30 Temmuz 2010 Cuma

AN

Uzun uzun bir vapur düdüğü.

Çıkıveren esintiyle bir tur, ardından yarım tur daha dönen koca turuncu fırıldak.

Yaprakları dolanan hışırtı.

Geçen uçak.

Boğulup açılan ışık.

Uzakta bir yerde şıngırdayan rüzgar çanı.

Işık boğuldukça yeşili koyulaşan gür yapraklar.

Sardunyaların tüylü kokusunu burnuma şöyle bir getiren yeni bir esinti.

Gür yaprakların koyulaşan yeşiliyle kafiye tutturmuş hüzün.

RULET

Bir kanı zaman içinde oluşmaktayken, hızla çevrilmeye başlamış ruletin önce dış kenarında, ona ters yönde dönen küçük beyaz top gibi.

Biri bir yöne, diğeri öteki tarafa ama iç içe dönüyorlar bir süre.

Derken küçük beyaz topun yörüngesi daralmaya koyuluyor. Rulet dilimlerini birbirinden ayıran duvarcıkların üzerinden seke seke dönmeye devam ediyor biraz daha.

Kanı artık varacağı yere varmak üzere. Belirginleşmiş. Somutlaşmış. Elle tutulur, ifade edilir hale gelmiş epeydir.

Dönüş yavaşlıyor, yavaşlıyor.

Küçük beyaz top bir iki daha sekiyor.

Sonra hareket her ikisi için de bitiyor.

Kanı pekişmiş, öldür Allah kımıldamayacağı yere oturmuş.

Oynanır mı oynanmaz mı, belli olmayan yeni bir oyuna dek.

Kazanan kazanmış, kaybeden kaybetmiş.

* * *

Rulet tekerimin hızla döndüğü vakitler, oyuna katılmasını istediklerimin, bitirdikleri hareket içinde çoktan durmuş, oturmuş küçük beyaz toplarıyla karşılaşmak her defasında afallatıyor beni. Yalnızlaştırıyor.

Çevir bir daha şu çemberi, topu hareketlendir, çıksın gömüldüğü yerden. Yeniden düşün. Sıfırdan başlayarak düşün. Özgür bırak hislerini, karışıp bambaşka bir alacalı ibrişim oluştursunlar. Başka bir ışık altında gör hep baktığını. Bakıyorum canım! sandığını. Evir çevir.

Hayır. Her rulet kendi aksında dönüyor, dönecekse.

DEĞİŞİM

Biri, bir konu üzerine yeni bir kanı (düşünce, izlenim, his) baş veriyor. Belki bir soru işareti olarak. Kendi kafanda ya da dışarıdan düşen bir ışıkla.

Yağmurun ardından ayrıkotları gibi büyüyüp belirginleşmeye başlıyor. Mevcudu önce örtmeye, sonra yerine geçmeye.

Bir bakıyorsun, o konu ya da kişi artık bambaşka bir ışık altında. Verdiği tat, duygu, öncekinden apayrı.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

LOVE PARADE

Duisburg’daki izdiham faciasını bir haber-belgeselde seyrettim.

Gelenek haline gelmeye başlamış devasa bir şehir partisinin pembe isminden çığ gibi çıkarak karabasana dönüşmesini.

Aklından uzaklaşarak kalabalığın itici gücüyle çalışmaya başlayan insan tehlikesi. Önce taşkın bir neşe, ardından panik ve can havliyle kudurmuş bir manda sürüsü olup çıkması.

Kıyamet koptuğunda bütün bölge hastaneleriyle doktorlar alarma geçirilmiş. Onlarca insanın getirildiği hastanelerden birinde, işleri travmalarla olan “kaza cerrahlarının” sesi titriyordu.

Dehşet uyandıran, "insanın" hemen altında yatan vahşi güç. Yerkabuğunun (medeniliğin) altındaki fay hatları, magma tabakası gibi zıvanadan çıkmaya hazır.

Toplumsallaşma (medenilik) madalyonun öteki yüzüne, sürüleşmeye çevirdiği an..

19 ölü burunlarının dibinde yatarken partiye devam edenler sonra. ("Tuhaf değil mi sizce?" diye soranlara adamın birinin "Valla kendi sorunları, sağlık sorunu olanlar evde kalmalı, napalım!" deyişi..)

Adli, vicdani ama belki asıl, bir günah keçisi bulup korkuyu, dehşeti, utancı ondan çıkarma eğilimiyle psikolojik nedenlerle aranan suçlu.

Bulunamaması. (Nasıl bulunacak ki! Herkesin, Tümün “suçlu” olduğu yerde artık kimse suçlu değildir.)

İnsan seyrederken bunlardan herhangi biri olabilirdim diyor; ezen-ezilen, parti yine de sürdürüldüğü için infiale kapılan ya da kendi suçları! diye omuz silken.

Sadece zarların ne zaman nasıl düştüğüne bakıyor.

Galiba asıl ürkütücü olan da bu.

23 Temmuz 2010 Cuma

KÖREVİZYON

Önce kabahati gözlerimde aradığım belli belirsiz bir bulanmayla başladı. Katarakt başlangıcı olabilir miydi? Bu yaşta? Birkaç günde ışığı da çekilir, kalan görüntüler çamurlaşır oldu.

Belirtilerine aldırılmayan bir hastalık gibi oradan oraya atlayarak hızla kötüleşti. Televizyonluktan çıktı.

Nesnelerle düşünceler nasıl da örtüşüyor bazen.

Hayatiyeti azalan, sağlığı bozulan zihin üzerindeydim kaç gündür. Hep turp gibi kalacağını varsaydığımız, o haliyle özdeşleştiğimiz işleyişin gerçekte işini iyi yapan bir kutu transistordan pek farklı olmadığını, yani işlemez ile işler arasında çok geniş bir yelpazenin incecik bir dilimi olduğunu düşünüyordum. Onunla özdeşleşmek ne hata! Kendimizi bir bileceğimiz bir şey olacaksa yelpazenin tümü olmalı asıl..

..derken perde perde kaydı televizyon.

Açılışında çok parlak lekeler, koyu görünen açık renk benekleri dışında ekranı artık karaydı. (Soyut, çok güzel birçok görüntü de seyrettim böylece. Bir tür kendiliğinden ya da tesadüfi sanat denebilecek kareler boldu.)

Bir süre askıda kaldıktan sonra hızla ilerleyen Alzheimer gibi.

Isınmasını bekledikten sonra görüntünün hâlâ geri gelebilen kısmı beliriyor, nispeten anlaşılır oluyordu. Isınma süresi giderek uzadı. Saatini bildiğim bir programdan 15-20-30 dakika önce açmam gerekiyordu artık.

Bu sıcaklarda aşırı pozlanmış bir fotograftan başka şeye benzemeyen kendi zihnin, ruhun gibi. Ancak akşamüzeri, geceye doğru canlanmaya, belirginlik kazanmaya, eriyip gittiğin dağılma hissinden çıkmaya başlıyorsun sen de.

Yeni bir televizyon aldığımı anlamış gibi son renk beneklerini de bu sabah teslim etti ve sesi hiç fena olmayan bir radyoya dönüştü.

Eksilmiş canlılığın iç burkan anısına.

Yansımalar - Seda işte - Picasa Web Albümleri

Yansımalar - Seda işte - Picasa Web Albümleri

22 Temmuz 2010 Perşembe

DAİRE



Elif Şafak TED konuşmasında daireden de söz ediyor.

Geleneksel bir kadın olan büyükannesinin çıban, siğil, yaralarla ona gelenleri bu kusurlar etrafına birer daire çizdiği gibi nasıl iyileştirdiğinden. Soran torununa kerametin okuduğu dualardan çok tam da daire içine almakta yattığını söyleyişinden. “Etrafı çevrilen kurur gider!”

Sonra da kendisinin içinde yer aldığı çok çeşitli dairelerin, çevrelerin farklılığıyla önce nasıl zorlanıp işleyişi bir kez anladığında bunları nasıl çok yönlü bir beslenmeye çevirdiğinden.

Daire, halka, çember, çevre..

Şu mükemmel biçim. Düzen ve korunma getiren, ruha konfor sunan.

Öyle tatlı ki bu rahatlık, rehavete dönüşmesi neredeyse kaçınılmaz. Oluşmuş bir dengeyi zorlamak, başka şeylere açmak insanın doğal eğilimi değil. Doğal eğilim, iyi gelene dört elle sarılmak.

Böylece tamamlanıp kapandığında halka sermayeden, kendi içindekileri yemeye başlıyor. Suyu değiştirilmeyen, toprağı farklılıklarla havalandırılmayan halka içi durağanlaşmaya, kabuk bağlamaya, kokuşmaya başlıyor. Öyle oldukça da etrafındaki sur kalınlaşıp yükseliyor. İçindekiler çıbanlaşıyor, derken kuruyup gidiyor.

Etrafı kusursuzca çevrilen, sonra da sadece onun içinden yaşanan her çevre için geçerli bu. İnsanın barındırdığı pek çok kişilik de dahil. Bunlardan baş rolü verdiğimizi döne döne pekiştirmek, duvarlarını belirginleştirmek değil mi çoğunlukla yaptığımız, yapmakla kalmayıp başkasından da beklediğimiz. Tutarlılık, öngörülürlük. Karşımıza çıkaracağı değişiklik, farklılık ancak nefsimizi okşayacaksa kabulümüz, değilse ilişkiyi tehlikeye sokacak bir irkilme uyandırıyor.

Hasılı daire hem iyileştirici hem tüketici.

Doğal dürtülerin tersine gidip başka dairelere de açılmayı, duvarları geçirgen kılıp içeriye farklı olanı alabilmeyi gerektiriyor.

Ne kadar büyük, etraflı, mükemmel çeperli olursa olsun, içte dışta tek bir dairede değil, irili ufaklı, orada burada pek çok dairede olmak, bunlara da yaşam hakkı vermek en güzeli.

Merkezden vazgeçmek.


http://www.ted.com/talks/elif_shafak_the_politics_of_fiction.html

21 Temmuz 2010 Çarşamba

TUHAF BİR HİS

Cam cilalı parke zemini çıplak, geniş bir mekanda kapıya koşmaya, hatta yürümeye çalışan tırnak arası tüyleri iyice uzamış köpek gibi olmak..

Hareketi dengelemeye, desteklemeye yarayacak hiçbir şeyin olmayışı.

İlgisizlik, itme, bunalmışlık değil. Sadece bir şeyin diğerlerinden öne çıkamayışı. Seçilebilir olmayışı, ardından da yürünebilecek bir yol sunamayışı.

Bir iki cılız denemeden sonra şeylerin hareketsizlikte eşitlenmesi.

Derinlere nakşolmuş, uzaktan uzağa anımsanan bir “Kımıldamalı, bir yerlere gitmeli” dürtüsünden başka şeyin kalmayışı.

Hız alıp ilerleyememek. Tutunamayış.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

AMFİBİK BİR HİKAYE

Bunları buradan çekmeli dediğim nice kare oldu denizdeyken. Kıyıdan birden yükselişini su seviyesinden, hatta biraz altından vereceğim dimdik bir uçurum. Burnuma kadar suya girerek seyrettiğim yansımalar, ışıltılar. Yanı başımdan süzülüp giden iri pisibalığı. Diplerde otlayan deniz kaplumbağası..

Suda da çeken ucuz bir fotograf makinesi bakınıp buldum. Oğlunun yanına Amerika’ya giden arkadaşımdan siparişi oraya göndertmek üzere adresini istedim. Verdi.

Macera da asıl böyle başladı.

Kapı numarasını yazarken bol sıfırlarından birini heyecandan atlamışım. Bir sıfır eksiğiyle paket de delinin attığı taş gibi birkaç kilometre ötede bir kuyuya düşmüş.

Teslim edilmeseymiş kolaymış. 10-15 telefonla iade edildiği posta servisi bulunabilirmiş. Ama bu kadar telefon trafiğiyle bütün anlaşılabilen teslim edildiği olmuş.

Arkadaşımın oğlu onca işi arasında ilgili memuru bularak yapsa yapsa bir Türk’ün sergileyeceği beceriyle yanlış adrese yeniden gidip paketi geri almaya ikna etmiş.

Ama olmamış. İş, Hotel California gibi varlıkla yokluk arasında tuhaf bir yerde asılı görünen o garip adresi yine de bir şekilde bulup çıkarmaya kalmış.

Bir diş kliniğiymiş burası. Paketi dört kökten çeneye kenetlenmiş 20 yaş dişi gibi çekip almışlar.

Arkadaşım dönüşünde paketi ikimizin de daha önce görüşeceği süt kardeşime verdi. Süt kardeşimle gideceğimiz konser aşırı yağış yüzünden iptal olunca ablası başka bir konserde iletecek bir arkadaşıma götürdü.

Sonunda, sözcüğün beş parmaklı organımız ve diyar anlamlarında ellerden ellere dolaşmış küçük yeşil makineye dün, sevinç göz yaşlarım yağan yağmura karışıp giderken kavuştum!

Ortalığı hiç uğruna (ne demezsiniz, sorunun kaynağı gerçekten sıfırdı) bu kadar ayağa kaldıran şeyin adına Kermit de bari, dedi kardeşim.

Oldu bil, dedim!

SORU

Neden 10 yaş genç görünmek isteriz?

10 yıl sonraya göre zaten öyle değil miyiz?

VAR MISIN YOK MUSUN?

Şeylere isim takmaya can atmak da önüne gelene sahip olmayı arzulamak kadar kötü neredeyse, diyor Edward Abbey döne döne okuduğum kitabında. Biraz aşağıda ekliyor:

Hoş Rilke, şair gelip de onları adlandırana dek şeylerin hakikaten varolmadığını söylemişti.

Su zambağının umurunda değildir ona hangi dilde ne isim verildiği. Gölün. Kaz ya da Olympos denilmiş dağın. Seksen bilmem kaç santimlik plazma ekranın –varsa bir umurları.

Sorun, umuru olanda, insanda.

Ad verilmek, fark edilmek, sesi duyulmak, yer açılmak.

Bir eşik bu. Sınırlardan yoksun bir varlık çorbası oluştan belirgin bir kimliğe, özelleşmeye geçiş.

Ama bir de şu var ki, verilen ad, çoğu zaman kalınlığı mevsimine uymayan yorgan gibi.

Bana bir kimlik bahşediyor da, bu bazen üstüme basıyor, terletiyor. Bazen de pek az geliyor, ürpertiyor.


(Edward Abbey, Desert Solitaire)

4 Temmuz 2010 Pazar

TRUVA ATI KASABA DIŞINDA

En güzeli, insanın şu kötü kasap gibi kese biçe yargılayan yanının devrede olmadığı zamanlar..

Kafasında dümdüz, kaskatı bir olması gereken bulunur. Kör bıçağı da o olur ya.

Bir açık yakaladı mı koşulları hiç gözetmeden başınızdan aşağı kazan dolusu kızgın yağı boca ediverir. Suçluluğu, utancı.

İçeri önceden yerleştirdiği bir de işbirlikçisi vardır. Truva Atı.

Onun yardakçısı, ayağının paspasıdır bu yanınız. İçinizi kıymeti kendinden menkul bu dış olması gerekene ille de uydurmaya bakar. Olacak iş olmadığından üretse üretse ılık, sığ bir uygunluk, tezahürü kurtarma, daha ağır durumlarda da riya üretir.

O olmaksızın Yargıç-Kasap canınızı yakamaz. Dışınızda kalır. Kılınıza dokunamaz. Güler geçersiniz.

Böyle berrak anlarda, yaptığım bir kalınlığın farkına varışım duygudan yana kupkuru oluyor. Ne utanç ne altına saklanacağım kılıflar arama, kendimden fellik fellik kaçma, görünmez olma arzusu..

Sadece görüyorum. Havanın kapadığını, yağmurun eşikte olduğunu görür gibi. İncelikten yoksunluğumu, bencilliğimi, cevapsız bıraktıklarımı. Ve ortalık yerde söylemekten gurur duyulmayacak daha nice defoyu.

Ayırdına vardığım her kalınlık (isabetsizlik, yersizlik, cevapsızlık), karşımdakilere de bir bonus daha vermek oluyor. Ben lekesiz miyim ki sizden öyle davranmanızı bekleyebileyim, olmadığında bir düş kırıklığı daha yaşayayım. İşte kusurlarım! Buyrun, sıra sizin, demek gibi bir şey bu.

Nasıl rahatlatıcı!

Kasabın da, işbirlikçisi Truva Atının da kasaba dışında olduğu güzel zamanlar.

2 Temmuz 2010 Cuma

AMA..

Kasa kuyruğunda önümdeki yaşını başını almış hanım, aldıklarını telaşla torbaya doldururken yanındaki ufak oğlanın “Arkadaşlarıma..” diye mırıldandığını işitmedi. Oğlanın bilmiş yaştaki ablası işitti.

“Saçmalama! Okul tatilde, ne arkadaşı!”

Oğlan, öfkesiyle nefesi ayrı düşmüş, tıkanıp patlarca:

“Okula gittiğimde!!” dedi.

Kasiyer sevecendi:

“O zamana çok var. Bayatlar bunlar..”

“Ama arkadaşlarıma vericem ben!.” dedi oğlan yine.

Yaşlıca hanım, bir kutu cipsi torbaya koymuştu, ikincisini gördü:

“Bunu ben mi almışım?!.”

Oğlanı gösterdiler hep birden.

Kadının acelesi vardı, fazla kutuyu hoyratça beriye koydu. Torbaları toplarken,

“Okul kapalı oğlum, arkadaşlarını görmeyeceksin” dedi.

Oğlanın yüzündeki kesintiye uğramışlık ifadesi yaşından çok çok büyüktü.