23 Aralık 2013 Pazartesi

ADAM TERZİYE GİTMİŞ

Adam işin terzisine gitmiş.

Ruh eşi diktirmek istiyormuş.

Sıkılmışmış çünkü yalnızlıktan. Sesinin yankısını, cüssesinin gölgesini özlemekten.

Hohladı mı nefesinin buğusunu çıkaracak, ona kalabalık içinde bir boşluk olmadığını yol yol kanıtlayacak cam misali bir karşılık. İstediği buymuş.

Terzi ruhunu ölçmüş, aklını biçmiş, kalbinin patronunu çıkarmış.

Haftaya olur, demiş, Salı günü akşama doğru gel, al.

Ve kolunda iğnedenliği, elinde makas, çalışmaya koyulmuş.

Anıları çağrışımlara eklemiş, düşünceleri duygulara. Algıları algılarla üst üste getirmiş –ki bunda da üzerine yokmuş; diktiği eşler, şeyleri tıpatıp sipariş sahipleri gibi algılarmış. Yeşili, rutubeti, fasıl heyetiyle kuru fasulyeyi, denizin suyu, ayın dolununu..

Gününden bile önce bitirmiş. Aslına bakarsanız insanların ruh eşi diye ısmarladığını yapmanın fotokopi çıkarmaktan farkı neymiş ki? İş patron çıkarmaya bakıyor, çok daha iyilerinin üstesinden gelebilecek yeteneği, müşterilerin isteyebildiği ile güdükleşiyor, eh o da, özellikle şu ölgün kış günlerinde içini bazen sıkıveriyormuş.

Tezgahı toplamış. “Bu da benden olsun” diye kısa kestiği saplantıları, ilerde sorun çıkarıp dikiş patlatacak öfke fazlasını. Anıların kırk yılda bir o da belki hatırlanacaklarından oluşan öbeği dükkan zemini için hazır tuttuğu talaş kovasına boşaltmış. Sindirilmeden tekrarlanıp durmuş deneyimlerdense son anda kıyamayıp kol ağızlarına biye çekmiş. Güzel durmuş!

Eserini giderayak müşteri çeksin diye ufak vitrinine asmış.

Kendinden hoşnut, arkasını dönmüşken aklına gelmiş, gidip alametifarikası saydığı emre amadelik astarını görünecek şekle getirmiş.

Adam Salı günü akşama doğru etekleri zil çalarak içeri girmiş.

Terzinin meslek odası ruhsatı gereği son iliğini düğmesinden küçük açtığı eşi kollarında, ikisinin de etekleri zil çalarak çıkmış, kalabalığa karışmışlar.

.

17 Kasım 2013 Pazar

ANİSH KAPOOR



Kara kalem havada Boğaz’a karşı dikilen art deco çamın yanındaki kum saati biçimli Gök Ayna ile kapım ardına kadar açıldı.

Ayna, dışbükey yüzeyinde formu geçerek içerik ve bağlamı yansıtıyordu. Yani yansıtacak neyin varsa onu. Gündelik gerçek ile iç gerçek arasında hızlı dönen bir kapı gibi.

İnsanın hayatında uçucu bir hoşluktan öte yer vermesiyle sanatın yapmaya hazır olduğu şey. Sıradan kabul kalburunun altında kalana, sezgiye dil, ağırlık ve geçerlik kazandırması. Hissedilirlik. Elle tutulurluk. Görünürlük.

Sonra aynı kusursuz yüzey bu kez altına yerleştirildiği ağacın çıplak dallarını avuçlayarak yansıtan dev bir çanakta.

Oyun az ötede de açık bir silindirin içi ve dışında çeşitlendi ve binaya girdik.

Anish Kapoor daha baştan, gen havuzunda genişçe dolanmış bir kepçeden karılan bir mirasın vaat ettiği zenginlikle gelmiş. Hintli bir baba, Iraklı Yahudi bir anne. Yeryüzündeki bu geniş yayı daha da gerdiği Londra’da, hangar atölyesinde oturup sanatını anlattığı filmi seyrettik. İnsanın barındırdığı çeşitlilik yerelliği bir yere kadar destekler görünüyor. Ondan sonrası, yuvanın her yer ve hiçbir yer olduğu bir sınır aşımı. Dünya yurtluluk.

Ağızlara sakız küreselleşmenin benzer sözcüklerle geveleyip durduğundan ne farklı ama. Yeknesak bir ısı eşitlenmesi değil. Bir noktanın, yerin, kültürün, kalıbın gemini atmak. Gücünü ve yönünü insan zihninin, tasavvurunun ayna tutulmamış derinliklerinden almak.

Anlattı, dinledim.

Deneyimin tezahür etmemiş üçüncü tarafından, tanığından dem vurdu. Vuruldum. Bilmeden bilen, kulak kesildiğinde işittiğin, yoksa belli belirsiz, yaşadıklarından hafif esintide tül gibi geçen o isimsiz dalgalanma. Sanatın ayna tuttuğu. Hacim ve derinlik verdiği. Kapoor'un işaret ettiği mi buydu, benim anlamak istediğim mi? Kim bilir.

Ama eğer dediği anladığım ise taş, hem de onun yonttuğu en irileri kadar okkalı bir tanesi gelmiş, gediğine oturmuştu.



Benim ne anlatmak istediğim önemli değil, dedi. “Kimin umurunda? Benim değil!”

Ve seslenmek, oynamak istediğinin zihnin, ruhun ancak saf halinde sanatın beden kazandırdığı o tanık hali olduğunu ekledi.

Karşımda olsa kalkar alnından öperdim. Söylediği benim anladığım olsun olmasın, aradığımın adını koymaya vesile olduğu için.

Sonra (çok sayıda asistanının haftalarca cilalayıp yontup o hale getirdiği) “kusursuz yüzeylerine” geçti. Bu hallerinden bir önce üzerine düşeni yansıtacak sıradan bir satıh iken dış kadar için de aynalığına dönüşen o yüzeylerin anlatımında Sufizm ile yüz yüze geliverdim. (His olarak, yoksa benzetme, tanım filan aradığım hiç yoktu.)

Renklere bakışına geldiğinde bu konuda ters taraflara yönlenmiş olsak da (ben renklerin saydamlaşmasından ışığa, o renklerden karanlığa) halka bir kez daha tamamlandı ve renklerin özüne emilme, soğrulma noktasında yine birleştik.



Sıra, heykelin üç ayağı dediklerinden ikisi, ölçek ve mekan arasına bedenimi katarak eserleri arasında dolaşmadaydı.

Yontularla ilintilenmede.

Aynı çörekle bir cüceleşen bir devleşen Alice benzeri, Kapoor’u bir kez içimle duymaya başladıktan sonra durmadan değişen alabildiğine dinamik bir ilişki.



Üç ayaktan diğeri olan zaman için ne diyordu? Sanat, zaman algısını da dönüşüme uğratır. İçe çevirir -yoksa bunu ben mi diyordum, ama kimin umurunda?

Damarlısı damarsızı mermer, kireçtaşı, bronz ve paslanmaz çelik, içi dışa taşıran suni elyaf, çakıl taşı ve pigment. Bir yanıyla kusursuz, köşesiyle kusurlu yüzeyler. Aralarında kendi kişisel kokteylinin (ışık, karanlık, renkler, tanımlı ve tanımsız kıvam ve biçimler, geçirgenlik ve geçirimsizlik) içinde çalkalandığı bedeniyle dolanan, onlara göre eğilip doğrulan, genişleyip büzülen, hızlanıp yavaşlayan ben.

Mesajı (tanrıya şükür!) olmayan, bir bildiri gibi karşına dikilmek yerine zihnin o belirsiz dalgalanmasının, nefesin (işte yine Sufi esintisi, değil mi?) çarpıp önce buğu, sonra suya dönüşerek akıcılaştığı bir ara levha misali işleyen bu sanatla genleşmiş, mutlu, çıktım. 



.

12 Kasım 2013 Salı

LAMBA


Bu, örneğini bolca yaşadığım bir söyleşi.

Çerçevenin, karenin içinde kalanla dışında olan arasında. İkincisinin sesine güvenim artıp yer açtıkça da hayatın farklı alanlarında çeşitleniyor.

Mesela fotografta.

Camsız, fitilsiz, paslı gaz lambalarını çay molası verdiğim yolda, gelmek bilmeyen garsonu beklerken fark ettim. İskemle ya da masanın üstüne çıkmadıkça görüş açım doğru dürüst bir çerçevelemeye elvermiyordu. Yaygın bulutların arasında kalınlaşmış bir jet iziyle soluk mavi göğe karşı paslı idare lambaları.. Yarım kalmış bir cümleye benzer bir kadrajla yine de çektim.

Ve söyleşi başladı.

Tercihleri, beğenileri aşina yanım, vasat iş! dedi, geçti. Fonda alacalı bir gurup ya da şafak olsa neyse. Lambanın tümünü alabilmiş olsan, eh, belki o da idare ederdi ama böyle soluk bir mavi fonda kararsız, güçsüz, gediğine oturamamış laf gibi bir foto işte!

Ama yakaladığı anlama hemen oracıkta ulaşamadığım öteki, ısrarını sürdürdü.

Oturmamışlığını, renklerdeki albenisizliğini boş ver. Çok hoş bir çelişki, zıtlık, oradan da mizah yok mu bunda. Lamba (üstelik bir adı “lüks,” diğeri “idare”) ve varlık nedenini onu ezip geçercesine ortadan kaldıran uçsuz bucaksız gökyüzü. Üşenmesen üzerine sayfalar yazabileceğin daha nice metafor.

Yeniden ve alıcı gözle baktığımda sevdim.

Kendinin ötesine bir kez daha başka bir kendin ile geçmek oldu.

.

6 Kasım 2013 Çarşamba

KASIM

Bir kez asıp yıldan yıla pekiştirdiğim yafta Kasımın boynunda kaldı:

Sonbaharla kış arası, ne deve ne kuş, ayağını eşiğe dayamış seyyar satıcı gibi malını (nursuzluğu, kasvetini) dayatan ay. En sevmediğim!

Hem her takvime bir baş tacı bir de günah keçisi gerek, değil mi? Kasım da benim zaman hıncımın çekicisi olageldi.

Arada ışıltılı günleri olursa bunlara da hiçe sayan bir omuz silkmeyle istisna deyip geçiyordum.

Bu yıl, apartmanın köşesinden almış başını, gözümü doldurarak yükselmeye devam eden çınara uyandım.

Alacalanması dorukta yapraklarına derin mavi güz göğünden boca edilen ışıklara. Her bir anındaki renk-doku zenginliğine.

Dallarda birbirine sürünen, yerlerde yuvarlanan yaprakların renklerine katılmış, şehrin gürültüsü üzerinde doğanın fısıltısı gibi yayılan hışırtılarına.

Peki aylardan hangisi?

Kasım, dedim, gözlerim parlarken başımı önüme eğdim.

Uyanmak, bakmak ve görmek geride yafta ko’maz. Kasımı ayırdığım diğerleri yanına geri koydum.

26 Ekim 2013 Cumartesi

SELEUKIA

Vurmaktan çok dağ bayır dolanmayı seven avcılar gibi, tüfek yerine de boynuma kamerayı asıp sabah yürüyüşüne çıktım. Ne çıkarsa bahtıma!

İki koyu birleştiren düzlüğe daldım. Son yağmurun birikintileri hâlâ çekilmemiş; toprak, geçirgen olduğu yerlerde kuru, çıtır çıtır, sonra neredeyse balçık. Kara, kızıl, fildişi yamalarında kızıl-turuncu, sarı soluk, yeşil çalı, çayır, dikenler. Bitki örtüsüyle dokusu da çeşitlenen bu renk şenliğinin çam ve maki kaplı tepelere kadar halı gibi yayılışını sindire sindire yürüdüm.

Birikintilerin etrafından dolandım. Bir yandan foto çekiyordum ama bana vites atlatan, ateşimi körükleyen bir şey yoktu henüz. Çalıların altındaki cam kırıklarıyla oyalandım biraz. Kafamdaki bir tasarıya yakındı. Ama Alex ve filtrelerinin baş edeceği iş; boynumdaki ufaklıkla olmaz.

Rasgele batıya saptım. Çerçöp sıklaştı. Denizin, ardından rüzgarın attığı naylonlar. Seramik kırıkları, boru parçaları, teneke kutular, renkli plastik şişeler.. Derken bütün bir klozet! Bembeyaz. Yan yatmış. Güldüm. Öyle saçmaydı ki. Çevresinde dolaşıp orası burasından baktım. Bir açıdan gölgelerin de yardımıyla ağzı açık modern bir kadın heykelini andırıyordu. Mutsuz ölmüş, oracığa serilip kalmış. “Toprağı bol olsun” fotosu öyle çıktı.

Birkaç metre ilerledim ilerlemedim, yeşil camı, arkadan vuran güneşi etrafına dağıtan bir maden suyu şişesi ile öbek olmuş beyaz-mavi, sarı plastik parçalarına rastladım. Plastiklerin lime lime uçlarının azgın denizde dalga başları gibi hareketlendirdiği, gür ışıkla uçuculaşan enfes bir öbek!

Bir anda keskinleştim. Düşmüş bir kuşun başındaki kedi gibiydim artık. Avını bulmuş.

İştahla giriştim. Plastiği er geç yutmak üzere çevreleyen organik örtüyü kadraja sokup çıkara çalışırken çağrışımlar art arda çakıyordu. Galaktik bulutlar, Şerublar. Tayfur Sanlıman’ın, Utku Varlık’ın uhrevi ışıkları.. Gözümün önü ve arkasında plastik ve çöp dalga dalga dönüşüyor.

Olan buydu.

Sonradan fotoların başına oturduğumda ayrı eğlendim, düşündüm, güldüm.

“Bunlardan bir dosya edip Bienal’e başvurmalı. Benden kötüsünü mü bulacaklar?”

Mesela albüme kapak seçtiğim kare. Plastikle birlikte yırtılmış Silifke yazısı olanı. Bu foto ile serinin bütününe daha afili durması için yerin tarihteki adını vereceksin: Seleukia!

Sonra tabii kasıntılı, kulağa entelektüel gelen, aslında torba dolusu laftan öte bir şey olmayan bir metin patlatıp ekleyeceksin. Organik ölümün seramik tınısından vurup doğayla plastik çekişmenin transandansından çıkacaksın.

Gazı “eserine” laflarla vereceksin. Çünkü şimdi artık öyle. Kabındaki sanat sade suya tiritken ruhu arkadan, laflar-laflarla örülü ilave paketinde geliyor. Bağırsakları çalışmayan hastaya taktıkları harici torba gibi.

Kuru tozu al, paketle birlikte verilen şerbete bir zahmet kat, kendi meşrubatını kendin et.

Ben bu sabah yürüyüşünde tozu da çöplerden kendim öğüttüm.

Çağın ekstravagansı sayesinde iki kat sanatçı oluverdim!


.

20 Ekim 2013 Pazar

GÖLGELİ YÜRÜYÜŞ



Aldık gölgelerimizi, yürüyüşe çıktık.

Bir önümüz sıra, bir peşimizden, bazen yanımızda, güdükleşip uzaya, koyula açıla bizimle geldiler.





























Bu akşam ve hayat boyu.

6 Ekim 2013 Pazar

GÜNEYDEN





Böyle bir zamandı.

SARDUNYALAR

Hepi topu deniz rüzgarlarıyla perişan bir çiçeklik dolusu sardunya. Ama oraya buraya sıçramadan can kulağıyla dinlediğimde derinleşe derinleşe ne çok şey anlatıyorlar.

Fotograf çekmeyi bunun için seviyorum.

Anda kalmayı öğretiyor.

3 Ekim 2013 Perşembe

ÇITIR ÇITIR

Çıtır çıtır gevremiş, ufalanmak üzere güz yaprağı misali bir hal. Özsuyu çekilmiş, zamanın, olanakların sonuna gelip dayanmış gibi kuru bir telaş. Yetişememe, yetememe kaygısıyla sinirler de çıtır çıtır. Durup derin bir soluk alarak etrafa, duruma şöyle bir sakin bakıp adımlarını geniş, esnek atmak yerine geçip gidene takılma, kendi üzerine kapanma.

Körlemesine bir debeleniş.

28 Eylül 2013 Cumartesi

KULAÇ KULAÇ

Bu kadar uzun kalınca insanları sudaki hallerinden ayırt eder oluyorsun.

İşte günde iki vakit, vitamin haplarını ya da belki ilacını içer gibi azim azim kıyı boyu kulaç atan kadın. Hafif kamburu denizde de belli. Kulaçlarını öfkeli bir inatlaşmayla suyu tokatlar gibi atıyor. Orada olduğunu gözlerim kapalı söyleyebilirim. Şlap şlap ve şlap! Suya bir boy girip orada günün haberlerinden, ticaretini yaptıkları şeylerden söyleşen erkekler, tarif alışverişi yapan kadınlar, seslerinin fısıltıya alçalmasından dedikoduya geçtiği sezilen kadın ve erkekler. Aklı nasıl göründüğünde gençler. Ama daha ziyade, yılın bu zamanı artık çoğunluk olmuş, yüzmeyi vaktiyle de hakkını vererek öğrenmediği belli yaşlı ve yaşlıcaların ağır, gevşek, temkinli hareketleri. İzlemesi zevk, her tarzda ustaca yüzen bir iki kişi. Güvenli, çevik. Hafta sonları civardan gelip rengarenk köpük borularını kollarının altından geçirdikleri gibi gürültü patırtıyla sallara çıkan, tarihin hangi döneminde alışılmıştan öte makbul sayıldığına üşenmeden kafa patlattığım, bedenin olsa olsa başlıca kebapla tıka basa doldurulacak, kalan eğlencesi, doyum ve ilişki kaynağı da üreme olan bir araç bilindiği bir kültür ürünü, kısa bacaklı, taşkın göbekli, dar omuzlu vesaire vücutları içinde hayatta olmaktan o an duyup türküler, bağrış çağrış atışmalar, eşek şakalarıyla duyurdukları hazzı hayranlıkla seyre koyulduğum erkekler..

Kıyafetler sonra. Bikini, mayo ve ah! Kıyametin fünyesini çeken haşemalar. Artık birkaç yıl önce bir fiili durum yaratarak el koydukları küçük koyla kalmıyor, ötekilerin kısa bir mücadele ardından çekildiği asıl koylara geliyorlar. Önceleri olduğu gibi koyların uzak ucundan değil, diğerlerine karışarak suya giriyorlar.

Açılmak ya da kapanmak. Bir iki karış kumaşın varlığı ya da yokluğuna ancak yılmaz inanç ve kanaat üreticisi insan aklının yükleyebileceği nice anlam, kaygı, korku, öfke ve bunların burun buruna gelişiyle kopan örtülü ya da açık sürtüşme ve çatışma.

Tanıdığım en Zen zihinli insanın, işi alengirli soslarından sıyırıp özüne indirgeyerek hafif bir omuz silkmeyle söyleyiverdiği gibi: Yumurtayı sivri tarafından mı, yuvarlak tarafından mı kırmalı kavgası.

Tamam.

Yüzme vaktim geldi.

.

26 Eylül 2013 Perşembe

İÇTEN YANMALI




Ateşin içten tutuştuğunda heyecanı dışarıda aramıyorsun. Buluyorsun. Harlı iştahın önüne geleni şölene çeviriyor.

Birinci sınıf bir dönüştürücü gibi dolanıyorsun o vakit ortalıkta. Yaptığın yeniden çevrim oluyor. Recycling. Çerçöp, derme çatmalık, rasgelelik, hoyratlık ateşli bir koşulsuzluğun imbiğinden geçerek yeniden yaratılıyor.

Bazen (sık olmasa, çok sürmese de) daha öteye gitmeden olanı olduğu gibi öyle bir görüyorsun ki güzel çirkin, iyi kötü bile ortadan kalkıyor.


Her nasılsa varoluş mükemmelleşiyor.



25 Eylül 2013 Çarşamba

KAL

Yarımadanın burnuna doğru ne güçlü akıntı! Fazla da kasmadan kulaca kuvvet gidiyorum ama sanki yerimde sayıyorum. Suyun berraklığında mavi akla hayale gelmeyecek tonlarla çeşitleniyor.

Yaşadığın her ne ise, güzel çirkin, iyi kötü, itici çekici, sıkıcı heyecan verici demeden anda kaldığında hayat ne kadar farklı bir his veriyor.

Hiçbir şey bildik değil o zaman, çoktan kanıksanmış, rafa kaldırılmış.

Bakışların, kabulün taze, çıplak, masum. Bir kez nasılsa yazılmış, durmadan oynanan senaryolardan özgür.

Yaşam akla hayale gelmeyecek nüanslarla çeşitleniyor.

.

22 Eylül 2013 Pazar

KAHVE FALI

Kızgınsın.

İnsanlar senin doğruna göre davranmıyor.

Düşüne taşına ya da koşullanmalarınla kendiliğinden oluşmuş, belki bu ikisinin karışımı çerçevene seni hiç rahatsız etmeyecek, beklentilerini karşılayacak şekilde oturmuyorlar.

Hayır. Delibozuk, başına buyruk, bildiklerini okuyor, belki farkında bile olmadıkları çerçevene bir girip bir çıkıyorlar.

Gel de rahat et! Rahatlık sınırların içinde hiç dürtülmeden, ana karnındaki gibi kıvrılmış yaşa!

Kızgınsın.

Çürük dişe şeker değmiş gibi sinirine dokunuyorlar. Belki kör testereyle etini kesiyorlarmış gibidir. Kimin neyi nasıl hissettiğini sonuçta kahve falları bile söyleyemez. Karşımızdakinin verdiği duygunun falına bakar gibi yapar, benzeri bir durumda kendi hissettiklerimizi ona yansıtıveririz o zaman.

Ama kızgınsın. Sanki bir kez daha hüsrana uğramış.

Belki böyle kızdığın için, kızmamak elinden gelmediği için kendine de kızgın.

Üç vakte kadar rahata ereceksin. Ya girip çıkılan bütün haller sen parmağını bile kımıldatmadan zaten değiştiğinden. Kendiliğinden.

Ya da belki seçimsiz olmadığını, tepesi atmanın hiç de kaçınılmaz olmayabileceğini görüverip.

Başına elma düşen Newton gibi.

Bir anda.

Diz altı tepkilerimiz hep oracıkta. Birinin kontrol çekici vurmaya görsün, harekete geçmeye hazır.

Bunu bastırmaya çalışmak nafile.

Ama gerek de yok.

Birlikte yaşamayı bilmek yeterli. İnsanın bu yanına sen varsın, eyvallah, demek. Ve devam etmek: Ama duygusal tepkilerimi ele geçirip bana kendimi önüne geçemediğim bir mekanizmanın kuklası gibi hissettirmene de gerek yok.

Çünkü bakıyorum, kendinden başlayıp herkese, hayata olduğu gibi olma özgürlüğü tanıyan çok daha geniş, serbest bir yanım daha var.

Tevekkül değil. Capcanlı bir kabul hali.

Çerçeveni, doğrularını, haklılık iddianı içindeki kırpıp biçicinin, sansürcünün gözünden çekip arka cebine koyduğun an elinin altında.

Üç vakte kadar öfke kapısının yerini gönül gözü alabilir.

.

21 Eylül 2013 Cumartesi

30 SANİYELİK KLİP

Tepede buz taneciklerinden oluşma, e, görüntüleri de ona göre soğuk, seyrek, uzak, çok güzel siruslar ve yeryüzüne insanın dayanabileceği şiddetle yolladıkları akıl almaz hızda rüzgarlarla akıllarını yağmur getirmeye çeldikleri pamucak nimbuslar.

Kulağımda müzik rasgele Cassandra Wilson’dan Chopin’e değişirken soluduğum da güz vakti Akdeniz mavisi. Dipsiz, çalkantılı, kıpır gölgeli.

.

20 Eylül 2013 Cuma

ISSIZLIĞA DOĞRU

Eylül başında koylar adam almıyordu. Sırf 30 yıldır gelen bizler değil, herkesin ağzında böyle bir kalabalığın görülmemiş olduğu dolaşıyordu. Çekiciliği benzersiz konumu kadar ıssızlığından gelen böyle bir yer için zorunlu bir alışma isteyen durum.

Her şey gelir, her şey geçer diye avunduk. Eninde sonunda gürültü neydi ki. Seslerden bir ses. Şimdi var, sonra yok.

İnsani olanın ötesindeki varlığıyla doğa olanca mevcudiyetiyle burada işte. Dağlar, deniz, rüzgarlar, güneş. Çerçeveyi neredeyse tümden dolduruyor. Düşüncelerin, duyguların, kaygı ve umutların şehir ayarından bambaşka bir bağlama, zaman ölçeğine serpişiyor. Homeopatik moleküller gibi bütün içinde iyice seyrelerek. Şehirdeki o üst üstelik haliyle saflar oluşturarak birbirlerini beslemiyor, dolduruşa getirip savaşlar açarak kendi yarattıkları sel sularına kapılıp gitmiyorlar.

Düşünmeye, mutlak doğru bilinenlerin şehirde tabu olan sorgulanmalarına burada zemin de var zaman da.

Zihin akışkanlık kazanıyor.

Tepeden bakan dağların eteğinde, şişirerek büyüttüğümüz insan varlığı, haddine geri dönüyor. Önemliyle önemsiz başka bir kalburdan geçiyor.

Sıcak gelişmeler, başımızın üzerinde sallanan savaş kılıcı, insani trajediler.. Alabildiğine gerçek ama dürbünün ters tarafından görülüyor.

Aristophanes’in Lysistrata’sını okurken, ilk defa oluyormuş gibi tepki verdiğimiz, herkes bizim doğru bildiğimiz yola bir girsin, ortadan kaldırıvereceğimize canı gönülden inanacak kadar gücümüzü abartarak baktığımız şeylerin (savaş, barış, acısız bir ömür) nasıl bir dalgalanmanın iniş çıkışları olduğunu hatırlıyorum.

E tüm çaba, mücadele boşuna mı yani?! diye yapıştırırdı kapının arkasında bekleyen standart tepki.

Elbette değil, hiç olur mu? Tersine. İşin parçası. Sadece sandığımız kadar belirleyici olmayabilir.

Öfkeye, nefrete, umutsuzluğa kapılmadan tevazuyla verilen mücadele belki yoldan bir iki taş daha kaldırmamıza, öngörülmez bir gelecekte öngörülmez meyveler verecek bir iki tohum daha ekmemize yardımcı olur.

İnsanla, hele kitlelerle işlerin hiçbir zaman ikiyle ikinin toplamı olamayacağını, öngörülmezliği, gelişimle bozunumun iç içeliğini vs gözden ırak etmemek.



Her sezon sonu kamyon kamyon taşınan çakıllarla plajları düzeltme işi ve denizle rüzgarların üç beş fırtınayla ortalığı yeniden tarumar edişinin fısıldadığı gibi.

18 Eylül 2013 Çarşamba

ÜÇ ÇILGIN

Geleceği sabahtan belliydi.





Eski dağ yolunda yürürken deniz üzerinde şekilden şekle giren bulutlardan. Aralarını dolduran ızgara biçimliler, bulut alfabesini bilene uyarıydı:

“Fırtına kapıda!”

Birkaç saat sonra, öğleyin kıyamet koptu. Rüzgar, sağanak. Kesilen elektrik. Güney güzüne hoş geldiniz.

Öğleden sonra yağış kesildi, bir temiz yıkanmış atmosferde bulutlar açıldı. Som güneş ortaya çıktı. Rüzgarsa güçlenerek sürdü.

Bayıldığım bileşim. Güneşli fırtına.

Kardeşim hadi denize, dedi. Parlayan gözlerinde batı koyu açıklarında oluşan kaba dalgayla oynaşma, dans beklentisi.

Onun aklı terk etme eşiği bu. Rüzgar ve su. Ne kadar iyi tanırsa tanısın (akıntıyı, sığlıkları, kayalıkları) deniz denizdir. Hırçınlaştığında şansı zorlamamalı. Ama işte Sirenlerin çağrısına koştuğu vakit tam da o zaman.

Benden paso deyip kendi eşiğimden geçtim. Daha kuru ama çekiminde hiç de ondan aşağı kalmayan bir çağrıyla kameralarımı aldığım gibi rüzgarın peşine düştüm. Olanca şiddetiyle denizden gelen batı rüzgarını yanıma alıp yelpazeleri gövdeden koparcasına geriye savrulan palmiyelerin önünden ayakta zor durarak yürüdüm. Bacaklarımı iğne uçları gibi dalayan kum ve kaç metre öteden gelen su zerrecikleri püskürtüsü içinden koyun karşı koluna geçtim.

Rüzgar.


Evden, kapıdan çıkıp kopup gitmenin çağrısı. Alışılmışı, bilineni geride bırakmanın. Kendini doğurgan, kaotik, belirsiz bir vahşiliğe salmanın. Silkelenmenin, çalkalanmanın. Çapalanan toprak gibi tersyüz olup hareketlenirken arınmanın.

Havayla olandan da ibaret değil. Herhangi bir şey Rüzgar olup onun yaptığını edebilir. Yolculuk, sanat, düşünce, hissediş, algı. İlişkiler.

Ama şimdi onun temel haliyleydim. Kuvvetiyle göğüs göğse, yan yana, çabam ayakta kalmaya yoğunlaşmış. Aklım, onun hışımla aralarında dolandığı, çıkardığı türlü sesleri birbirine katarak hepsinin fonu olan hışırtılı uğultuya döşediği dallar, yapraklar gibi çalkantılı.

Düşünceyi savrulmaya bıraktım –bırakmayıp ne yapacaktım? Rüzgarda düşünülmez. Yaşanır. Işıl ışıl güneşle eşsiz bir canlılık bulan renkler, kontrastlarla kendimden geçmiş, kafamdan geriye kala kala fotografçı içgüdüleri kalmış, kamerayı olabildiğince hareketsiz tutmaya çalışıp fırtınayı çekerek yürüdüm.


Neden sonra koy içinde koy olan Korsan Koyuna indiğimde kulağıma bir ıslık çalınır gibi oldu. Yanılıyorumdur dedim. Bu kıyamette benden başka tanrı kulu yok ki. Islığı ismim eklenerek yükselen bir haykırış izlediğinde etrafı taradım. Sahibini en son baktığım yerde, suda gördüm. Kardeşim!

“Geri dönemiyorum. Bana Gazze Şeridinden havlumla terliklerimi getirebilir misin?”

Gelgitle birleşen batı rüzgarının ancak bu sabah mühendis kafasıyla çözdüğü özel etkisiyle açıklara sürüklenerek dalgalarla epey cebelleşmiş. Kayalıklara savrulmaktan zor bela kurtulup koya sığınabilmiş. Karaya oradan çıkıp taşlı dikenli yoldan yürüyerek dönecekmiş.


Koyun karşı ucundaki, Gazze Şeridi adını verdiğim sevimsiz sığlığa gidip eşyalarını topladım, geri götürdüm. Bu mutlu tesadüf olmasa birkaç günlüğüne haşat olacak ayaklarının (ondan evvel tabii canının) kurtulmasına sevinerek eve döndüğümüzde babamı hız kesmeyen rüzgarda veranda tavanının kabarıp dökülen badanasını fırçayla kazımak gibi anlamlı bir işin başında bulduk.

İkimizi de merak etmiş. Gazze Şeridinde havlusunu göremediği kardeşimin daha güvenli bir yerden denize girdiğini düşünüp rahatlamış. Benim de fotograf aşkına kayalıklardan filan yuvarlanmamam için dua ederken şu badana kazıma işini bari aradan çıkarmak istemiş.




Nicedir içtiğimiz en lezzetli akşam çayının başında “Yani oğlum, yapılacak iş değildi seninki” dedi esefle. Hemen ardından kendi deniz maceralarının ilkini anlattı. Hayatında dümen tutmamışken bir arkadaşının ufak yelkenlisine izinsiz ve tek başına atlayıverdiği gibi akıntıya kapılıp kendini Hayırsız ada açıklarında bulduğu, irice bir balıkçı teknesince kurtarıldığı.

Eh, dedim, böyle babaya böyle çocuklar!


Başını önüne eğdi, sustu.

.