20 Aralık 2014 Cumartesi

THEREMİN

İki kitap okuyorum.  

Vibrafoncu Gary Burton’un otobiyografisi Learning to listen, elden düşecek gibi değil. Sanat yaşamı cazın çok hareketli bir dönemine denk gelen bir müzisyenin, kendi doğumundan sadece on küsur yıl önce ortaya çıkan enstrümanıyla birlikte serpiliş hikayesi.

Müziğin dudak uçuklatan isimleriyle sahnede, sokaklarda, kulislerde, art arda eklenen turnelerde içli dışlı olurken müzisyenlerin aklımı alan dünyalarını ağzım açık seyrediyorum. Mücadelelerini, kavgalarını, hırslarını, tutkularını, sanata getirdikleri yenilikleri, dehalarını kemiren zaaflarını.. Bir yandan, “içindeki çalgıcıya” güvenip kulak vermeyi erken yaşta öğrenerek akıntıya tersinden dalıp yön vermiş Burton’un kişisel öyküsü de akıyor: Dışa dönük, büyük şehirli bir maço alemi olan caz dünyasına taşradan gelip atılan içe dönük, eşcinselliğiyle karmaşa yaşayan bir beyaz. İçim kıyılarak okuduğum bölümleri gözlerimden yaş gelerek güldüğüm anekdotlar izliyor. Hepsi baş döndürücü bir hareket. Ritmi ve örgüsüyle bir müzisyenin elinden çıkma olduğu açıkça hissedilen de bir anlatım. Son derece sade, dengeli.

Bütün bir dönemin elbette ama aynı zamanda içini ve dışını dinlemeyi öğrenen bir insanın hikayesi.

*
Diğer kitap, şu sıralar gözde yazarlarımdan biri olup çıkan Mark Epstein’ın Thoughts without a thinker’ı (Düşünürsüz Düşünceler).

Budist bir bakış açısından psikoterapi.

Budizmi psikoterapiye katma fikri ilkten kafamdaki önyargıya takıldı. Tamam, olmadık akımları birleştirmek sanatta, müzikte pekala mubah.  Al mesela Gary Burton’un başını çektiği füzyon caz. Gerçi kuantum terapilerin havada uçuştuğu bu çağda ana akım artık her şeyi her şeyle bir araya getirmek. Yine de, Epstein’ı okudukça Budizm ile psikoterapiyi nasıl da genel kanıya uygun (ve temelsiz olduğu anlaşılan) bir şekilde çerçevelemiş olduğumu anlıyorum.

Buna göre kabaca psikoterapi nevrotik dünyaya ayak uydurmaya yönelirken Budizm onu “aşıyor.”

Epstein, Burton’un duru ritmiyle bu yanlış tanımlamalardan başlayarak adım adım işin özüne götürüyor.

Budizmin, etrafında pekişen mistik, egzotik çağrışımlar ötesinde tümüyle insan bilgisi, psikoloji olduğunu gösteriyor. Buda’nın aydınlanmasının, zihnin doğasına uyanış olduğunu. Psikoterapinin fili tanımlayan körler misali bir orası bir burasından yaklaştığı şeyin doğasının bir bütün olarak kavranışını.

Samsara (kendimizi bilmezliğimiz, cehaletimiz, hırs, nefret ve arzularımızın avucunda durmadan çevirip acı ve sefalet ürettiğimiz yaşam çemberi) simgelerini, insanın hayvaniden başlayıp tanrısala uzanan varoluş boyutlarını psikoterapi anahtarlarıyla açıyor. Buda’nın deneyimini aktardığı derslerinin, sutraların psikoloji diline tercümesini yapıyor.

Budizmin düsturu Samsara nirvana, nirvana samsaradır ile Budizmden bekleyeceğimizin çöplüğü geride bırakarak ilelebet mutluluğa erişilecek bir aşma-kaçma, bireysel bir “yırtma” değil, tam tersine, “çöplük” olarak görünene dalma olduğunu ortaya koyuyor.

(Zen ustası Dogen: “Budizmi incelemek benliği incelemektir/Benliği incelemek benliği unutmak/Benliği unutmak başkalarıyla bir olmak.”)

Bunu insan sefaletimizin kaynağı, yanlış anlaşılmış zihinle değil, “çıplak dikkat” dedikleri farkındalık uygulamasıyla yaparsak, yabancılaştığımız, ittiğimiz (ve çok ilginç, “benlik” dediğimiz şeyi bu itme etrafına kurduğumuz) nevrotik yanlarımızla onları bütüne katıp özgürleşebileceğimiz yeni bir ilişki kuracağımızı öne sürüyor.

Epstein psikoterapiyi de Budizmi de sorunun kaynağıyla yeni bir ilişkilenme olarak görüyor.(Epstein’ın anladığı şekliyle psikoterapi, Budizmin işaret ettiği deneyime bir tercüme, çerçeve ve dil sunmaya aday.)

Zihnin geveledikleri ötesinde doğrudan bir ilişkilenme.

Sözcüklerin dili büyük ölçüde zihinle sınırlı olduğundan ötesinin anlatımı haliyle oturduğu yerden bakan kişi için çetrefilleşiyor. 3 boyutlu filmi özel gözlüğü olmadan seyretmek gibi, bulanık, çelişik görünebiliyor.

Ama ilk elden deneyimlendiğinde bu “başka türlü ilişkilenme,” en azından başlangıçta dilsiz kalmaya mahkum da olsa gayet belirgin ve gerçek.

Dünyasını anlamlandırmada düşünceden ya da ham histen başkasını bilmeyen insanı bekleyen bir eşik var burada.

Harlı bir ilgiyle seyredilen zihni kullanmak, seslerin hazır tuşlar, perdelerle dilimlere ayrılmadığı bir enstrüman çalmak gibi.

Daha da çetini; müzisyenin ne görünür ne elle tutulur elektrik dalgalarına dokunarak ses çıkardığı theremin çalmak gibi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder