Babamın adını nafile haykıranın kim olduğunu görmek için dışarı çıktım.
Sentetik bir hasır şapkayla burun buruna geldim. Şapkanın iki yanından permasını denizin bozduğu boya sarısı saçlar sarkıyordu. Değirmi yüze, bulanık renkli gözlerle dünyayı soslu makarnaymış gibi içe çekmek için yaratılmış görünen ağza (gevşek, geniş) tanımam gerekiyor mu diye dikkatle baktım. Yeni kalktığım siestanın mahmurluğu terle birlikte üzerimden akıyordu. Çıkaramadım.
Uzaktan gelen otobüsün levhasını okumaya çalışır gibi gözlerini kısarak o da bana baktı. Şöyle bir hatırlayan da o oldu. Yıllar öncesinden bir tanıdıkların kızıymış. Bereket tanrıçası biçimli vücudunu sıkıca saran plaj elbisesi üzerinden en büyük boy deniz çantasını bir omzundan diğerine geçirirken maruzatını anlattı.
Arkalardaki sitelerden birinde kaldıklarını, bizim şezlonglardan yararlanmaları için bir şeyler yapmamı istediğini anladım. Beynim henüz açık değildi ama olsa bile karmakarışık-sıkıcı gelecek bu laf kalabalığının içinden alnımın akıyla çıkamazmışım. Yani talep edildiğini sonradan anladığım yalanları atarak. Bir an önce bitmesi için telefonu kaldırıp yönetime durumu olduğu gibi söyledim. İzin vermediler tabii. Peki deyip kapadım.
Üç kıtanın Amazon kültürünün tek bedendeki harmanı olan hatun, sergilediğim dirençsizlik karşısında duyduğu ağır, küçümseyici düş kırıklığını, azı dişleri tarafına attığı sakızına ben ve müdüriyet niyetine dişlerini geçirip gemleyerek “Ben olsam o müdüriyeti başlarına geçirirdim! Neyse..” dedi ve gitti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder