29 Ağustos 2012 Çarşamba

GÖZÜM İLE BEBEKLERİ



Biri Nikon, diğeri Canon.

Uzaktan bakıyor biri. Mesafeyi koruyor, renklerle yüzgöz olmuyor. Doğallıkta soyluluk var der gibi.

Diğeri renk buldu mu üstüne körükle gidiyor. Ortalığı panayır meydanına çeviriyor.

Çıplak gözden biri daha geride, öbürü daha ilerde.

Hangimiz objektif?

Hangisi daha ben?



26 Ağustos 2012 Pazar

RÖNESANS'IN SIRLARI

Tophane-i Amire’de (ne mekan!) bugüne kadar uzatılmış harika bir sergiydi.

Biletimi aldığımda gişedeki adam bir de kimliğimi istedi.

“O neden?”

“Rehber ses cihazı için.”

“İstemiyorum ki.”

Cevabımı beklemeden aletlere uzanmış kolu havada kalakaldı.

Onu belki de görünümümle bağdaştıramadığı reddimin bir anlık şaşkınlığıyla bırakıp iştahla salona girdim.

Daha az cahil olmak, bilgi edinmek istemiyordum. İstediğim düzensiz, sırasız, alt alta üst üste izlenimler edinmekti.

Hangisinin nelerle bağ kuracağı kestirilemez, çakıp sönen izlenimlerin loş sergi mekanında sırf kendi kafamda görülen bir kamp ateşi tutuşturması.

Tutuşturdu da.


Fotolar için:
https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/RonesansNSRlar?authkey=Gv1sRgCLTC_oi1_t_V9wE#

25 Ağustos 2012 Cumartesi

YALNIZLIK MI ZOR?

Kenarında dirsek çürüttüğü pencereden seslenen üst kattaki hanım, tiradını apartmandan içeri girmek üzereyken yakaladığı genç komşunun başından aşağı boca etti. Umarsız can sıkıntısının kapı gıcırtısına incelttiği bir sesle gününün sorulmayan hikayesini noktasız virgülsüz sayıp döktükten sonra ağlamaklı, ekledi:

“Yalnızlık çok zor!”

Yalnızlık mı zor?

Ara vermeye değecek bir iletişim, ilişki olmadıkça dünyanın en güzel şeyi oysa.

Ötesine geçilemeyen kurallardan, elinde oyuncak olunmuş “toplumsal” (en azından kişi üstü) dilden, bozdurulup bozdurulup harcanan geçmiş teranelerin tekrarından, konserveden yaşanan hayatların yavan tadından uzak, bir başınasın.

Dikkatin, rüzgarın öyle esiyorsa dağılıp gidişlerin, dalgalanmaların tek parça. Yaşamla arana giren geciktiriciler, sulandırıcılar, bulandırıcılar yok.

Sessizsen sükuneti, coşkuluysan taşkın sevinci, derin kederi, çığlık çığlığa acıyı, huşu ve sakin keşifleri dönüp nasıl görülüyorum, algılanıyorum, anlaşılıyor muyum diye sağına soluna bakınmadan dibine kadar yaşarsın.

Kendinle birsen, uyum peşinde oranı buranı bastırıp reddedip kesip biçmeden tek parça halinde yaşıyorsan, derdin kıymeti kendinden menkul bir “tutarlık” değil de o andaki harmanın her ne ise baktığını, içine daldığını onunla hemhal algılıyorsan ne mutlu! Ötekiler insan ilişkilerinden yatıştırılmayı, yenilenen onay duygusunu, eğlenmeyi, oyalanmayı, canlandırılmayı beklerken sen bunların yokluğunda serpilir, dirilir, kendini bulur, hayatla sarhoş olur, hayatla da ayılırsın.

Özgürdür düşüncen. Olmadık sorular sorar, çerçevenin alabildiğine dışına çıkarsın. Çağrışımların çakmak çakmak, ne bileşimler oluşturur serbestçe. Aynı görünen, her çevirişte başkadır, ekstra yenilikler, daha daha yenilikler aramazsın. Hayat yalınlaşırken zenginleşir.

Yalnızlık mı zor?

Zor olan, yalnızlığına sen buyur etmeden sokulan burunlar.

20 Ağustos 2012 Pazartesi

FOTOGRAFLAR İLE TARİH

Seyrettiğim bir rüya..

Arkalarda bir yerde fotograflar canlanıyor. Görmüyor ama bunların etkili resimler olduğunu biliyorum. Siyah-beyaz. Keskin, vurucu. Bir savaştan görüntüler.. Konu, tarihin anlaşılması gibi bir şey.

Bilmiş bir ses “Fotograf, görmeyi öğretir!” diyor.

Ona olgun, belgesellerin arka sesi gibi başka biri karşılık veriyor:

“Hayır. Fotograf anlatır ve dinlemeyi öğretir.”

16 Ağustos 2012 Perşembe

BİLGİSAYMAZ

Modemin üçüncü ışığı yanmadı. İnternete bağlanamadım.

İlk his nefes alamamak gibiydi. Bunun böyle bir duygu uyandırmasına kendinden bile çok irkildim.

Onu engellenmişlik, yani kaygı ve öfke izledi. Sabırsızlık da hiç bekletmeden bunlara katıldı tabii.

Öfkenin iplerini oynatan, istek. İstediğinle arana girilmesi ya da istemediğine itilmek. Adı böylece konduğunda çırılçıplak ortada kalıyor. Mahcup, az önceki heybetinden sıyrılıp bir köşeye büzülüyor. İstek ne kadar dürtüselse –büyük bir çoğunlukla da öyle değil mi?- öfke de o kadar ham, çocukça. Gürültülü, bulaşıcı, patlayıcı, zehirleyici. Korkutucu. “Soruna” cevap (çözüm) yerine tepki verici. Düğümü kördüğüm eden. Sadece nadiren bencil olmadığında soylu ama bu bambaşka bir konu şimdi.

*

Böylece tanıdık öfkenin pençesinde koca, karanlık, yutucu sanal bilinmezin gerçek ağına düştüm.

Kesintisi nefessizlik gibi gelecek kadar hayatımın ortasında olan bir şeyde öylesine cahil olmak, ne yapacağını bilememek başlı başına çaresizlik kaynağı. Vietnam ve Irak’ta Amerika da kendini böyle hissetmiş olmalı.

İnsanın kendi kurgusunun karanlıklarına battıkça batarak debelenmesi.

Ve kuşkularımda haklıysam bu işin uzmanı filan yok. Evet, adına bilgisayarcı denen bir grup var, olmasına. Tıpkı diplomatlar, terör eksperleri, siyasi liderler, psikologların da olduğu gibi. Ama önümüzdeki karmaşıklık söz konusu olduğunda onları benden ayıran olsa olsa içinde kımıldandığımız karanlığın niceliği. Burunlarının ucunu görüyor olabilirler. Daha ilerisindeyse körleşmemiz eşitleniyor.

Oruçlu genç çocuk saatlerdir modemin başında. Bir yandan erkek aslanlar gibi esneyerek servis sağlayıcı ve diğer bilgisayarcı abileriyle bana kıvamı tutturulamayan ağdanın bulaşa sıvaşa parmaklarımın arasından akıp gittiği duygusu veren sonu gelmez, hiçbir yere varmaz konuşmalar yapıyor. Vaadinin tam tersine iki kere ikinin işler sarpa sardığında dört filan etmediği bu cengelde sına-bir daha yanıl yöntemiyle yol, hayır, almıyor.

Öfke ile sabırsızlığını yaşayıp tüketmiş olan bense derin düşünce pozisyonuna girip ayaklarımı uzatarak şiddetli duyguların doğası üzerine tefekküre dalıyorum.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

PÜRTELAŞ

“Salça!” dedi babam. Süpermarkette unuttuğumuz kalabalık bir ailenin bebeğiymiş gibi bir panikle. “Aldıklarımızı aceleyle torbaya doldururken onu bıraktın herhalde. Yok!”

Dolabı açıp olması gereken yere koyduğum konserveyi gösterdim. Rahatladı.

Biraz sonra, “Bezelye!” dedi. “Öyle bir telaşla hareket ediyorsun ki sana yetişeceğim diye ben de..”

Her ne kadar onun kızı olsam da (isterseniz bkz. 72b Geni yazısı) telaşta eline su dökemem. Üstelik yarım yüzyıl sonra benimki umulmadık biçimde ıslah olmakta.

Bakındım. Bezelyeyi ben de bulamadım. Davranışlarını sahiplenmektense bahanelerini arayan, hep de bulan babam, bıraktım bana yazsın. Hem kayıp bezelyenin sorumlusu ben de olabilirdim pekala. Babamla dünyevi işlerde oluşturduğumuz ikilinin lekeli tarihini düşünürsek..

Tepkisini anında veren insanların işi hem zor (dünya bir anda başlarına yıkılır) hem ne kolay, tatlı (demin yıkılan dünya hızlı bir geri çekimdeki gibi toplanıp yoluna döner).

Çok geçmedi, gözleri yeniden parladı. “Buldum! Erzak dolabına koymuşsun. Yeri orası değil ki, ilahi çocuk!” Bezelyeye dair tek anım süpermarket rafından alışveriş sepetine konmasıydı. Sonrası, bu fasıllarda tuhaf bir şekilde kamaşıp uyuşup geri çekilen bilinçli dikkatimde yitip gitmiş. Boyun büküp bezelyeden yediğim hükmü sineye çektim.

Belki bir isteyen olur, onlar satar diye, saate uymadığı anlaşılan koca pilleri sitenin bakkalına götürmek için bir kenara ayırıyordum ki “Beyaz peynirim!” dedi babam bu kez. “En sevdiğimden almıştım..”

24 saat sonra beyaz peynirin kaybına da alışmıştık. Telefonumu şarjdan almak için eğildiğimde, prize takarken de sonra da ara ara yerde gözüme şöyle bir takılan, herhangi bir şeye benzetemediğimden anlamaya kalkışmadan öylece bıraktığım nesne dikkatimi bu sefer çekti. Elime alıp tersini çevirdim.

“Beyaz peynirin burada baba!”

Hiç bu kadar uzun süre güldüğünü hatırlamıyorum.

Kahkahalar arasında “Hay allah!” dedi. “Ben onu görüyordum ama senin türlü türlü aletinden biri sandıydım.”

Durup durup yeni bir gülme nöbetine tutuldu.

“Herhalde bir şeyler yere saçıldı, sen de telaşla toplarken..”

Kim bilir?

Ne kadar ıslah olmakta olduğumu düşünsem de babamın 72b geninden inme kızıyım.

12 Ağustos 2012 Pazar

PİL


Babamla en sık aldığımız şeylerden biri pil. Çeşitli gereç için boy boy pil. Hepsi de yanlış.

En çoğu da şu 30 yıllık duvar saatine. Pilli ya da pilsiz, alındığından beri işini yapmayan şeye. Demirperde zaman-mekanından. Başındaki Praglı işçi (belki de eski bir büyükelçi, bakan, eşekten fena düşmüş öyle bir kimse), hayata, sisteme, Ruslara küfürle, zamanla kendi ilişkisinin zehrini akıtarak parçalarını bir araya getirmişe benzeyen bir garip saat.

Rustik görünümü mü babamdan bu sonsuz krediyi, hoşgörüyü, kör anlayışı koparıyor? Bunu annemin alıp yazlık evin duvarına asmış olması mı? Adam gibi gösterdiği değil de çağrıştırdığı zamanın anıları mı? Ama babam, yarıdan fazlasını burada geçirdiği 30 yıldır saatten vazgeçmiş, umudunu yitirmiş değil.

Güneye her inişimde gözümün saate, hasta bir kalp gibi 2-3 saniyede ya bir ya sekiz- on iki kez tıkırdayarak şaşmaz biçimde yanlış gösterdiği zamana takıldığını fark eden babam, “Pilden!” der. “Eskimiş. Yenisini almak gerek ama burada bulunmuyor.”

30 yıl içinde insanın eşine, çocuklarına, tanrısına inancı bile kim bilir kaç kez dalgalanacakken onun bu şaşar saate beslediği şaşmaz inancın tek parçalılığı beni kızdırıyor, güldürüyor, büyülüyor.

Dağı aşıp her şeyin bol çeşitli olduğu yerlere gittiğimizde ya o ya ben veya birlikte saatin yeni pilini alırız. Döndüğümüzde babamın ilk işi saati heyecanla duvardan almak olur. Yüzüstü dizlerine yatırır. Saatin bana değil de ona, kendisinden umudu hiç kesmemiş bu kişiye zamanı şöyle tıkır tıkır saymasını sağlayacak pili ambalajından çıkarır. Ve.. uymadığını görür! Omuzlarının çöktüğünü, dünyasının karardığını da ben görürüm. “Hay aksi! Bir büyüğünü alacakmışız” der. Ya da bir küçüğünü. Yanlış saate doğru pil arayışı çok dışımda olduğundan omuz silkip alınan daha doğru şeyleri yerlerine yerleştirmeye devam ederim.

Pilin tuttuğu zamanlara da rastladım.

Saatin günü gece, geceyi gün edişi kadar babamın, bir gözü dakik kol saatinde, sık sık önünde dikilerek yelkovanla akrebi olmaları gereken yere itip çekişine bakarım o vakit.

Bir elde muhallebi kasesi, peşinden koşturulan paşa çocuklarına benzer baştan bozuk bu şeyi aşkla doğru yola getirme çabasına.

Olmazı olur, yoğu var gösteren derin sevgiye.

7 Ağustos 2012 Salı

TO THOSE WHO ARE COMING TO ISTANBUL

Be aware! Istanbul awaits you.

Being at the moment away from him (Istanbul is definitely a lover to me, thus a “he”) let his image once more crystallize.

A huge, rewarding challenge euphemistically called a mega city (which I’d rather bluntly name a populational metastasis). And yet this is but a soulless fact. To get the most out of him, you have to go beneath the surface.

According to your mindset you can see him like a sepia photo (as Orhan Pamuk so savoringly does which might require certain background knowledge/life experience in town though), a decent black and white shot or a vivid color Polaroid. Or, ideally, a collage of all of them.

A 2.600 years old settlement, Istanbul comprises countless overlapping, mutually annulling, enhancing, reinforcing, contradicting layers. The impressions you’d get would be accordingly, depending on your perceptional gear, so to speak.

True, he can push your limits (oh, yes, and how he can!), tries your patience (with his maddening traffic, among others, similar to a lava eruption still hellish hot that comes to a halt). Sedate or over stimulate your senses through his chaotic dynamism. He can hurt your eyes with his newer neighborhoods (that brutal violation of all sense esthétique). As well as fascinate with his uniqueness (just think of the Bosphorus, lacelike shoreline, magnificent historical landmarks) and, win your heart with his friendly people (although one cannot be prudent enough in a 13.5 million city).

But if you shift your approach from that of a tourist to the traveler’s (that is, leaving your expectations aside and opening yourself up to here and now) your resilience could be hugely rewarded. This is also when you begin going beneath the surface. And recognizing patterns, leitmotivs and the links between those layers that constitute this place.

Oh, not as complicated at all as it sounds –I just love sounding as an elaborately sauced meal, a personal weakness. Just sitting in a traditional “kahve” as my dear friend Katie loves doing when visiting the town, and watching people pass would give you a glimpse, for example, into the colorful human landscape.

So, my friends, what I would recommend to you so that you enjoy your stay at maximum is this: relax and be observant. Forget for a while all you do know, be like a fisherman who throws out his net ready to be content with what and how much he’d catch instead of attempting to push a shopping list to the sea.

Looking forward to your visit,

Yours truly

Some useful links:

www.atdaa.com

www.mymerhaba.com

www.ibb.gov.tr/sites/ks/en-us/Pages/Home.aspx



ERTESİ GÜN

Fevkalade fotografik rüyalar gördüm. Sarı çiçek ve tohumlu bir ağacın budaklı gövdesinden dalların ayrıldığı yere zumlamış bir görüntü. Şimdi hikayesini unuttuğum rüyada nakarat gibi tekrar tekrar geldi. Aşırı canlı, ayrıntılı bir imge. Başkaları. Böyle rüyalar görmek için Çin meditasyonu yapmama gerek yok, biliyorum ama yine de bir ilintisi olabileceğini düşündüm. Sabah kalktığımda zihnim ve bedenim berrak, rahattı.

Akşam bir daha gitmeyeyim dedim. Çekimi kalmamıştı.

Günü tatil ilan edip uzun uzun yüzdüm. Zihnim boş, kıyıda uzanıp şunu ve bunu, gözüm neye takılırsa onu seyrettim. Okumadım bile. Yazdım.

Akşamüzeri çıkan rüzgarla akıntıya karşı, kalabalıktan çok uzağa, dalgaların kaba kaba kabardığı açığa yüzdüm. Dalgaların beşiğine sırtüstü uzanmış, yüzüm ışıl ışıl güneş ve dalga serpintileriyle dövülürken fok yavrusu kadar mutluydum.

İnsan böyle bir yerde yaşarken meditasyona ne diye gerek duysun ki? Hayatın kendisi meditasyonken.

Dönüşte iskeleye yine de gitmeye karar verdim. Devamına sığ bir merak belki.

Hafta sonu kalabalığı çekilmemiş. Bugün birkaç kişi daha fazla gelmişti, iskelenin yanındaki açıklıkta toplandık.

Yenilik geçmiş, manasız bir tekrar duygusu onun yerini almıştı.

Biraz daha öğrendiğim hareketleri yapan bedenimi izledim. Evet, hissedilir bir rahatlatıcılığı vardı. Tempoyu düşürüp bedene ritim ve rutini vermek, onunla birlikte beyni, zihni sakinleştirmeye yetmez mi? Sonuçta beden hareketlerinin beyinde karşılıkları olduğu ortada. Peki neden bununla yetinilmez de evrenden enerji toplamak, kirli enerjiyi atıp temizini almak vs zorlama “açıklamalar” getirilir?

“Dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan bunu yapıyor.”

Bir şeyin doğruluğunda nicelikten daha zayıf bir gösterge mi var? İnsanların bir şey etrafında çoğalan sayısı, olsa olsa kolektif saçmalama olasılığının yüksekliğine işaret.

Eh, bu da böyle bir fasıldı, dedim. Çok faydasını gördüğünü söylediği bir şeyi böyle canı gönülden ileten hanıma içtenlikle teşekkür ettim.

“Tek kuruş ödemeden öğrenebileceğiniz (bütün bilgi internette), çok yararını göreceğiniz bir yöntemle tanıştınız” dedi. “Bırakmayın.”

Beni buraya getiren, sağımı solumu karıştırdıkça hiç üşenmeden düzelten yeni arkadaşıma da teşekkür ettim.

Gürültülü ve teklifsizdi belki, ama dobra ve içten de olduğunu sezinledim.

Hoşuma gitti.



Kendi görüşünüzü oluşturmak isterseniz linki
www.falundafa.org

6 Ağustos 2012 Pazartesi

FALUN DAFA

Akşamüzeri doğu koyuna indim. Sentetik hasır şapka heyecanla karşıladı beni. Oradaki bir iki kişiyle tanıştırdı. Ne yapacağımı bilemediğimden biraz fotograf çektim. Sentetik hasır şemsiyeler buradan koyun siluetleşerek uzayıp giden kolu ve mavisi durulan denizle hoş bir kafiye tutturmuştu.

Baygın baygın çalan müziğin diskonun mu seçimi olduğunu kestiremediğim için yan çizme payı bırakarak “Güzel bir meditasyon müziği olurmuş” dedim. “Öyle zaten” dediler. “Falun Dafa müziği bu.”

Avustralyalı beyle ayaküstü sohbet ettik. Meditasyonu tanıtacak olan karısı Türk’müş. Ufak tefek, esmer, sempatik bir kadın.

Başlayalım mı, dedi. Teki erkek, beş altı kişi mum gibi dikildik.

Ellerini göbeğinin altında bir mudra oluşturacak şekilde bir araya getirdi. Taklit ettik.

“Şimdi birer birer bütün akupunktur noktalarımızı açacağız.”

Hadi bakalım, hayırlısı.

Oturduğu yerden düşünce gücüyle evrende kara delikler açtığı veya kapadığına, daha neler nelere inananlara kıyasla burada (bir tembel hayvanınkinden daha enerjik olmasa da) en azından belirli bir fiziksel aktivite vardı.

Hafif bükülü dizlerimle (insan bu pozisyonda kendini pek bir ebleh hissediyor) kollarımı zarif olması gereken uyutucu bir süratle göğsüme, başımın üzerine, iki yana götürüp getirdim, parmaklarımı açtım-kapadım. Ne dendiyse yaptım.

“Şimdi sadece durup gözlerimizi kapayarak 45 saniye boyunca müziği dinleyeceğiz.”

Çinlilerin uzaktan uzağa ayak kokulu yasemin çayı gibiydi müzik. Birinin nefaset, diğerinin zarafet iddiasında olduğunu anlamasına anlasam da duyularımın ilk elden söylediği bambaşka.

“Yüzümüzde hafif bir tebessüm olacak.”

A, onun için suratımda herhangi bir değişikliğe herhalde gerek yoktu.

Her birimizi kuşatan evrensel enerji yumurtasından (sözcük bu olmayabilir) enerji toplama ve oramıza buramıza dağıtma faslı ile bu egzersizi 9 kere tekrarlayacağımızı işittiğimde, o ana kadar bıyık altından gülüşümle at başı gitmiş açıklığım dağıldı. Yerini hızla can sıkıntısı aldı. Neyse, kısa bir sekanstı, sepetlerimizi topladığımız enerjiyle doldurduk. Bitti.

Uzatan ben oldum. Sorularımla. Falun Dafa’yla tam da şimdiki çevirimde karşılaştığımı, uygulayıcıların Çin’de gördüğü zulmün beni hem çok hem hiç şaşırtmadığını söyledim.

“Bu kadar barışçı (uyutucu dememek için) bir şeyden neden öyle korkuyorlar ki?”

“Komünist parti bu hareketi başta çok iyi karşılamış. Aralarında parti üyeleri varmış. Ama FD’cıların sayısı hızla artıp meydanlarda meditasyon yapmaya başladıklarında komünistler kendileri dışındaki organize her kitle hareketi gibi bundan da korkup baskılamaya başlamışlar.”

“Tibet’ten başlayıp Budizme de yaptıkları gibi..”

“Çok doğru. Ve zaten FD’nın kökeni de Budizm.”

“Peki sadece bedenle mi yapılıyor? Yani oturmalı, meditasyon-meditasyon faslı yok mu?”

Var tabii deyip oturduğu gibi lotus pozisyonunu aldı. (“Lotus zorunlu değil, herkes kendince oturabilir. En azından başta.”) Ama burada da yavaş el-kol hareketleri ve bunların en olmadıklarında bir süre donma vardı.

“Bunun yarım ve bir saatlik iki türü mevcut.”

“Bedeni hayli zorlayacak duruşlar.. (Evet, pozisyonlardan çok duruşlar.)

“Öyle ama bir yerlere çabasız da gelemiyorsunuz. Ben on yıldır uyguluyorum. Pek çok sağlık sorunum vardı. Hiçbiri kalmadı. Bağımlılıkları da çözüyor.”

Hareketler sırasında dikkatimi çeken yüz ifadesine bürünmüştü tekrar. Hafiflemiş, derinden hoşnut, aydınlık. Sevgiliden bahsetmenin duyguları canlandırmaya yetmesi gibi deneyimini özetlerken sanki hissini de yaşıyordu.

“FD, içinde yaşadığımız evrende tam bir tolerans geliştirme (bunun talihsiz bir kelime seçimi olabileceğini düşündüm –bana kalsa esneklik derdim), uyum halinde olma üzerine. Gerçekten de hareketleri yaparken bir süre sonra bedenin tam bir denge haline gelip silindiğini hissediyorsunuz.”

Evet. Müstehzi yanıma rağmen buna bir an yaklaştığımı hissedip ben de hoş bir şaşkınlık yaşadım.

Ertesi gün için de bu kez iskelede ve biraz daha erken buluşalım mı dediler.

Doğa ortasında hoş bir egzersiz işte.

Anlamaya, anlamlandırmaya ne hacet. Bir renk. Tabağına konanı ye hem.

Hevesle “Tabii” dedim.

5 Ağustos 2012 Pazar

TAMAM MI?

Neredeyse anadan üryan oturduğum çevirinin başından doğruldum. Aşağıda bu kez benim adımı haykıran sentetik hasır şapkaya elimi kaldırıp bağırmasına gerek olmadığını belirttim. Perdesiz camın önünde dikilip şortu ayağıma geçiriyordum ki “Ah! Uyandırdım mı?” diye seslendi. Cevabı beklemeden merdivenlere atıldı. Çocukların (ve Tarzan ile Jane’in) ağaç evlerine çevirdiğim dağınık çatı odasının halinden hafifçe bir utanç duymalı mı? Bunu baskını yapana bırakmaya karar vermeme kalmadan karşımdaydı.

Bitişik çatıların çoğu paslı güneş enerjileri, çanak antenleri kalabalığı ötesinde uzanıp giden doğu koyuna, adalara, dönüp, önümüzde tabak gibi açılan batı koyu ve neredeyse yanak yanağa olduğumuz Toroslara çepeçevre baktı. İçten bir hayranlık nidası koyuverdi.

“Geçen gün için kusura bakma demeye gelmiştim” dedi. “Çok tepem atmıştı adamlara. Sizin uygulamayı da yanlış anlamışım, yapabileceğin bir şey yokmuş.”

Sonra, musluksuz çeşmeden gürül gürül yalağa akan dağ suyu misali debili konuşmasıyla arkadaşı bir Avustralyalı çiftin akşam kıyıda yapacağı meditasyon tanıtımına gelmemi söyledi. “7’de, tamam mı?”

Dışadönüklerin önermeyen, bildiren buyurganlığı. Gayet doğalca ama. Başka bir şey bilmediklerinden. (İçedönüğün ilişkilerde pek az spontan olduğundan, ani uyaranlardan ürküp daha fazla zamana ihtiyaç duyduğundan bihaber olduklarından.)

Ağzına baktım. Verirken büzülüp alırken açılan bir ağız değildi. Hep aynı açıklıkta görünüyordu. Cömert bir yutuculuk! Sahibi de öyle.

Böylelerine kızamayacağımı fark ettim. Açık pencereden içeri boşalan öğle güneşi gibiydi, bastırıveren yağmur. İyi niyetli, dibi temiz ve kapı-duvar, sınır bilmez.

Bana düşen maruz kalmaktı.

Güldüm. “Tamam” dedim.

4 Ağustos 2012 Cumartesi

ÇAT KAPI

Babamın adını nafile haykıranın kim olduğunu görmek için dışarı çıktım.

Sentetik bir hasır şapkayla burun buruna geldim. Şapkanın iki yanından permasını denizin bozduğu boya sarısı saçlar sarkıyordu. Değirmi yüze, bulanık renkli gözlerle dünyayı soslu makarnaymış gibi içe çekmek için yaratılmış görünen ağza (gevşek, geniş) tanımam gerekiyor mu diye dikkatle baktım. Yeni kalktığım siestanın mahmurluğu terle birlikte üzerimden akıyordu. Çıkaramadım.

Uzaktan gelen otobüsün levhasını okumaya çalışır gibi gözlerini kısarak o da bana baktı. Şöyle bir hatırlayan da o oldu. Yıllar öncesinden bir tanıdıkların kızıymış. Bereket tanrıçası biçimli vücudunu sıkıca saran plaj elbisesi üzerinden en büyük boy deniz çantasını bir omzundan diğerine geçirirken maruzatını anlattı.

Arkalardaki sitelerden birinde kaldıklarını, bizim şezlonglardan yararlanmaları için bir şeyler yapmamı istediğini anladım. Beynim henüz açık değildi ama olsa bile karmakarışık-sıkıcı gelecek bu laf kalabalığının içinden alnımın akıyla çıkamazmışım. Yani talep edildiğini sonradan anladığım yalanları atarak. Bir an önce bitmesi için telefonu kaldırıp yönetime durumu olduğu gibi söyledim. İzin vermediler tabii. Peki deyip kapadım.

Üç kıtanın Amazon kültürünün tek bedendeki harmanı olan hatun, sergilediğim dirençsizlik karşısında duyduğu ağır, küçümseyici düş kırıklığını, azı dişleri tarafına attığı sakızına ben ve müdüriyet niyetine dişlerini geçirip gemleyerek “Ben olsam o müdüriyeti başlarına geçirirdim! Neyse..” dedi ve gitti.

3 Ağustos 2012 Cuma

YAZ YAZILARI -SESLER

Sessizliğe ya da diğer seslere onlardan sıyrılıp sivrilerek serpişen yaz sesleri.

Cırcır böcekleri tabii.

Kara, sivri, sinek çeşitleri.

Başka börtü böcek.

Denizden yansıyan çocuk çığlıkları. Balıkçı teknelerinden yükselen şarkı-türkü.

Alışkın ellerde sarılıveren sigara böreği gibi yuvarlanan dalgaların kıyıya vurup açılışı, az ötede yeniden-yeniden açılışı. Denizin çakıllardan geri çekilmesi. Kayalarda şaklayıp şahlanışı.

Sudaki bedenin sakin şıpırtıları.

Rüzgarın kulaklarla birlikte ıslanan ıslığı.

Tavla pullarının takırtıyla tahtaya çalınmasına uzun, gevşek aralıklarla eşlik eden sohbet parçaları. (Yazın temposu değişmeyen tek gayrı resmi konuşma türü cep telefonlarına aynı gayretle bağırılan olmalı.)

Geceleri sonar dakikliğiyle öten baykuş. (Kaynağı belirsiz, hafif puslu ama aralıkları metronom kesinliğinde bu ses, tarla faresi kadar beni de büyülüyor.)

Gündüzlerin ağaçkakan, serçe, arap ve diğer bülbülleri.

Çardakların kuru ot örtüsünde hışırtısı girdaplanan meltem. Yaprak örtüleriyle rüzgara farklı farklı enstrüman olan ağaçlar, çalılar.

Belli bir yönden ve belli bir şiddette estiğinde (ancak o zaman) yelin taze palmiye yapraklarının yere hemen hemen paralel uçlarından çıkardığı o enfes tıkırtı.

Baygın otomobil tekerlerinin taşlı topraklı yollarda, ilerlemeyle çatlayıp kalmayı aynı anda çağrıştıran küfür kıyamet, iniltisi.

Yazın kendi sesleri var elbette. Ama sıcak ve ışığıyla yaz, diğerlerini de kendine buluyor.

Sabahın er vakti cam bardakta şıngırdayan çay kaşığını insan, o bardaktaki çaya yandan vurup kehribar gibi ışıtan güneş de gözünde canlanmadan işitemiyor.