VE İNSANLAR


Biri veteriner, hayvan sahibi ya da seyircisi arkadaşlar konuşuyorduk.

Kedime evet ama sokak kedilerine asla balık artığı vermem dedi birimiz. Öyle bir telaşla yumuluyorlar ki kılçıklar gırtlaklarını parçalıyor. Ev kedilerininse acelesi, kaptırmama telaşı yok, kılçıkları sakince ayna gibi yapıyorlar.

Sokaklarda yaşamış hayvanlarla gözünü dünyaya evde açanlar arasındaki davranış farklarından konuştuk.

İlkleri hayata ilişirken diğerlerinin sere serpe yayılışından, derin bir güvensizliğe karşı güveninden, hayatta kalma dürtüsünün çok üzerinde bir konfor alışkanlığı, şımarıklığından.

İşin aslına daha yakın olanların sokaklarda yaşamış, yaşayanlar olduğunu düşündüm. Hayatta kalma mücadelesi kapıya dayanana dek korunaklı bir hayatın ha dendi mi dağılıp gidecek güvencesinin nasıl da sarsılmaz bir esirgenme yanılsaması yarattığını.

4 Ağustos’ta Batı Beyrut’un limana bakan yüksek bir binasının üst katlarındaki dairede, bir inşaatın üçüncü katının kenarında, bir ileri tetkik raporunun zarfı açılırken.. özündeki geçiciliğin, sürekli değişimin, belirsizliğin bir anda yüzeye vurduğu hayatın bir saniyeden diğerine öncesinden kopuşunu.

Ev hayvanından yanılsamaları dağılmış sokak hayvanına dönüşümü.

Evcilik oyunlarının yumuşatıcılığı, uyuşturuculuğundan hayatın hafifletilmemiş gerçeğine atılmayı.

Hayat neyse o. Kendimizi el üstünde bilirken sapı samanla karıştıran biziz belki de.

Sokakta yaşamış hayvanlar edinildikleri yerde dikkati çekmemeye, ev sahiplerini gazaba getirmemeye bakarmış.

Bıçak kemiğe dayanmadıkça, taş başımıza ya da çok yakınımıza düşmedikçe ev insanları tersini yapmıyor mu? Sonluluğa, incinirliğe, belirsizliğe karşı kafamız kumda, balık kılçıklarını parlatıp durmuyor muyuz?

12 Ağustos 2020 Çarşamba

MENUCHAS HANEFESH


Kimsesiz sabah denizinde gevşiyorum. Düşünceler seyreliyor. Yüreğimin kederi yumuşuyor.

Sükunetin derinlerine bırakıyorum kendimi. Yüreğim açık, hayat karşısında boynum kıldan ince.

*
Konsantrasyon kampından sağ çıkan adamın sözünü kendi eleğimden geçirerek bir kez daha hatırlıyorum:

Anan baban, kardeşin, yakınların, dirliğin düzenin ve hatta sağlığın bir anda elinden gidebilir. Bu dünyada tek bir değerli edinimin olabilir; eziyete bile galebe çalan derin iç huzuru.

*
Sözün aslı, Deborah Feldman’ın Unorthodox’undan:

Bu dünyada senin bildiğin her şey aslında sana ait değil diyor Zeidy. Her an elinden alınabilir. Bir iki öteberimin gece çalınabileceğini düşünmek ufak bir avuntu. Bir ana baba, kardeş, ev, giysi -bütün bunlar sahip oldukların, uzun vadede bir önemleri yok. Zeidy bunu bildiğini, çünkü her şeyi kaybetmenin ne demek olduğunu bildiğini söylüyor. Bu hayatta tek bir değerli edinimin olacaksa onun menuchas hanefesh, eziyete bile galebe çalan iç huzuru olduğunu. Atalarımız öyle güçlüydü ki en ağır koşullarda tüm sükunetlerini koruyabildiler; korkunç bedensel işkenceler, tarifsiz eziyetler dinginliklerini sarsmadı. İnancın varsa, diyor Zeidy, daha geniş bir açıdan hayatın ne kadar anlamsız olduğunu kavrayabilirsin. Tanrı katından bakıldığında acımız ufacık kalır ama ruhun keder yüklüyse gözünün önündekinden ötesini göremez, o vakit de asla mutlu olamazsın.

6 Ağustos 2020 Perşembe

EPHEBOS


Denizde karşılaştıklarım birkaç günde bir değişiyor. Onlar yolcu, ben şimdilik hancı. Onunla da öyle olur dedim ama bir iki hafta geçti bile, her sabah artık benden de erken geliyor.

İlk gördüğümde suda, açıktaydım. Sakınmadan gözümü diktim.

Kavruk keçi derisi tonunda yanık teniyle orta boylu bir erkek plaj boyu hafif bir koşu tutturmuştu. Dikkatimi ilk çeken teni oldu. Oradaki herkesten birkaç ton daha koyuydu. Herkesin aksine slip mayoluydu. Bir gram fazlası yoktu ama yapılı da değildi.

Bir iki kere gidip geldikten sonra plajın en ucunda denize arkasını dönüp esneme hareketlerine başladı. Bedenine hakimdi. Onu kasıntıyla değil, güvenle ortaya koyuyor, lastiksi adımlarla hareket ediyordu. (Arka bacaksız bir Kentaur dedim.)

Jimnastikçi kadar zarif, profesyonel sporcu kadar testosteron yüklü değil ama belli ki bedeniyle vurgulu bir ilişkisi var.

Belki de bir meselesi?

Ya tek bir dövmesi olmayan (bu zamanda ilgi çeken dövmenin yokluğu) vücudunu sergileme konusu?

Bakışları üzerine çektiğinin, farkların yadırgandığı bir yerde farklı olduğunun pekala ayırtında olmalı. Buna kayıtsız olmayacak kadar kendisinin bilincinde.

Meydan mı okuyor?

Tersine, görülmek, bakılmak mı istiyor?

Bedeninin delikanlı hatlarına rağmen 30’larının başında görünüyordu. Puer aeternus. Bir ebedi genç. Sonra bir gün karşılaşıp selamlaştığımda yüzünün çok daha yaşlı olduğunu gördüm.

Plaja gelenlerden onunla ayaküstü sohbet edenler, ardından bir heves bir iki jimnastik hareketi yapanlar oldu. Yaşlı bir adama uzun uzun bir şeyler açıklayışını seyrettim. Aynı lastiksi, güvenli hareketlerle elleri, kollarıyla konuşuyor, avuçları böyle normalden uzun görünen kollarının ucunda kürekleşiyordu.

İlk kez birinin gerçek hikayesini merak edecek olduysam da çelişkileri, soru işaretleri ile gözümün önündeki ve bunun barındırdığı uçsuz bucaksızlıkla yetinmenin daha cazip olduğuna karar verdim.

2 Ağustos 2020 Pazar

CAN VAR CAN VAR


Can çekti mi akan sular duruyor. Akıl, sağduyu. Keyif ya da sıkıntı, düğmesine basıldı mı da can kabına sığmaz oluyor. Bir sigara, sigaralar. Bir kadeh, kadehler. Bir tabak daha, tabak tabak.

Peynire atılan fareyi kuyruğundan kıstıran aynı kapan, canı da can evinden vuruyor.

Onu tüketmeli, bunu edinmeli, şunu çoğaltmalı. Peki al ve sus da denmiyor ki. Dürtü baştan sakat. Susuzluğunu avuç avuç acı biber yiyerek dindirebilir misin? İçinde açılan korku, kaygı, ruhsal açlık ya da ölgünlük boşluklarını da canının çektiklerinden örülen bağımlılıklarla dolduramazsın.

İçindeki ter ter tepinen mutsuz, arsız çocuğu pişirip olgunlaştırmadıkça yer etmiş davranış dolap beygiri gibi yerinde dönüyor.

Daraldın mı, uzan, tüket, aldatıcı bir tatminle soluklan, hemen ardından öncekinden de baskın bir daralmayla canın neyi çekiyorsa bir kez daha ona teslim ol.

Bu şey uzun vadede canına kast bile etse.

Can cana mı karşı o vakit?

Yoksa maymunu olduğumuz canımız, derdi de doyumu da bambaşka yerlerde, işitilmek için daha terbiyeli bir kulak, dost olmak için derinleşmiş bir söyleşi isteyen öz canın şirazesinden çıkmış bir uzantısından mı ibaret?