10 Aralık 2014 Çarşamba

FARKINDA

Arkadaşım Deniz’den:

Farkındalığını arttır dedi. Hiç içinde bulunmayı arzu etmeyeceğim durumlarda bile durup şehre kulak vermeli ve şehri eleştirmeyi bırakmalıymışım. Çünkü şehir şehirmiş, asıl benim şehrin içindeki varlığım şehir için yükmüş. Örneğin yarı-deli bir şoförün kumanda ettiği köhne ve tıkış tıkış dolu bir otobüsle Boğaz'a ha uçtu ha uçacak bir süratte seyretmekteyken, bir yandan yuvarlanmadan ayakta durmaya çabalarken, bir yandan da anın tadını çıkarmalı, hangi kol, bel, bacak ve boyun kaslarımın tam da o anda nasıl da beceriklice denge sağlamak için çabaladığına dikkatimi vermeli ve elbette nefes almalıymışım. Nefesime odaklanmalıymışım, yavaş yavaş nasıl ciğerlerime çektiğime sonra nasıl hısssss diyerek saldığıma. Bunlara odaklanırsam mutlu olabilirmişim milyonlarca insanın yaşadığı bu koşturması  bol, pis kokulu şehirde.

Nefes alayım, peki. Benden daha çok kim isteyebilir ki bunu? Şöyle her iki burun deliğinden tertemiz serin havayı ciğerlerime çekmeli, sonra da ciğerlerimde birikmiş ne varsa hatta içimde kötülük, sıkıntı namına birikmiş olanları da peşine katarak, ağzımdan atıvermeliyim dışıma. Acaba en son ne zaman öyle nefes almış ya da vermiş olabilirim? 4-5 yaşlarında burnumun oluk oluk kanadığı yıllarda. Yine böyle bir kanamada neredeyse bir paket hidrofil pamuk burnumun iki deliğine de tıkılmış, anneannemin odasındaki divanda serin serin yatıp genzime ılık ılık akan tuzlu ve yakıcı tadlı kanımı düşündüğüm gün olsa gerek. Bundan 45 yıl önce yani. Oldu mu o kadar?  İşte o gün, nihayet kanama durup da kanımla ıslanmış pamuklardan kurtulduğumda o ne güzel bir havaydı içime çektiğim. O zamanlar bu kadar büyük olmayan burnumun her bir hücresine sızmıştı Ankara kurusıcağının güneş almadığı için serin bıraktığı odayı kaplayan nefis hava.

Onun dışında, bazen nefes almayı unuttuğum oluyor. Yani bana öyle geliyor. Bir türlü randımanlı nefes alamıyorum. Sanki göğsümün üstüne oturmuş kıllı kocaman bir yaratık var, az çekil diye dürtmek istiyorum ama yatakta kocayı dürtmek gibi bir eyleme dönüşemiyor. Kaldı ki o da sonuç getiren bir eylem değildir, dahası, sabah olduğunda karşı taraf hem bütün gece gözünü kırpmadığını iddia edecek, hem de bütün yorganı çekip almakla suçlanacaksınız. Evet,  ciğerime az hava gittiği için beynimi de pek havalandıramıyorum. Hep o binyıllık kuruntular, öfkeler. Belki böyle konudan konuya hoplamam da bu durumun bir sonucu. Hoplama dedim de, geçenlerde rüyamda kangurular gibi hopluyordum, ya da ayağının altına yay takılmış panayır soytarıları gibi -böyle bir meslek grubu var mı bilmiyorum.

Sus, yeter. Aklını ve dikkatini topla, bir kere de söz dinle. Otobüse neden bindim? Yol iki adımlık olmasa da yürüyebilirdim. Ayak parmağımdaki sinir sıkışması olmasaydı. Burnum tıkalı madem, nefes alamıyorum, peki neden koku alıyorum? Öncelikle tutunma demirinin kokusunu neden alıyorum? Nemli paltoların, 1 hafta önce yıkanmış saçların, kızların daracık kotlarının içine bir de ipli naylon don giyerek ürettikleri mantarların kokusunu, evden kafasına kokular boca ettikten sonra fırlamış gencin parfümünün henüz uçmamış alkolünün kokusunu? Neyse ki yanımdaki kız ağzına naneli sakız attı, oradan bir ferahlık geliyor. Ama bu da o cıklayan sakızlardan, işitmemeye çalışsam da dişin sakızla olan temaslarının neredeyse hepsi kulağımda. İçerisi çok sıcak bir de. Şu an ölsem üzülmem.

Nefes alamayacağım anlaşılınca ben de veriyorum. Yok, son nefesimi değil. Yeniden içime çekeceğim karnı açıkmış ortayaşlı kadının ruj kokulu nefesini.”

*

Yüzümde bir gülümsemeyle okudum. Keskin zekasını bir bisturi gibi ışıldatmış.

Girişte sözünü ettiği benim. Söz konusu farkındalık ise pek benim söylemeye çalıştığım değil. Onun mevcut gözlemciliğine ne eklenebilir ki? Olsa olsa bunu bir de içe, üretken zihninin doğasına çevirmesi. Meramım da oydu.

Adına gerçek dediklerimiz, çoğu zaman olguları yorumlayış biçimimizden ibaret ise yorumlayanı, zihni seyretmek nasıl olur? İşleyişini, mantık dediğimiz şeyin hangi çöplerden çatıldığını. Düşünceler, duygular, izlenimler,  itme-çekme, kayıtsız kalma ile dolup dolup boşalmasını. Bunlardan olumlu-olumsuz kanımıza dokunanlara, içimizde bir şeyleri harekete geçirenlere takılıp kalışını. Aslında sürekli bir akış iken kendine nasıl kalıcı, ele gelir bir kimlik biçip dört elle asılarak ne pahasına olursa olsun savunmasını.

Seyretmesini önerdim, izlemesini.

Yargılamadan, irkilmeden, bastırmaya, değiştirmeye çalışmadan. İçindeki yansız, her şeyi kucaklayan tanık canlanırken seyri bir sanat haline getirmesini. Bir yandan bocalar, kapılır gider, yeni bir atılımla silkinip yola yeniden koyulur, sever-tiksinir-burun kıvırır-kuşku/inanç duyar-mutlu/mutsuz olur.. yani yaşarken bir yandan bütün bunları ve daha ne varsa seyretmesini.

“Konu mutlu olmak değil, seni iplerinden (geçmişin, çevrenin koşullanmaları ile bunlar üzerine bina edilenler) bir oraya bir buraya çeken refleks tepkilerinin oyununa uyanmak.”

Zihnin çıplak doğasının değil, olsa olsa durmadan ürettiklerinin farkındayız. Bunların bize hissettirdiklerinin. Sihirbazın el çabukluğundan ziyade şapkadan çıkardığı tavşanların. Tavşanlar hoşumuza gittiği sürece ne âlâ.

“Ayak bileklerinden başlayıp seni yarı beline kadar içine alması an meselesi düşünce-duygu sellerine kapıldığında bir kılavuz ip gerek; o da nefesin işte. Usulca ona dön, odaklan. İçine girişine, çıkışına. Nasıl olduğuna.”

Nefes, uçan balonu baloncunun bileğine bağlayan ip. Düşünceden duyguya, oradan tepkilere savrulup giderken seni aslolana geri getiren.

Böyle böyle seyre çalıştığında diken üstünde olmanın yerini yavaş yavaş ve kesintili bir hoşnutluk almaya başlıyor. Kapanmanın yerini açılış. İtmenin yerini ilgi. Ardına çekilecek duvar arayışının yerini çıkıp katılmak. Bıkkınlığın (gözün takılıp kalması değil mi bu?) yerini kurcalayıcılık.


“Dediğim, etrafında olup bitenin farkındalığından öte; farkındalığın farkındalığı.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder