26 Aralık 2014 Cuma

MOR LAHANA DİLE GELDİ

Lahanayı kestim.

Uyandı gözüm. Bıçağı bir yana bırakıp seyrine daldım.



İki renkli deseni kıvrım kıvrım, kesintisiz bir ıslık oldu, tizleşe pesleşe yükseldi.

20 Aralık 2014 Cumartesi

THEREMİN

İki kitap okuyorum.  

Vibrafoncu Gary Burton’un otobiyografisi Learning to listen, elden düşecek gibi değil. Sanat yaşamı cazın çok hareketli bir dönemine denk gelen bir müzisyenin, kendi doğumundan sadece on küsur yıl önce ortaya çıkan enstrümanıyla birlikte serpiliş hikayesi.

Müziğin dudak uçuklatan isimleriyle sahnede, sokaklarda, kulislerde, art arda eklenen turnelerde içli dışlı olurken müzisyenlerin aklımı alan dünyalarını ağzım açık seyrediyorum. Mücadelelerini, kavgalarını, hırslarını, tutkularını, sanata getirdikleri yenilikleri, dehalarını kemiren zaaflarını.. Bir yandan, “içindeki çalgıcıya” güvenip kulak vermeyi erken yaşta öğrenerek akıntıya tersinden dalıp yön vermiş Burton’un kişisel öyküsü de akıyor: Dışa dönük, büyük şehirli bir maço alemi olan caz dünyasına taşradan gelip atılan içe dönük, eşcinselliğiyle karmaşa yaşayan bir beyaz. İçim kıyılarak okuduğum bölümleri gözlerimden yaş gelerek güldüğüm anekdotlar izliyor. Hepsi baş döndürücü bir hareket. Ritmi ve örgüsüyle bir müzisyenin elinden çıkma olduğu açıkça hissedilen de bir anlatım. Son derece sade, dengeli.

Bütün bir dönemin elbette ama aynı zamanda içini ve dışını dinlemeyi öğrenen bir insanın hikayesi.

*
Diğer kitap, şu sıralar gözde yazarlarımdan biri olup çıkan Mark Epstein’ın Thoughts without a thinker’ı (Düşünürsüz Düşünceler).

Budist bir bakış açısından psikoterapi.

Budizmi psikoterapiye katma fikri ilkten kafamdaki önyargıya takıldı. Tamam, olmadık akımları birleştirmek sanatta, müzikte pekala mubah.  Al mesela Gary Burton’un başını çektiği füzyon caz. Gerçi kuantum terapilerin havada uçuştuğu bu çağda ana akım artık her şeyi her şeyle bir araya getirmek. Yine de, Epstein’ı okudukça Budizm ile psikoterapiyi nasıl da genel kanıya uygun (ve temelsiz olduğu anlaşılan) bir şekilde çerçevelemiş olduğumu anlıyorum.

Buna göre kabaca psikoterapi nevrotik dünyaya ayak uydurmaya yönelirken Budizm onu “aşıyor.”

Epstein, Burton’un duru ritmiyle bu yanlış tanımlamalardan başlayarak adım adım işin özüne götürüyor.

Budizmin, etrafında pekişen mistik, egzotik çağrışımlar ötesinde tümüyle insan bilgisi, psikoloji olduğunu gösteriyor. Buda’nın aydınlanmasının, zihnin doğasına uyanış olduğunu. Psikoterapinin fili tanımlayan körler misali bir orası bir burasından yaklaştığı şeyin doğasının bir bütün olarak kavranışını.

Samsara (kendimizi bilmezliğimiz, cehaletimiz, hırs, nefret ve arzularımızın avucunda durmadan çevirip acı ve sefalet ürettiğimiz yaşam çemberi) simgelerini, insanın hayvaniden başlayıp tanrısala uzanan varoluş boyutlarını psikoterapi anahtarlarıyla açıyor. Buda’nın deneyimini aktardığı derslerinin, sutraların psikoloji diline tercümesini yapıyor.

Budizmin düsturu Samsara nirvana, nirvana samsaradır ile Budizmden bekleyeceğimizin çöplüğü geride bırakarak ilelebet mutluluğa erişilecek bir aşma-kaçma, bireysel bir “yırtma” değil, tam tersine, “çöplük” olarak görünene dalma olduğunu ortaya koyuyor.

(Zen ustası Dogen: “Budizmi incelemek benliği incelemektir/Benliği incelemek benliği unutmak/Benliği unutmak başkalarıyla bir olmak.”)

Bunu insan sefaletimizin kaynağı, yanlış anlaşılmış zihinle değil, “çıplak dikkat” dedikleri farkındalık uygulamasıyla yaparsak, yabancılaştığımız, ittiğimiz (ve çok ilginç, “benlik” dediğimiz şeyi bu itme etrafına kurduğumuz) nevrotik yanlarımızla onları bütüne katıp özgürleşebileceğimiz yeni bir ilişki kuracağımızı öne sürüyor.

Epstein psikoterapiyi de Budizmi de sorunun kaynağıyla yeni bir ilişkilenme olarak görüyor.(Epstein’ın anladığı şekliyle psikoterapi, Budizmin işaret ettiği deneyime bir tercüme, çerçeve ve dil sunmaya aday.)

Zihnin geveledikleri ötesinde doğrudan bir ilişkilenme.

Sözcüklerin dili büyük ölçüde zihinle sınırlı olduğundan ötesinin anlatımı haliyle oturduğu yerden bakan kişi için çetrefilleşiyor. 3 boyutlu filmi özel gözlüğü olmadan seyretmek gibi, bulanık, çelişik görünebiliyor.

Ama ilk elden deneyimlendiğinde bu “başka türlü ilişkilenme,” en azından başlangıçta dilsiz kalmaya mahkum da olsa gayet belirgin ve gerçek.

Dünyasını anlamlandırmada düşünceden ya da ham histen başkasını bilmeyen insanı bekleyen bir eşik var burada.

Harlı bir ilgiyle seyredilen zihni kullanmak, seslerin hazır tuşlar, perdelerle dilimlere ayrılmadığı bir enstrüman çalmak gibi.

Daha da çetini; müzisyenin ne görünür ne elle tutulur elektrik dalgalarına dokunarak ses çıkardığı theremin çalmak gibi.

19 Aralık 2014 Cuma

ÇEKME ELİNİ!

Bir arkadaşım, her seferinde irkilip pençeyi yediğim sağı solu belirsiz kedisiyle oynarken beni böyle uyarırdı.

Benden hızlı çıkan vahşi, ateşten kaçırır gibi çekiverdiğim ellerimi epey tırmaladı, diş geçirdi. Ne o değişti ne ben.

Nice zaman sonra ataklıkta ondan geri kalmayan başka bir kediyle bu uyarıya kulak vermeyi akıl ettim.

Güzel güzel okşanırken bedeni birden şahlanan bir kobra gibi kıvrılan kediden elimi çekmedim. Ben durdum. O da. Gevşekçe bıraktığım elime hamlesi bir anda gevşedi. Tırnaklarını içeri çekti, dişleri etime şöyle bir dokundu.

Oldu.



*
Yaşadıkların da bir kedi. Hayat. İrkilip çekildiğin an pençeyi yiyorsun.
Dur bir. Kal. Bak. Dinle. Anla. Ne yaparsan yap, çekme elini.

*
Neden bu uyarıya uzun zaman kulak asmadım? Sonra ne oldu da bir denedim?

Bir yere gelirken yürüdüğün yolu atlayıp sonucun altını çizdiğinde başkaları için pek bir anlamı olmayabiliyor.

Değişim, şunu yap bunu yapma demeyle gelmiyor. Bunu insanın kendine söyleyebilmesi, bunu da kendisiyle lafını dinletebilecek kadar akıcı, kucaklayıcı bir ilişki içinde yapması gerekiyor anlaşılan. Kaba saba bir iradenin kamçısıyla değil.

*
Güçlü bir itme duyduğum Ankara’yı ona tepkiyle bakan gözlerime güzel ya da mazur gösterme çabasını bir yana bıraktım.

Israrla güzeli, iyiyi, çekiciyi aramanın da kör bir tepkiyle kaçınmaktan, itmekten farksız olduğuna uyandım.

Ankara ne ise o –aslında ben nasıl isem öyle. Daha tahammüllü olduğumda eşeleyip iyi yanlarını çıkardığım, değilsem yerin dibine, ruhunun (ruhumun) karasına batırdığım bir garip şehir.

*
İnsanı hayatta perişan eden, tepkiselliği. Ama’larla, hak etmiyorum’larla, ben böyleyim’lerle, kıyaslamalar, yargılarla tahkim edilmiş, hatırı sayılır kılıklara soktuğu tepkiselliği.

Şöyle bir kenara çekilip “çıplak dikkatini” yönelttiğinde dayanaksızlığına uyandığın tepkisellik.

Çeki çekiverdiğin elin.


Çekme. Kal. Kulak ver. Been-beniim demeden bir anla.

14 Aralık 2014 Pazar

MAVİKENT’TE BİR CESET BULUNDU

Nasıl bizim oralar diye sordum.

Kimse kalmadı, durmadan da yağmur yağıyor, dedi Fatoş. “Ama denizi göreceksin. Öyle güzel ki.. Vahşi. Dalgalar ta kabinlerin oralara patlıyor. Plastik, tahta, çerçöp.. allak bullak plajlar suyun getirdikleriyle dolu.”

Dolaşsan, dedim, kim bilir neler çıkar.

Belki fazla da dolaşmamak gerek dedi. “Geçende Mavikent açıklarında bir ceset bulmuşlar. Silifke’ye indiğimde haberim oldu. Tanıdıklar toplanmış, bilgisayarda bir şey seyredip gülüşüyordu. Çağırıp gösterdiler. Bakakaldım. Adamı (Boğsak’tan gayet iyi bildiğim bir balıkçı çıktı, sık sık gelir, marketten alışveriş yapardı) gördükleri yoktu, işin gırgırındaydılar. İnternet’te ara, bulursun.”

Buldum.

Ufak balıkçı teknesi yüzen cesede yaklaşırken biri de videosunu çekiyor –başlangıçta belki adli bir yanlış anlamaya kurban gitmemek için.

Ağzında sigara, cesede kanca atmaya çalışan genç balıkçı, sanal teşhir kuşağından. Alışık görünüyor. (Yine de o bıçkın tavırları arasında hissedilen bir irkilme mi var, bana mı öyle geliyor?)

Bundan sonrası öznenin nesneleştiği bir oyun. Panayırda hedefe halka atma gibi bir şey. Balıkçının ağzında sigara, suya cesedin yanı başına yuvarlanıvermesi belki o an değil ama kaydın başına toplanıp yeniden yeniden seyredeceklere her seferinde başka çeşitlemelerin ekleneceği bol patırtılı kaç kahvehane sohbetlik malzeme.


Seyredileni geride bırakan bir seyir.



11 Aralık 2014 Perşembe

KAP KACAK

Dizkapağı, kafatası, leğen kemiği, idrar torbası, safra kesesi.


Neyse, bir de tüm buna pastoral bir hava üfürecek kaval kemiği var.

10 Aralık 2014 Çarşamba

FARKINDA

Arkadaşım Deniz’den:

Farkındalığını arttır dedi. Hiç içinde bulunmayı arzu etmeyeceğim durumlarda bile durup şehre kulak vermeli ve şehri eleştirmeyi bırakmalıymışım. Çünkü şehir şehirmiş, asıl benim şehrin içindeki varlığım şehir için yükmüş. Örneğin yarı-deli bir şoförün kumanda ettiği köhne ve tıkış tıkış dolu bir otobüsle Boğaz'a ha uçtu ha uçacak bir süratte seyretmekteyken, bir yandan yuvarlanmadan ayakta durmaya çabalarken, bir yandan da anın tadını çıkarmalı, hangi kol, bel, bacak ve boyun kaslarımın tam da o anda nasıl da beceriklice denge sağlamak için çabaladığına dikkatimi vermeli ve elbette nefes almalıymışım. Nefesime odaklanmalıymışım, yavaş yavaş nasıl ciğerlerime çektiğime sonra nasıl hısssss diyerek saldığıma. Bunlara odaklanırsam mutlu olabilirmişim milyonlarca insanın yaşadığı bu koşturması  bol, pis kokulu şehirde.

Nefes alayım, peki. Benden daha çok kim isteyebilir ki bunu? Şöyle her iki burun deliğinden tertemiz serin havayı ciğerlerime çekmeli, sonra da ciğerlerimde birikmiş ne varsa hatta içimde kötülük, sıkıntı namına birikmiş olanları da peşine katarak, ağzımdan atıvermeliyim dışıma. Acaba en son ne zaman öyle nefes almış ya da vermiş olabilirim? 4-5 yaşlarında burnumun oluk oluk kanadığı yıllarda. Yine böyle bir kanamada neredeyse bir paket hidrofil pamuk burnumun iki deliğine de tıkılmış, anneannemin odasındaki divanda serin serin yatıp genzime ılık ılık akan tuzlu ve yakıcı tadlı kanımı düşündüğüm gün olsa gerek. Bundan 45 yıl önce yani. Oldu mu o kadar?  İşte o gün, nihayet kanama durup da kanımla ıslanmış pamuklardan kurtulduğumda o ne güzel bir havaydı içime çektiğim. O zamanlar bu kadar büyük olmayan burnumun her bir hücresine sızmıştı Ankara kurusıcağının güneş almadığı için serin bıraktığı odayı kaplayan nefis hava.

Onun dışında, bazen nefes almayı unuttuğum oluyor. Yani bana öyle geliyor. Bir türlü randımanlı nefes alamıyorum. Sanki göğsümün üstüne oturmuş kıllı kocaman bir yaratık var, az çekil diye dürtmek istiyorum ama yatakta kocayı dürtmek gibi bir eyleme dönüşemiyor. Kaldı ki o da sonuç getiren bir eylem değildir, dahası, sabah olduğunda karşı taraf hem bütün gece gözünü kırpmadığını iddia edecek, hem de bütün yorganı çekip almakla suçlanacaksınız. Evet,  ciğerime az hava gittiği için beynimi de pek havalandıramıyorum. Hep o binyıllık kuruntular, öfkeler. Belki böyle konudan konuya hoplamam da bu durumun bir sonucu. Hoplama dedim de, geçenlerde rüyamda kangurular gibi hopluyordum, ya da ayağının altına yay takılmış panayır soytarıları gibi -böyle bir meslek grubu var mı bilmiyorum.

Sus, yeter. Aklını ve dikkatini topla, bir kere de söz dinle. Otobüse neden bindim? Yol iki adımlık olmasa da yürüyebilirdim. Ayak parmağımdaki sinir sıkışması olmasaydı. Burnum tıkalı madem, nefes alamıyorum, peki neden koku alıyorum? Öncelikle tutunma demirinin kokusunu neden alıyorum? Nemli paltoların, 1 hafta önce yıkanmış saçların, kızların daracık kotlarının içine bir de ipli naylon don giyerek ürettikleri mantarların kokusunu, evden kafasına kokular boca ettikten sonra fırlamış gencin parfümünün henüz uçmamış alkolünün kokusunu? Neyse ki yanımdaki kız ağzına naneli sakız attı, oradan bir ferahlık geliyor. Ama bu da o cıklayan sakızlardan, işitmemeye çalışsam da dişin sakızla olan temaslarının neredeyse hepsi kulağımda. İçerisi çok sıcak bir de. Şu an ölsem üzülmem.

Nefes alamayacağım anlaşılınca ben de veriyorum. Yok, son nefesimi değil. Yeniden içime çekeceğim karnı açıkmış ortayaşlı kadının ruj kokulu nefesini.”

*

Yüzümde bir gülümsemeyle okudum. Keskin zekasını bir bisturi gibi ışıldatmış.

Girişte sözünü ettiği benim. Söz konusu farkındalık ise pek benim söylemeye çalıştığım değil. Onun mevcut gözlemciliğine ne eklenebilir ki? Olsa olsa bunu bir de içe, üretken zihninin doğasına çevirmesi. Meramım da oydu.

Adına gerçek dediklerimiz, çoğu zaman olguları yorumlayış biçimimizden ibaret ise yorumlayanı, zihni seyretmek nasıl olur? İşleyişini, mantık dediğimiz şeyin hangi çöplerden çatıldığını. Düşünceler, duygular, izlenimler,  itme-çekme, kayıtsız kalma ile dolup dolup boşalmasını. Bunlardan olumlu-olumsuz kanımıza dokunanlara, içimizde bir şeyleri harekete geçirenlere takılıp kalışını. Aslında sürekli bir akış iken kendine nasıl kalıcı, ele gelir bir kimlik biçip dört elle asılarak ne pahasına olursa olsun savunmasını.

Seyretmesini önerdim, izlemesini.

Yargılamadan, irkilmeden, bastırmaya, değiştirmeye çalışmadan. İçindeki yansız, her şeyi kucaklayan tanık canlanırken seyri bir sanat haline getirmesini. Bir yandan bocalar, kapılır gider, yeni bir atılımla silkinip yola yeniden koyulur, sever-tiksinir-burun kıvırır-kuşku/inanç duyar-mutlu/mutsuz olur.. yani yaşarken bir yandan bütün bunları ve daha ne varsa seyretmesini.

“Konu mutlu olmak değil, seni iplerinden (geçmişin, çevrenin koşullanmaları ile bunlar üzerine bina edilenler) bir oraya bir buraya çeken refleks tepkilerinin oyununa uyanmak.”

Zihnin çıplak doğasının değil, olsa olsa durmadan ürettiklerinin farkındayız. Bunların bize hissettirdiklerinin. Sihirbazın el çabukluğundan ziyade şapkadan çıkardığı tavşanların. Tavşanlar hoşumuza gittiği sürece ne âlâ.

“Ayak bileklerinden başlayıp seni yarı beline kadar içine alması an meselesi düşünce-duygu sellerine kapıldığında bir kılavuz ip gerek; o da nefesin işte. Usulca ona dön, odaklan. İçine girişine, çıkışına. Nasıl olduğuna.”

Nefes, uçan balonu baloncunun bileğine bağlayan ip. Düşünceden duyguya, oradan tepkilere savrulup giderken seni aslolana geri getiren.

Böyle böyle seyre çalıştığında diken üstünde olmanın yerini yavaş yavaş ve kesintili bir hoşnutluk almaya başlıyor. Kapanmanın yerini açılış. İtmenin yerini ilgi. Ardına çekilecek duvar arayışının yerini çıkıp katılmak. Bıkkınlığın (gözün takılıp kalması değil mi bu?) yerini kurcalayıcılık.


“Dediğim, etrafında olup bitenin farkındalığından öte; farkındalığın farkındalığı.”

17 Kasım 2014 Pazartesi

ÇİRKİN HAVA

Güzel havanın tersine neden kötü hava diyoruz ki diye sordu.


Düşüne kaldım.

13 Kasım 2014 Perşembe

SİLKELE

Elimde bir müzik aleti olsa, müzik olmasa da sesler çıkarabilirim. Kelimelerle bunu yapmanın yolu yok ki.


Belki de var. Çuvalın ağzını açtığın gibi ters çevirircesine içini dökmek. Sonra, boşalan torbayı katlayıp bir kenara kaldırmak.

11 Kasım 2014 Salı

ANLAYIŞSIZLIĞI GÖRÜVERDİM

Anlayışsız olmasını anlamayarak sen de anlayışsızlık etmiyor musun dedim kendime.

24 Ekim 2014 Cuma

İSTANBUL GÜNLÜĞÜ




İrkildim. İtmedim. Daldım içine. Düşünmedim, hissettim. Öyle olunca duygular hep yeni. Algı. Çevrilen sayfaya İstanbul kendini yazdı. Ateşim körüklendi. Aktım. Vuruldum.

11 Ekim 2014 Cumartesi

BAĞLAM

Sırtımı Kanyon’a verip önündeki meydanda bir banka oturdum. Kapalı göğün altında, sürati kesilen lav akıntısına benzer kızgın akşam trafiğini seyre daldım.

Canhıraş bir ambulans, kendine yer açmaya çalışarak daldığı kördüğümde uzunca bir süre önümde takılı kaldı. Otobüsler, minibüsler, araçların arasından zikzaklar çizerek sıyrılan, sıyrılamadığı yerde kaldırımdan geriye ne kalmışsa orada kendi zikzaklarıyla ilerlemeye bakan yaya kalabalığına dalan mobiletler, motosikletler. Kalın uğultu tabakasına tiz çizikler atan kornalar, sirenler.

Fazlasıyla tanıdık bu karmaşaya fazlasıyla tanıdık tepkiyi verebilir ve ya bunalır ya da onu yok bilmeye çalışırdım.

Onun yerine iyice yaklaştım.

Elinde beyaz torbası, yeşil montlu genci görüş alanımdan çıkana kadar takip ettim. Kendime varlığını hatırlattığım tasaları, umutları, sorunları, sevinçleriyle uğultunun yüzsüz bir parçası olmaktan hızlı adımlarla çıktı. Gitti. Aynını kulaklıklarıyla otobüste dikilen, alnını cama dayayıp dalmış gitmiş, elindeki telsize talimatlar yağdırarak koşar adım yürüyen vs birkaç kişiyle daha, onların insanlıklarını, tekilliklerini alabildiğine hissederek yaptım.

Her birinin birer mecrası, çerçevesi, bağlamı olan bu hayatların, kesişip bir araya gelişleri üzerine kesif bir duman gibi yükselen anonim kargaşayı geriye, çıktığı yere doğru izlemek, başın döndüğünde tek bir noktaya odaklanmanın etkisini yarattı.

Sakinleştim.


Kalkıp içeri, Prenses Grace filmine girdim. Artistin sarayda sudan çıkmış balık halli yaşamını ilkten anlam veremediğim yoğun bir ilgiyle seyretmeye koyuldum.

Rahip dostuyla konuşması hah, işte bu dedirtti. Aşağı yukarı şöyle bir dialogdu:

Grace –Kendim olamadığım bir yerde daha ne kadar kalabilirim, bilmiyorum.

Rahip –Kendin dediğin kim ki? Sen kendini bir film artisti olarak tanımladın. Hollywood’u ile o fasıl geride kaldı. Önündeyse hayatının rolü var; buraya uyum sağlamak, kendini, aileni dağılıp gitmekten kurtarmak.

Rahip buna Monako tahtını da ekledi ama benim dikkatim klişeler ile filmin vasat anlatımında değil, parmak bastığındaydı.

Grace bunun üzerine silkelendi. Savruluşu sona erdi. İşlevini yitiren eskisi yerine kendine anlatacağı, anlam ve yön sunan yeni bir hikaye bulacaktı. Aldı, hayatına bu bağlamın merceğinden baktı.

Gerçekte öyle mi oldu, bilmem. Bu bir film. Ama anlattığı bir vakıa.


Bağlam ve onu oturttuğumuz öyküleştirme her şey.

9 Ekim 2014 Perşembe

MİRO



Yedi ay sonra İstanbul, önüme bir deste iskambil kağıdı gibi yüzlerini saçıyor.

Yeni binalar, biraz daha beton.

Soluk aldırmayan trafik.

Her bayramda boşaldığı söylenen kentin taş çatlasa ne kadar azalabilecek kalabalığı. (Bir obezin üç beş kilo vermesi kadar hissedilebilir azalması.)

Yol kenarlarında, meydanlardaki çimenlik yamalarda ailece yorganlarını başlarına çekmiş Suriyeliler.

Pastaneleri, restoranları doldurup bir o kadarı da yer bekleşirken kaldırımlara taşan bayram kalabalığı.

Vale servislisinden uçan balon-kağıt helva ve açık havada ahaliye karışmaktan ibaretine her keseden tatil eğlencesi.

Yakılan otobüsler, yaralanan, ölenlerle bölgesel cehennemin şehre sıçrayan kıvılcımları.

İstanbul!

Her zaman parçalı bir paralel gerçeklikler alemi.

Seçtiğin ya da önüne gelen kartlarla “elin” seni kapkara bir karamsarlığa da götürebilir, günü gün etmeye de, sadece konu başlıklarının değiştiği orta sınıf bir kronik endişe haline de.

Tek tek noktalardan, piksellerden (olgulardan) oluşma bir akıştan ibaret aslında İstanbul. Yaşam. Bunların insanların hayatına dokunanları, algı alanlarına girenleri ve yorumlanıp bir araya getirilişleriyle sonsuz çeşitleme veriyor.

Sergiyi sondan başa, sonra baştan sona gezdiğimde işte Miro dedim. İç-dış savaşların eksik olmadığı ömründen onun alıp yankıladıkları, dokuduğu kendi dili.

Sergiyi sevinçle (sözcük bu!) gezen, çocuklardı. Miro adına kıvandım.

Noktaları seçip birleştirme özgürlüğünde aynı safta değiller mi? Saflıkta?

Fotograflar şöyle bir fikir verse de müze ışığına ve tabii çekenin seçimine bağımlı kalışlarıyla yetersiz.



Olanağınız varsa gidin. Kendiniz görün, görüşünüzde öne çıkan noktaları kendiniz birleştirin.

3 Ekim 2014 Cuma

TOURETTE KURBANLARI

Bir çocukluk arkadaşından söz ediyordu. Bence Tourette sendromluydu, dedi.

“Neden?”

“Tikleri.. Bir de önüne geçemediği cümle tekrarları.”

Sonra bir terapi seansının televizyonda gördüğü bölümünü anlattı.

“Çocukların önüne tahrik edici şeyler koyuyorlar. Masanın üzerine bir top mesela. Dürtüye kaç saniye karşı durduklarını saydırıyorlar. Amaç, süreyi her seferinde uzatmak. Bazısı uzunca bir zaman kendini tutabiliyordu. Önüne konulan topu görür görmez elinin tersiyle savuranı gibi bazıları da dürtüye anında yenik düşüyordu."

Durdu, ekledi.

“Dürtüler söz konusu olduğunda aslında hepimiz üç aşağı beş yukarı Tourette sendromundan mustarip değil miyiz?”


Gözüm, elimde yakmayı beklediğim sigaraya kaydı. 

30 Eylül 2014 Salı

DÜNCEL



Sabah yürüyüşünde çalıya takılmış gazete sayfasının yanından geçerken birden durdum.

Güncelin doğasının bin kelimeye bedel resmi güneşi arkasına almış, hafif esintide nazlı nazlı salınıyordu.

Yediği yağmurla kabaran sayfanın börtü böcek, kuş, uzaklarda elektrikli bir testere ve diğerlerinden sıyrılan sesine kulak verdim: Tazeyken yürekleri hop ettirmiş, öfke, korku, kaygı uyandırmış aktüalitenin, böyle güçlü tepkiler uyandırmaya ayarlı mecrasından geri kalana.

Ucunda kukla gibi oynatıldığımız, bizden beklenen karşılığı verirken bundan bağımsız bir tavır oluşturma ihtimalini bile hayal etmez hale geldiğimiz GÜNCEL ipi. Hayatın avaz avaz bağırdığından ibaret olduğu yanılsamasını yaratan, farklı bağlantılar kurma, bugünle ana akım dışında ilintilenme olasılığını sekteye uğratan şu zorlayıcı, dayatmacı kavram.

Tetiklediği çokça standart tepkilerin, günü geçer geçmez hiç yaşanmamış gibi olduğu ve yeni haberlerde bıktırıcı bir yeknesaklıkla yeniden körüklendiği güncel kamçısının çalıya takılmış haline baktım.

Elden ayaktan düşmüş zorba zavallılığına.

Muzaffer bir edayla omuz silktim:


Düncel!

25 Eylül 2014 Perşembe

KINALI

Şöyle bir hesapla 20 yaşında.


Bir ameliyatı izleyen narkoz sersemliği sırasında öldü sanılıp atıldığı çöp bidonundan çıkarılalı 6-7 yıl olmuştur. Hayatın ikinci kez bahşedildiği bu dönemde ileri yaşın külfetini insan yerine bir kedi bedeninde sergiliyor.

Bir zamanlar adamakıllı gösterişli olan kürkü, havı orası burasından dökülmüş, rengi atmış sefil bir posta dönmüş, adımlarını hesaplayarak bahçeyi geçip verandaya geliyor. Teki zamanında bir kavgaya kurban gidip güdük kalan kulakları bir kedi için çok ağır işitiyor. Miyavladığı, hafif bir gıcırtı halinde çıkan sesinden ziyade öylece açıp oynattığı ağzından anlaşılıyor. Verdiklerimizi şöyle bir koklayıp su kabına yöneliyor.

Sonra, her hareketini ölçe biçe, en az ıstıraplı olacak konumda hemen önümüze, taşlara uzanıyor. Bütün istediğim biraz insan varlığı der gibi.

Yatışını, patilerinden birinin duruşunu değiştirmesi hep ağır ağır.



Türünün ortalamasını misliyle aşmış ömründe kediyle özdeşleşen çeviklikten insani bir düşkünlüğe geçeli çok oluyor.

Gözüm onu kıvrıldığı yerden iki adım ötede oturan 93 yaşındaki babamla birlikte çerçeveliyor. Bu resimde kedi ile insan bedeni arasındaki fark silinirken bedenlerin hareketliliğine çöken ağırlık öne çıkıyor. O ağır, seyri bile bezdirici çaba. Doğumdan ölüme canlılığın görünüşteki farkların ötesinde bir olan seyri. Puslanan hayatiyetin çentik çentik düşüşü.

Bir yandan yaşam, parlayıvereceği, kısa da olsa fışkıracağı aralık arıyor.

Geçen yıla kadar Kınalı, uyuklamasının ortasında bir anda silkiniyor, kolay görünen bir av peşinden şimşek gibi bir hamlede incir ağacına tırmanıyordu.

Bazen denizden gözleri ışıldayarak gelen babam gibi: “Bugün iki saate yakın kaldım!”

Sakin yaz sonu ikindileri ikisini aynı verandada görmek, kendimi kaptırmaktan çekindiğim tatlı-buruk bir tat veriyor. 



23 Eylül 2014 Salı

GEÇİŞ

Önce bulutlar geldi. Eylül’ün tam 1’inde. Masum cumuli nimbus. Güneş, adacığın üzerinde, kenarlarından altın fistolar geçirerek onların arasından doğdu. Rüzgar kuzeyden, dağdan esmeye başladı. Nem bir anda düştü. Işık başkalaştı. Göğün mavisi koyulup derinleşirken akrilik boya kadar eşit dağılır oldu. Kontrastlar keskinleşti. Sıcaklık huy değiştirdi. Yine yüksek de olsa artık iliklere işleyip kavurmayan güz sıcağına dönüştü. Daha belirgini, yaz’ın zamanı sürgit askıya aldığı duygusu yerini geçiş ve sonluluk hissine bıraktı. Bitki örtüsünün alacalanması yakındır. Çıtır, derin ışığı, artık sadece (geçkince bir kızın ayağı yere eren hayalleri gibi) tatlı sıcağı, fotograf ya da resimlere şölen renkleriyle sonbahar yeryüzüne, tenim ve gözlerimden de içime usul usul yayılıyor.

Yaz, varlığımı, fikir değiştiren bir çömlekçinin çarkı hızla döndürürken vazodan saksıya çevirmeden önce bozup erittiği ıslak bir topak kil gibi, alıştığı biçimden çıkarıyor. Ne kontur bırakıyor ne başka bir tanım. Eritip ayrı bildiğim bütün her şeye karıştırıyor. Elementlere, nesnelere, kalabalığa.

Kaybettiğin kendin yerine dağılıp karıştığın bütünü bulmak, fiziksel olarak zahmetli olsa da sarhoş edici.

Çocuksu bir şehvet.

Çocuksu da bir zamandan azat edilmişlik duygusu. Bu halin sonsuza dek süreceği yanılsaması.

Aklı başına, algıları gerisin geri birinci tekil şahsa getiren, değişimi askıdan indirip akışını kaldığı yerden sürdüren, güz.

Cini çıktığı lambaya geri iten.

Çocuksuluğu hızlı bir ergenlikle değiştiren.

Zamanı yeniden hissettirmeye başlayan.

Güzel mevsim, hiç sözüm yok.


Ama cenetten kovulma hissiyle beni eşekten düşmüşe çeviriyor.

14 Eylül 2014 Pazar

KIYIDA





Civarda irili ufaklı, kolay kira gelirine açgözlülükle alelusul kondurulmuş yazlık öbeklerinin artışıyla “bizim” site, ecrimisil (ne kelime!) bedelini ödediği plajlardaki hakkını canla başla korumaya girişti. Şezlongların büyük çoğunluğu artık boş da olsa (Eylül’ün ortasındayız) dışarıdan gelen birileri oturduğu an başlarında sitenin adı basılı fosforlu yeleğiyle bir görevli bitiyor ve onları kibarca oradan kaldırıyor.

Bu sıkı uygulamanın sitenin “açık” üyelerinin şikayetinden kaynaklandığını gözlemliyorum. Kamusal alanlarının hızla renk değiştirmesine (sözcüğün her anlamında) son bir cılız direniş. Ahalinin, halkın, “kapalıların” nüfuzu önlenmeye çalışılıyor ama nafile.

“Onlar” artık sadece çeperde değil. Site içindeki varlıklarıyla “bizi” şimdiden azınlığa itmiş durumdalar.

Kafamı şöyle bir kaldırıp etrafıma bakıyorum. Biraz ötedeki iki üç şezlong grubundaki birkaç kişiyle birlikte çepeçevre, rengarenk haşema topluluğuyla kuşatılmış olduğumu görüyorum. (İkinci kuşak haşemalar bunlar. Su geçirmiyor, dolayısıyla vücuda yapışıp kuşananı çıplaktan beter etmiyorlar. Moda oraya da uzanmış; desenlileri, şık tünik biçimlileri var.)

Bu arada kadınlarıyla defalarca göz göze geliyorum. Karşılıklı birbirini tartan, yargılamanın sınırında bakışmalar.

Örtünmede kullanılan kumaş miktarına, biçimine kodlanmış ve karşı karşıya gelen zıt gerçeklikler, yaşam okumaları.

Çocukların kesintisiz tiz çığlıklarına, suda yankılanan bağrışlara karşı balmumu kulak tıkaçlarını biraz daha derine iterek bir yandan da Raymond Geuss’un Kamusal Şeyler Özel Şeyler’ini okuyorum. İlkçağ, Roma, Augustinus düşüncesi ve liberalizm boyunca bize şimdi doğal ve evrensel gelen kamu-özel ayrımının hiç de öyle olmadığını, değişen koşullarla ortaya çıkıp biçimlendiğini gösteren evrimine göz atmak tepkileri(mi) askıya almayı kolaylaştırıyor.

Liberalizmin benimsediğim kamu-özel ayrımının sınırları neler?

Yakın bir geçmişe kadar benzerlerimin hükmünde olan görünürlüğe şimdi “ötekilerin,” üstelik kayda değer bir özgüvenle dalışlarıyla duyduğum irkilmenin temelleri ne?*

Kendilerine benzemem için baskı yapacakları korkusu?

(Peki ama ya ait göründüğüm bu tarafın onlara karşı tavrı neydi? Görünürlüğe sahip çıkmak ve benim gibi görünmüyorsan gözümün önünden kaybol demeye getirmek değil mi? Buna eşlik eden aşağısamayı, değersizleştirmeyi saymıyorum bile. Rollerin değişmekte oluşu, sırf bu aynalama için bile olsa yaşamaya değer geliyor.)

Böyle bir baskı hiç olmayacak olsa tepkim nasıl değişirdi?

Onlar haşemalı, ben bikinili, yan yana, sadece görünürde değil, asıl kendi içlerimizde tam bir kabul, dolayısıyla barış içinde var olabilir miydik?

Bu kadar uzun bir geçmişe dayalı saflaşma ve egemenlik ilişkilerinin tersine çevrilmesi iyimser olmayı en azından kısa vadede güçleştiriyor.
__________

*Bu özgüvenin bariz bir zenginleşme içindeki kesimle sınırlı olmadığını gözlemlemek ilginç. Alt tabaka da sığıntılık hissini geride bırakmış görünüyor. Özgüvenin yükselişi, makarna-kömürle satın alındıkları, bunların zaten Aziz Nesin’in o ünlü güruhundan ibaret oldukları vs kör tekrarlardan çok daha açıklayıcı.

12 Eylül 2014 Cuma

PİYANGO

Şehre hemen her inişimde onu ırmağın bir arkasında, bankanın önü ya da karşı kaldırımında görürüm. Yıllardır. Taburesine dimdik oturmuş. Başında geniş kenarlı, havalı bir şapka, en büyüğü, gösterişlisinden güneş gözlüğü ya gözünde ya şapkasının kenarına kaldırılmış, hep makyajlı, pembe ya da kızıl ruju hiç eksiksiz. Elinde fildişi ya da deve kemiğinden zarif bir yelpazeymiş gibi tuttuğu piyango bileti demeti.

Ama hepsinden önce duruşu. Yere dümdüz ve tam basan tabanlarından başlayarak başının tepe noktasına uzanan bir oturmuşluk. Kendini bağırmadan, fısıldamadan, göze sokmadığı kadar gözden de kaçırmadan ortaya koyuş. Kadın olmaktan tahrike sapmaksızın yansıyan o yekpare güven. Yoğunluk.

Gösteriş ile ortaya koyma arasındaki farkın imgesi.

Bu kez gidip konuşacağım dedim. Buranın (zamanda süreklilik ile) bir yandan böylesine bir parçası, bir yandan da gözü hoş bir an boyunca sıçratan beklenmedik yabancılaştırıcısı olarak belki öyküsünü de dinlerim.

Tanıdığı bir anne kızla sohbet ediyordu. Gruba katılıverdim. Desteden bir çeyrek bilet çekerken “Bu sokağa ne güzel bir aydınlık katıyorsunuz” dedim. “Her zaman bakımlı!”

Yüzüne sıcak bir tebessüm yayıldı. “Çocukluğumdan beri öyledir. Süslenmek bende bir tutku.”

Sesinin tonu hayal ettiğimden çok farklı. Duruşundan ziyade rujunun pembesiyle kafiyeli. Hafifçe düşsel, fazla da havai olmadan genç. Altmışlarında görünen bedeninden belki 40 yıl, belki daha bile genç.

“Yok, buralıyım, doğma büyüme. Ama çocuklarım İstanbul’a göçtü. Arada bir görmeye giderim. Kendi evimde oturmuyorum, hayır. Kardeşlerim bir oyunla payıma el koydu, babamın ölümüyle de beni evden attılar.”

Anlatımında şaşırtıcı bir naiflik var, saflık. Tül gibi de bir hüzün.

“Kale’ye çıkan yol üzeri. Geçmişseniz mutlaka görmüşünüzdür. Köşedeki viran evdi. Onlara da kısmet olmadı. Yandı gitti. Ben yanındaki evde kiracıyım şimdi.”

Hiç cevaplanmamış kafa karıştırıcı soruların karşılığı belki de orada bulunur der gibi yüzüme bakıyordu. Cümleleri nokta yerine üç noktayla havaya asılarak devam etti.

"Hiçbir zaman kötülüklerini istemedim. Ama hakkımı da helal etmedim. Ondan mıdır?. Büyük çok hastalandı, sonunda öldü. Bu fikri kafasına sokan karısı da. Sevinmedim. Kadıncağız o kadar çekti ki öldüğünde ağladım bile. Ortancanın günahı zayıflığıydı, onların suyunda gitti.”

Yüzü birden aydınlandı.

“O evin bahçesi.. Gözüm gibi bakardım. Ta kızlığımdan. Türlü türlü çiçekler, fidanlar eker dikerdim. Gelen geçenin gözü kalırdı. Bir defasında kaymakam dayanamamış, içeri girip bahçeyi böyle kimin yaptığını sormuş.”

Yüzünde göğüs kabartıcı anının ışıltısı.

“Güzelleştirmeyi seviyorsunuz demek” dedim. “Kendiniz gibi toprağı da.”

Gözümün ta içine baktı. Baktı. Tatlı bir gülümsemeyle başını eğdi.


“Evet.”

.

25 Ağustos 2014 Pazartesi

NEŞRİYAT

Arka sokaklardan birindeki evinin önünden geçtiğim otuz yıllık komşumuz beni durdurdu.

“Babanın işitme cihazı yok mu?”

Sesimi ağır işiten kulaklarına göre epey yükselterek, var, dedim. “Ama takmaktan hoşlanmıyor.”

Vah vah, dedi. “Sana da yazık. Sohbet etmek istediğinde bağırıp çağırmak zor.”

Babamla sabahki konuşmamızı kast ediyor olmalıydı. Bir ucu mikrofon olan kulaklığını taktırmıştım oysa.

(Yoksa geriye kalan tek seçenek, plastik kaplaması sıcaktan gevşeyip buruş buruş olmuş yazma tahtasına yakıtı tükenmeye yüz tutan kalın keçe kalemle yazmaktı ki ona da üşeniyorum. Kumaş mendillerini jilet gibi ütülü seven babamın tertip arayışı dile de uzanıyor. Kısaltmalar ya da söylendiği gibi yazmak onun iletişim aralığından geçmiyor. Bir de bunları uzun uzadıya açıklamayacaksam başından düzgün anlatmalıyım. “Ne biçim yazmışın. Söylemiycem olmaz ki..”)

Haykırışımın mikrofonu ve kablosunun ucundaki kulaklığı aşıp ta nerelere uzandığını kestirmeye çalışırken güldüm. Sesimin erimi ne acaba? Arkamızda kalan kaç sokağa, eve yayılıyor?

Önümüzdeki denizde yansıyarak karşı tepelerde yankılanmış sözcükleri düşündüm. Keçilerin sesin kaynağına doğru kımıldayan kulaklarını, dikkat kesilen ağustosböceklerinin duruveren ötüşlerini, karabatakların bizden yana çevrilen başlarını hayal ettim.

            HÜNKAR BEĞENDİ
            THOMAS HARDY
            HAMAMBÖCEĞİ
            DERE.. YOK YOK, DEVE DEĞİL

Sonuna dayanan işitme kapasitesiyle babama meramımı anlatmak, yüksüğü bir kova su boca ederek doldurmaya çabalamak gibi.


Pek azı hedefe ulaşan gümbür gümbür bir neşriyat.