31 Mayıs 2014 Cumartesi

KIZIL

Sabah güneşinin yandan vurup yeşilini zümrütleştirdiği dağın güzelim biçimlerine baktım. Buradan son kez geçtiğini bilseydi.. dedim. Kim bilebilir ki. Bir iki kilometre sonra yeni yola çıktım. Jilet gibi olmuş tünele. Sonbaharda, daha toz toprak inşaat halinde izinle burayı kullanır, yolu kısaltırken bir defa da beni geçirmişti. Yardımını istediğim sayısız seferden birinde.

Tepeyi çıkıp yeni hastanenin arkasına dolandım. Ufak bir topluluk şimdiden birikmişti. Duvar dibinde bir bankta karısıyla oğlu gözüme çarptı. Çarptı. Şokla donmuş dipsiz, sessiz acılarıyla çevrelerini de sessizleştirmiş. Birbirlerinin kollarına büzülürken birimi olmayan bir ağırlıkla büyümüş, büyümüş, yüzeye daha yakın bir acıda ortalığı ayağa kaldıracak bütün dışa dönüklüğü içe, suskunluğa çevirmişlerdi.

Bürokrasi, adli işlemler, otopsi. On günlük komanın sonuna eklenen bitmek bilmez birkaç saat daha.

*
Köylerini bulmam zor olmadı. Evi de. Bahçesi, çardağın gölgeliğinde bitişmiş, arada ağıtları yükselip alçalan iki anne dışında sessiz bir kadın kalabalığı. Ve sessizliğin merkezinde oraya benden önce varan karısı. Hayat devam ederken çakılmış çakmak taşı gibi alevli bakışları şimdi donuk. Bilinçle yokluğu arasında bir buzlu camlıkta.

Güneş artık yakıcı. Ama su, kağıt mendil ve “elim” denen, aslında ne aptalca bir kazayla gidenin yakalara iliştirilecek renkli vesikalığı bile fısıltıyla elden ele geçiriliyor.

Karısı karnına bıçak saplanmış gibi iki büklüm. İçinin dışına saçılıp gitmesini engellemeye çalışır gibi. Sakındığı o değil de belki, aşkının şu acıdan ibaret kalmış varlığı.

Alçak bir sesle, ürkütücü bir tekdüzelikle konuşmaya başlıyor. Sessizliği daha da sessizleştirerek kulak kabartıyor kalabalık. Anlatıyor. Oğluna babasının öldüğünü nasıl söyleyeceğini bilemediği bir saat boyunca “arkadaşım, dostum, sevgilim, kocam” ile baş başa kalışını, doktorların, tüplerin, ıvır zıvırın engeli kalkmış, ona dokunuşunu, son sıcağını..

Sonra geldiği yere, kütlesini mutlaklaştırdığı sessizliğe gömülüyor. Bir sonraki sefer, yirmi yılı onunla ortak hayatından anlar, dönemler, dönemeçler anlatana kadar. Sesi bazen yanı başındakinin bile artık işitemeyeceği kadar alçalıyor, sadece dudakları kıpırdıyor. Hiç tizleşip yükselmiyor.

Kendini şimdi başka bir yerde toplanmış erkekler arasındaki oğlu için bu kadar tutuyor belki. Belki başka şey.

Annesinin başını örtmesi için gönderdiği örtüyü elinin tersiyle itiyor. Dışarıdan gelenler hariç başı bir açık o. “On gündür bildiğim her duayı okudum Ne oldu? İşitildi mi? Bırak!”

Ama sonunda, inadına yeşil, her yandan fışkırmış çiçekler içindeki mezarlıkta, yeniden donan bakışları uzaktaki çukura toprak atılışına arada bir kayarken başı kapalı. Kızıl oya çevrili siyah bir yemeni.

Çocukluk düşünü gerçekleştirerek son doğum gününde Yörüklerden alıp kocasına armağan ettiği kara kısrak gözümde canlanıyor.


Dün yine gördüm onu. Başıboş dolaşıyor, bahçelerin henüz biçilmemiş gür otları arasında başının çaresine bakıyordu.

.

16 Mayıs 2014 Cuma

GUTENBERG'İN CEP AYNALARI

William Powers, Hamlet’s Blackberry’de dijital çağın sıkılaşan sanal bağlantı ağını taraf ya da karşı olmadan iyisi kötüsüyle ele alıyor.

Nicelikçe kazandıklarımızla (daha hızlı, daha fazla) nitelikçe kaybımızı (derinlik) yan yana koyuyor ve dizginleri ele alıp sağlıklı bir denge tutturmanın yollarını araştırıyor. Kalabalığa karışma ile kendine çekilme, derinleşme, özgünleşme, demlenme, pişmenin nasıl dengelenebileceğine bakıyor.

Varoluşsal soruların zaman ve yerden bağımsızlığına dayanarak Plato’dan başlayıp Seneca’dan, Gutenberg’den, Shakespeare’den, Thoreau ve McLuhan'dan medet umuyor ve buluyor da: Kalabalığın keşmekeşinde kendimize nasıl yer açabilir, asıl doyumu bulabileceğimiz tek yere, içimize inebiliriz?

Gutenberg’in hikayesi özellikle hoşuma gitti.

1432’de Aachen. Hıristiyanlık dünyasının en kutsal emanetlerini (çocuk İsa’nın, kundak bezleri, Meryem’in giysileri, Vaftizci Yahya’nın kesik başının sarmalandığı çaput..) barındıran kentin ünlü katedrali Ortaçağ’ın büyük hac merkezlerinden. Kutsal emanetin mucizevi etkilerinden yararlanmak isteyen hastalar, dilek sahipleri şehre akın ediyor. Kilise yetkilileri başta emanetlere dokunulmasına izin verirken kalabalığın olağanüstü artışıyla dokunmayı yasaklıyor, nesneleri yedi yılda bir iki haftalığına göstermekle yetiniyor.

Bu büyük olaya her sınıftan binlerce insan yaya, at arabasıyla, katır sırtında dalga dalga geliyor. Bir seferinde kalabalığa dayanamayan bina göçüyor. Onun üzerine emanetler katedralin dışında kurulan bir platformdan gösterilmeye başlıyor.

Yolculuğu nafilelikten kurtarmanın yolu inancın biraz törpülenmesiyle bulunuyor. Kutsal nesnelerin şifa etkisini görünmez dalgalarla ilettiği inancı yaygınlaşıyor. Onlardan yayılan dalgaların tam karşısında olmanız bunun için yeterli.

Ama kalabalık, görünmez dalgalar için bile kesintisiz yayılamayacakları kadar büyük. Çözüm, dalgaları yakalayacak ufak, dışbükey aynalarda bulunuyor. Aynalar metalden, çoğu da desenlerle bezeli, rozet gibi takılabileni de var. Bunlardan edinen hacıya düşen, aynayı kutsal nesnelere tutmak. Aynanın neşriyatı yakalamakla kalmadığı, kutsal enerjiyi sakladığı da inanca ekleniyor. Böylece aynasını şifa dalgalarıyla şarj eden, çok sonraları bile yararını görmeye devam edecektir.

Böyle güçlü bir inançla yüklenen aynalara talep patlıyor. Yerel lonca üretime yetişemeyince civardan da destek alınıyor ama o da yetmiyor.

Gutenberg işte o zaman ortaya çıkıyor. Ve aslı şarap ile zeytinyağı üretiminde kullanılan presleri seri ayna üretimine uyarlıyor. Üç de finansör bulup gelecek hac ziyaretine 32 bin ayna imal etmeyi planlıyor.

Powers, Aachen’a hac yolculuğu için “amacı içsel olan dışa yönelik bir seyahat” diyor; kutsal emanetlerden yayılan spiritüel enerjiyi bedenleri ve ruhlarına çekip eve dönmek.

Ve devam ediyor: Aachen Katedralinin etrafındaki kalabalık bizim dijital kalabalığımızdan birçok açıdan farklı olsa da ortak bir noktaları da yok değil. İçsel amaçlarımızın peşinde biz de “İsa-fonlarımızı” kullanarak görünmez sinyalleri yakalamaya çalışıyoruz. Ve kalabalık birer birer bizim de önümüzde bir engel.

Gutenberg’in ayna projesinde elde ettiği sonuç bilinmiyor ama bu girişimci adam teknolojiyi kullanarak kişinin kalabalıktan sıyrılmasının bir yolunu daha, bu kez matbaayı icat ediyor.

Böylece o zamana kadar (elyazması kitapların ve okuryazarlığın az bulunur olması nedeniyle) sesli, gürültülü, kalabalık, sosyal bir olay olan okuma içe dönük, özel, bireysel bir edim haline geliyor.

.

15 Mayıs 2014 Perşembe

KÖMÜR KARASI YÜZ KARASI

282 ölüm bir ölümden daha mı çoktur?

Değildir. Ölümün çoğu olmaz.

Ölü sayısıyla çoğalan ölümün vahameti değil, bazılarının yaşamına karşı sergilenen pervasız vurdumduymazlık.


Acı ve katladığı öfke.

.

10 Mayıs 2014 Cumartesi

HUYLANDIRICI

Foto çekişim bugün iki kere insanları huylandırdı.

İkincisi buydu, amcamın apartmanının dış cephesinde hareketi nefesimi
kesen şu badana döküğü. Baktıkça kuşlar oldu uçuştu, çeşitli ruh
hallerine denk geldi. Telaşı gördüm, başka türlü dışa vurulamayan kızgınlıkların, içten içe kaynamaların infilakla yüzeye vuruşunu..



“Bayan!” diye ünledi bir süre sonra asabi bir ses, “NEYİN resmini
çekiyorsunuz?! Sahibi, "apartman görevlisi" gibi bir mevkide görünüyordu.

Dalıp gitmiş, laflara dönmeye hazır değildim, gayet anlaşılır şeymiş gibi "Çok hoş bir hareketi var da, onu" dedim. Ses sustu ama Alice'in kendinden sonra sırıtışı kalan kedisi misali, şimdi bir de kafa karışıklığının eklenmiş olacağı asabiyetini hissetmeye devam ettim.

İlki de babamı götürdüğüm fizik tedavi merkezindeydi.

Düzgün, özenli bir yer. Normal. Ama ah o (hemen girişte mekana ve içine aldığı her şeye hakim büyük boy portresiyle kurucusunun adıyla soyadından devşirilmiş) ismi! Du-Çe.

Duçe, bir lahzada çağrıştırdıklarıyla paralel bir alem açtı. Gördüğüm, işittiğim ne varsa aslından koparak bunun çekiminde giderek tuhaflaşan bir resmin parçaları oldu.

Binip binebileceğim en yavaş asansörde yerin iki kat altının düğmesine bastım. Başka bir gerçekliğe nakilde bu kadar gerçeküstü bir ağırlıktan daha etkilisi olsa olsa ışık hızı olurdu.

Zaman durmuştu. Kapı, yaradılışın ilk anına layık bir zaman dışılıkla açıldı.

Açık renk uzun, geniş, yüksek tavanlı bir salona çıktık. Karşılıklı uzanan perdeli bölmelerin önünden geçtik. Sessizlik, gerçek gerçekliği ancak bir katık eden hayalimde ürkütücülüğü derinleştiriyor, orada burada gördüğüm seyyar “tensleri,” sinirlere uyarım veren tedavi cihazlarını manyetolu işkence aletlerine dönüştürüyordu. (Üzerlerinde pas ve kan lekelerini bile görmeden görmekteydim artık.)

Perdelerden birinin hışımla açılmasıyla ardındaki kabinden başrol oyuncumuz da sahneye fırladı. Orta yaşlarda, kısa boylu, tuttuğunu koparacak, hızını alamayıp bir de kündeye getirecek, belli ki kıdemli, otoritesi okkalı bir hanım.

Babam, işitmeyenlere özgü ayarsız sesiyle beni yerin bir kat daha altına indiren bir işitilirlikle ayy, dedi gülerek, “Bundan korktum ben!”

Aslında ben de ama bunca manyetolu aletin, duvarlardaki tutamaklı egzersiz çemberlerinin vs arasında uluorta söylenecek şey miydi bu.

Hemşire Diesel.. karakteri aklımda pırpır etti. Bir iskemleye çöktüm ve muamele tamamlanana kadar gözlerimi duvardaki pütürlere iliştirip meditasyon yaptım.

*
Bugün Hemşire Diesel’in bambaşka bir günüydü. Güler yüzle hatırlarımızı sordu. Babamın kırık koluna jeller fışkırtırken cesaretimi toplayıp fotograflarını çekme izni istedim. “Uzaklardaki kardeşim için.”

Bu aslında, yeri isminin ötesindeki normalliğe geri çevirip çeviremeyeceğime bakmak üzere başka fotograflar çekerek önüme koymanın girizgahıydı.

Kalktım. Salonun dip tarafındaki loş, boş odaların önünden geçerek asansöre kadar gitmeden dönerek yeryüzüne çıkan merdivene yöneldim.

Girişteki elektrikli sebilde ince şeffaf plastik bardağa sıcak su koyup poşet çayla dışarı, günışığına çıkarken, elimde değil, bir kez uyanıp gemi azıya almış paralel gerçeklik hâlâ heyecanla titreşmekte, baktığım her şeye o benzersiz gerilimini katmaktaydı.

İnce plastik bardağı taraçada güneş altındaki masaya bıraktım. Güneş, çayın kızıl gölgesinden galaktik bir patlama ya da akkor halinde tungsten telleri misali geçti. Kulağıma canhıraş bir Jimi Hendrix solosu gibi gelen vahşi güzel bir görüntü.



Bir çeyrek saat kadar sonra yeraltına yeniden indiğimde çığırından iyice çıkmış paralel alemimin hınzırlığıyla geniş, ne olduğu hiç anlaşılmaz, çok çiğ ışıklı bir mekanın daha fotografını çekiyordum ki “Hayrola?” diye bir ses yükseldi. Hop dedik ile dur bakalım arası bir tondu. “NEYİN resmini çekiyorsunuz?”

Anlaşılan bu soru beni hazırlıksız yakalıyor. Verebildiğim cevap şu oldu:

“Hiç. Hiçbir şeyin. Ben saçma şeylerin fotografını çekmeyi çok severim de..”

Kabul etmeli, tuhaf bir karşılıktı. Belki o manyetolu cihazlardan birine de beni bağlamak istemişlerdir.

Ama düşünüyorum da, doğruydu.