Bir arkadaşım, her seferinde irkilip pençeyi yediğim sağı
solu belirsiz kedisiyle oynarken beni böyle uyarırdı.
Benden hızlı çıkan vahşi, ateşten kaçırır gibi
çekiverdiğim ellerimi epey tırmaladı, diş geçirdi. Ne o değişti ne ben.
Nice zaman sonra ataklıkta ondan geri kalmayan başka bir
kediyle bu uyarıya kulak vermeyi akıl ettim.
Güzel güzel okşanırken bedeni birden şahlanan bir kobra
gibi kıvrılan kediden elimi çekmedim. Ben durdum. O da. Gevşekçe bıraktığım elime
hamlesi bir anda gevşedi. Tırnaklarını içeri çekti, dişleri etime şöyle bir
dokundu.
*
Yaşadıkların da bir kedi. Hayat. İrkilip çekildiğin an
pençeyi yiyorsun.
Dur bir. Kal. Bak. Dinle. Anla. Ne yaparsan yap, çekme
elini.
*
Neden bu uyarıya uzun zaman kulak asmadım? Sonra ne oldu
da bir denedim?
Bir yere gelirken yürüdüğün yolu atlayıp sonucun altını
çizdiğinde başkaları için pek bir anlamı olmayabiliyor.
Değişim, şunu yap bunu yapma demeyle gelmiyor. Bunu
insanın kendine söyleyebilmesi, bunu da kendisiyle lafını dinletebilecek kadar
akıcı, kucaklayıcı bir ilişki içinde yapması gerekiyor anlaşılan. Kaba saba bir
iradenin kamçısıyla değil.
*
Güçlü bir itme duyduğum Ankara’yı ona tepkiyle bakan
gözlerime güzel ya da mazur gösterme çabasını bir yana bıraktım.
Israrla güzeli, iyiyi, çekiciyi aramanın da kör bir
tepkiyle kaçınmaktan, itmekten farksız olduğuna uyandım.
Ankara ne ise o –aslında ben nasıl isem öyle. Daha
tahammüllü olduğumda eşeleyip iyi yanlarını çıkardığım, değilsem yerin dibine,
ruhunun (ruhumun) karasına batırdığım bir garip şehir.
*
İnsanı hayatta perişan eden, tepkiselliği. Ama’larla, hak
etmiyorum’larla, ben böyleyim’lerle, kıyaslamalar, yargılarla tahkim edilmiş,
hatırı sayılır kılıklara soktuğu tepkiselliği.
Şöyle bir kenara çekilip “çıplak dikkatini” yönelttiğinde
dayanaksızlığına uyandığın tepkisellik.
Çeki çekiverdiğin elin.
Çekme. Kal. Kulak ver. Been-beniim demeden bir anla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder