31 Aralık 2020 Perşembe

YAPILMAYACAKLAR LİSTESİ

Bir yapılacaklar değil, yapılmayacaklar listesi öneriyor David Whyte.

Bizi rahat bıraksın istediğimiz dünya hiçbir yere gitmiyorsa, her şeyin ortasında ve kendimizi kuşatılmış hissetmeden yaşayabilen bir kimlik yaratmanın güzel bir disiplin olduğunu söylüyor.

Kuşatılmışlık bizden bir yapılacaklar değil, yapılmayacaklar listesi istiyor diyor.

Zamana bağlı dünyanın dışında yeniden düzenlenecek, öncelikleri yeniden sıralanacak bir alan açmaktan söz ediyor. Bu çözülme ve sessizlik alanında günümüzü ve kendimizi yeniden imgeleyeceğimiz bir temel oluşturmaktan. Gündelik akışa özgürlük, dizginlenmemişlik açısından başlamak kendimizi yeniden görmemizi, hayata sanki ilk anından başlamamızı sağlar diyor.

*

Yaptıklarımız kadar yapmadıklarımızın da acısını çekiyorsak bu iyi bir liste.

Whyte’dan, bize ne şekilde geri döndüklerini görmek için kendimizi, başardıklarımızı, arzularımızı ve fazlasıyla vurguladığımız umutlarımızı bir yana bırakma fikrini de aldım. Kuşatılmışlık hissi ufukta belirmişti ki seni sıkıştıran tepkinin darlığı olmasın dedim.

Hak arama, hak yemede cazgırlığa sarılan bir milletiz. İletişim değil, altta kalmama peşinde. İletişim becerisinden bu kadar yoksun, aslında aramıza kilometreler koymak gerekirken giderek daha da bitişiyor, burun buruna, kıvılcımlar, alevler saçarak yaşıyoruz.

Bağırdığım duyulmuyorsa bu tepkimin bağırtkan olmadığı anlamına gelmiyor. Dağarcığı bu kadar kıt bir çatışma kültüründe kendimi ortaya atmamakla yetinmiş ama tam da Whyte’ın önerdiği gibi insanlarla ilişkide kendimi, günümü yeniden tasavvur edeceğim bir alan açmamışım pek.

Geriye bir kız ve kaç kalmış.

İşte yapılmayacaklar listemin ilk maddesi o halde:

Kızma ve kaçma.

Kal. Bağırma. Bağır(a)madığın için kendine yüklenme. Hakkını sakince ara. Haklı olman hakkını alabilmen için yeterli değil. Burası böyle. Yapabildiğini yaptıktan sonra halalar, bıyıklar, olmuşlar, ama’lar, keşke’lerle asıl kendi kendini kuşatma, bunaltma.

Sevdiğin yerde yamuklara, yamulanlara bakma.

Kızgınlığı, öfkeyi “gerçeğin” doğal bir parçası sayıyoruz. “Ama gel de kızma! Şu memleketin..”

Oysa bu sadece bir arayüz. Ne zorunlu ne de tam tersinden, huzura, barışa odaklanmaktan daha doğal.

Çok derin, yaygın, hiçbir seçenek sunulmamış, farklı tercihlerin örneği görülmeyen bir koşullanma. Ama işte koşullanma. Azimle işenirse delinecek, delmeye değer bir kaya.

Yapılmayacaklar listesi ilk maddeye ek:

Arayüzün beni ucu acı biberli hançerlerle dürtmesiyle hareket etmeyeceğim.

Ha dedin mi değişmez koşullanmalar.

Unutup zemberiğimden boşandığımda başka türlü olmayı, huzurun, barışın peşinden gitmeyi sakince hatırlayacağım, şöyle ya da böyle davrandığım için de kendimi/kimseyi yerden yere çalmayacağım.




30 Aralık 2020 Çarşamba

İTFAİYECİ İLE KEDİ

Yürüyüşte kulak kabarttık. Evet. Selamlaştığımız köpeklerin sesleri arasında belli belirsiz işitilen bir miyavlamaydı! Sağda solda? Yukarılardan sanki. Heybetli çamın içinde bir yerlerden. Sahiplerinden köpekleri uzaklaştırmasını istedik. Tehlike geçince kendiliğinden inerdi belki?

İnmedi. Ağacın dibinden yalvardık yakardık, tatlı dille kandırdık. Ha desek uzanacağımız yere kadar indi. Güzelim bir kedicik. Son anda korkuya kapılıp tekrar yukarı tırmandı.

Gece boyu ağladı.

Ertesi gün baktık itfaiye çağırmışlar.

Koca araç gürültüyle geldi. Patırtıyla sabitleyici ayakları üzerine yerleşti. Vinci kafesinde itfaiyeci ile yükseldi. Sellere, alevlere dayanıklı kaba giysileri, kalın eldivenleriyle itfaiyeci körlemesine sık dalların arasına uzandı.

Kedicik görüş alanımıza gire çıka uzaklaştı. Kafesi içinde itfaiyeci onu izledi.

Biri fil diğeri sincap dedim. Alevi mangal maşasıyla tutmaya çalışmak ya da. Olacağı yok!

Olmadı da.

Boyunlarımız geriye atılmaktan yorgun düşmüştü, pes ettiler. Kepçe indi. Sabitleyici ayaklar geri çekildi. İtfaiye aracı gitti.

Bütün ertesi gece kedi ağlamaya devam etti.

*

Bu küçük olayı, ruhun ele gelmez, hantallıkla yakalanmaz, hoyratça kavranmaz kıpırtılarıyla birlikte hatırladım.

Bazen yaşadıkların gelip, deneyimlediklerini resimleyivermeye yarıyor.

27 Aralık 2020 Pazar

ÖFKE

Sözü David Whyte’a bırakıyorum.

Öfke, şefkatin en derin biçimidir. Başkasına, dünyaya, kendine, bir hayata, bedene, aileye ve kırılgan, olasılıkla yara alacak bütün ideallerimize beslenen şefkatin. Fiziksel tutsaklığından, şiddetli tepkisinden sıyırın, öfke umursamanın en saf biçimidir. Öfkenin içte yaşayan alevi daima neye ait olduğumuza, neyi korumak istediğimize ve kendimizi ne için tehlikeye atmaya hazır olduğumuza ışık tutar. Bizim öfke deyip geçtiğimiz, ona eşlik eden incinirliğimiz altında boğulduğumuzda, zihnimizin yitik yüzeyine ulaştığında ya da bedenimizin onu barındırma kapasitesini aştığında veya anlayışımızın sınırlarına dayandığında özünden geri kalandan ibarettir. Adına öfke dediğimiz aslında sadece umursamanın bu derin biçimini gündelik dış yaşamımızda fiziksel olarak sürdürme kapasitesinden tutarsız bir yoksunluk; tüm varlığımızın berraklığı ve enginliğiyle bedenlerimizde ya da zihnimizde umutsuzca sevdiğimizi barındıracak kadar geniş ve verici olmaya gönülsüzlüğümüzdür.

Yüzeyde öfke dediğimiz, içteki güçsüzlüğümüze şiddetli bir dışsal tepkidir. Öyle derinde bir bamteli, umursamayla bağlantılıdır ki bu güçsüzlük, bunu barındıracak yerinde bir dış beden, kimlik, ses veya yaşam biçimi bulamaz. Öfke dediğimiz çoğunlukla bir eşe duyulan sevgide, bir oğula verilen önemin derinliklerinde, en iyiyi istememiz, yalnızca hayatta olmak ve birlikte yaşadıklarımızı sevmemiz karşısında korkularımızı, bilmezliğimizi alabildiğine yaşamaktan geri durmaktan ibarettir.

Öfkemiz çoğunlukla bu güçsüzlük ve incinirlikte derinlemesine bir yanlışlık olduğu hissiyle yüzeye vurur; sesini tuhaf bir şekilde tutarsızlığımız ve konuşma beceriksizliğimizde bulur fakat en katışıksız halinde öfke, dünyayla ne kadar ilintili olduğumuzun, tüm incelikleriyle sevginin bizi nasıl yaralanabilir kıldığının ölçüsüdür; bir kız evlat, bir yuva, aile, girişim, ülke ya da meslektaş. Zihin, bedenin tüm bu dışsal şeylere beslediği sevgiyle gelen hassaslığı desteklemeyi reddettiğinde öfke şiddete ve şiddetli konuşmaya döner – bizi seven fakat bunun anlayışını taşıyacak araçtan yoksun olanlara ya da içte duyduklarının ve hatta istenilme isteklerinin dış emaresi bulunmayanlara sıklıkla kötü davranır, onların kötü davranışına maruz kalırız. Bu içsel hassasiyetin dışa ifade aracından yoksun, sevginin temel doğası incinirlik altında ezilmektedirler. Çaresizlikleri içinde şiddetlerini tam da bu içsel kontrolsüzlüğün dışarıdaki temsilcisi olan kişilere yöneltirler.

Fakat odağında tümüyle hissedilen öfke capcanlı ve alabildiğinde burada oluşumuzun yaşamsal alevi; kaynağına inilecek, üzerine titrenecek, kulak verilecek bir nitelik; zihni daha berrak, daha cömert, yüreği daha merhametli, bedeni onu zapt edecek kadar geniş ve güçlü kılarak bu kaynağı tümüyle ortaya çıkarmanın bir yolunu bulma davetidir. Öfke deyip geçtiğimiz, onun temel niteliğini, eksiksiz fakat mutlak ayna karşıtı olarak belirlemeye yarar sadece.

-Consolations adlı kitabından çevirdim.

26 Aralık 2020 Cumartesi

HEMINGWAY

her birimiz kırık döküğüz, ışık da içimize bu çatlaklardan giriyor demiş.

Durduk yerde kanatacağı tutan eski şarapnel parçaları, yağmurda zonklayan kırıklar, iyileşmek bilmeyen burulmalar.

İnsan, içinde bunlar ses verdiğinde bastırmaz, kalkanını kuşanmaz, kılıcını kınından çekmez, acıklı hikayelerin arkasına sığınmazsa iyi oluyor.

Benim ettiklerim, bana edilenler.

İncinirken inciten varlıklar olduğumuzun kabulü yara sarıcı. Yükseldiğinde acı, sızıyı sessizce buyur etmek, meydanı en ham, hassas halime bırakmak arındırıcı.

25 Aralık 2020 Cuma

ÖTE YANDAN

Peynir tezgahındaki hemşehri/köylüme geri dönüyorum. Onu sıtkım pek sıyrılmış bırakmıştım. Tepkimi geçip ona bu ülkenin insanı olarak yeniden bakıyorum.

Yakındığımız her şeyiyle şu akort tutmayan halimize tarz ve derece farkıyla her birimiz su taşımıyor muyuz?

İşin ucu bize dayanmadıkça hak hukuktan dem mi vuruyoruz?

Hak-hukuk tanımımız benim/bizim işimize gelenin dışına ne kadar çıkabiliyor?

Güveneceğimiz, sırtımızı dayayabileceğimiz, “herkes için” ve oynanmaya, pazarlığa kapalı bir düzenin yokluğunda enerjimiz bunun tesisine mi gidiyor, hayatta kalmak için tuttuğumuzu koparmaya, itilmemek için itmeye vb mi?

Toplum olamamak ne kadar yalnızlaştırıcı. Ayakta kalmak için her yaratığın kendince bir strateji geliştirdiği vahşi orman.

Kimi küçük köpekler misali sesini büyütüyor.

Kimi göğsünü şişiriyor.

Bin bir renk kuyruğunu açıyor.

Kimi solo uçuyor.

*

Benim yolum kaçınmak oldu. Bulaşmamak. Ama bir strateji olarak kaçınma sahte bir kurtuluş vaadi; kaçındığın şeyden özgürleşmiyorsun. Ve.. sesini, onu bağırmadan kullanma becerini köreltiyorsun. Tıkanma anlarında kaçınma, sabırsızlık, tahammülsüzlük, yüksek gerilim olarak geri tepen güçsüz bir öfkeye dönüyor.

Salgın inzivasında gözümü kaçırmadan bakma fırsatı bulduğum şey.

Böyle bir atık bırakıyorsa daha temiz bir yakıt ne olabilir?

Kaçmak yerine gerilimsiz, basınçsız bir iletişim kurabilir miyim?

Evet, bu ülkede bile! Özellikle de ülkenin bu halinin kendimdeki yansımalarını inkar etmez olduğumda.

Mağdur olduğumuz şeyi tam da mağduriyetlerimizi en aza indirmeye çalışırken (bu, diğerlerini ve dönüp dolaşıp kendimizi bir kez daha mağdur etmek oluyor) yeniden üretiyoruz.

Peynircideki kadın ve ben, aynı kayığın farklı kürekleri başındayız.

Aynı anda sakat ve sakatlayıcı.

O değişmeyi düşünür mü bilemem.

Ben bu makûs talih zincirini kendi hayatımın neresinde nasıl kırabileceğimi düşünüyorum.

Kavga, çekişme, aşağılama olmadan, dizginlerime asılıp sonra zincirlerimden boşanmadan yaşamanın yollarını hayal ediyorum.

Huylanıp ittiğin şeyler gelir, sana yapışır.

Kaçacağın hiçbir yer yok.

O vakit dön, yaklaşımını değiştir.

Selameti başka yerde arama, bulamayınca köpürme, karalar bağlama, dudaklarını bükme.

24 Aralık 2020 Perşembe

PEYNİRCİNİN BAŞINDA

Pazarda peynirciye geldim. Önümde bir adam, bir de kadın vardı. Adam sessiz sedasız alacaklarını alırken kendisiyle zaten ilgilenilen kadın huysuzlanıverdi. “Nerde benim yumurtalarım?! Hani, hazırlamıyorsunuz! Başka kimse yok mu burada?!”

Mandıra ürünleriyle iki buzdolaplık bir tezgahtı. Diğer müşteriye bakan, “Gördüğünüz gibi” kısmını barındıran düz, yansız bir tonla “İki kişiyiz” dedi.

Çıkışı kendisine bile sivri gelmiş gibi sustu kadın. Çok sürmedi, buyruklarını yağdırdı.

Köy peyniri de ver.

Ne o, keçi mi? Tattır bakalım!

Orta yaşa gelmiş gelmemiş, kilosuz, saçı sarı boyalı, seni beden dili ve sesiyle ittirip kaktırmaya hazır bir şehir (çok muhtemel İstanbul) kadını. Nereye gitse, nereye kurulsa, neresi bu, kimler nasıl yaşar bakmadan, evinin bir kez daha değiştirdiği salonu gibi kendine uydurduğu, kendinin kıldığı, hırçın şehirli sınıfının yürek kaldıracak kadar basmakalıp üyesi. Gücünü İstanbul’dan gelmekten, parası olmaktan (öyle çok değil, orta sınıfın üstü yeter), sesini çoğaltan, ataklarını haklı, ana sütü gibi helal kılan benzerlerinden alan, tek başına bakıldığında o saçlarını geriye savurup göğsünü kabartarak “hıh!” deyişin ardında işgalci, hadsiz, terbiyesiz bir kofluktan başka hiçbir şey bulmayacağın ama gittiği yere tonunu dayatan bir tip.

Bir reflü dalgası gibi yükselen tepkime baktım. Altında benim de hedef alındığım hissi olduğunu seçtim. Kadının arkası dönüktü, görüş alanında bile değildim. Ama tavrı doğrudan olmasa da yaşadığım yer dolayısıyla bana karşıydı.

Kıymeti kendinden menkul bir hiyerarşinin varsayılan üst kesiminden gelip yeni bir yerde hayatla, insanlarla yeni, farklı bir biçimde ilişkilenmek yerine benim köylüğüne çekildiğim yere Nişantaşını, Etileri kondurma saldırganlığı.

*

Yılbaşında uzatılacak sokağa çıkma yasağı nedeniyle olmalı, köy sokaklarında bir anda 34 plakalı Audi, Mercedes, BMW vb. trafiği başladı. Yeniden park yeri aranır oldum.

Derken tatsız bir haber, çatısı balkonum hizasında önümdeki evin satıldığını öğrendim. Bir çatışma tehdidi altında olduğu gibi karın ve boyun kaslarımın kasıldığını hissettim.

Kuralın kural çiğnemek, gözetilenin sadece insanın kendisi olduğu bir ülke ne zor, yorucu, sertleştirici, tüketici. Ormanın yerini insanların aldığı bir cengel.

Böylece ilk refleksim, girişilmesi kuvvetle muhtemel bir mücadele ile havamı, görüşümü, güneşimi savunma fikrine karşı kanıma bol miktarda adrenalin pompalanması oldu.

Ama hayat bu, belli de olmaz. Belki de alan, resmi veya yapısal bir yabancıdır?

Sınırlarla barışık biri?

23 Aralık 2020 Çarşamba

KIŞ YÖRÜNGESİ

Meditasyona oturduğumda sabah güneşi tepemden, alnımdan geçip oraları gölgenin serinliğine girerken gırtlağımda duruyor. Tıkalı bir lavaboyu açar gibi dile gelememişleri, düğüm olup kalmışları yumuşatıyor, bağrıma inerken de önüne katıp götürüyor.

Onun bu yörüngesini fark edeli dikkatimi nefesime değil, güneşin sıcağına, aydınlığına, bir el kadar somut ama hiçbir ele gelmezce de bilincin derinliklerine doğru incelen dokunuşuna veriyorum.

22 Aralık 2020 Salı

AYAKKAPLARINI EŞİKTE BIRAK

Ben n’apayım, dışarısı sağanaktan sonra balçık oldu deyip evine çamurlu kunduralarla mı dalarsın?

Öfke, endişe, hüsran, çaresizlik hislerini de bağrına basıp derinliklerine öyle salma.

Dışarıda sağanak varsa bunlar yükseliyor ama aynı uyaranlara hep aynı karşılıkları vermek de koşullanma değil mi? Gözümüze at gözlüğü takan, olandan ziyade ona bakışımızı donduran? Bakış açısını daraltarak yorumumuzu güdükleştiren?

Çünkü sonuçta tepkimizin altında vuku bulan değil, onu kendimize anlatış biçimimiz var.

İşte bunu, batacak olsa bile balçık içinde bırakma, hele gönlünde, zihninde yer etmesine hiç izin verme.

Çevir sayfayı. Önceki anlatıları bir kenara çek. Sus ve bak. İzle. Temel varsayımlarını iyi bir yokla. Tazelen. Bayat, kokuşmuş kızgınlıklardan, tepinmelerden arın.

İçeri öyle gir.

20 Aralık 2020 Pazar

GÜRÜLTÜ İLE PATIRTI ARASINDA BİR YAZI

Pazar. Güneşli bir kış günü sessiz sedasız. Hafta sonu kapanması virüsten korunmada bir işe yaramasa da derinleştirdiği sessizlikle başka türlü bir arınmaya hizmet ediyor.

*

Köyü seslerinden yaşıyor, takip ediyorum. Şurada üç mandalina bahçesi, burada üç beş çayırlık arazide iki inek, arada bir kim bilir nereden gelip nereye giderken rastladığım ufak koyun sürüleri, çaçaronlukları sayılarını olmasa da mevcudiyetlerini çoğaltan kümes hayvanlarının egzotik yamalar gibi durduğu bu yeri.



İnşaat ve virüsten kaçış mevsimi, trafik arttı. Gelsin betoniyerler, gitsin moloz kamyonları, vidanjörler, kaya kıranlar, kepçeler. Topografyayı oya kıra, dağıta, toprağı betonlayarak sustura çalışmalarını seslerinden izliyorum. Bir uçta düzlenen tepelerden yükselen uğultular, hemen arkamdaki kayaları parçalayan kırıcıların yaylım vuruşlarıyla benekleniyor, derken çamın dallarında ani bir ötüşme, daracık sokağa koca göbeğini sığdırmaya çalışan beton kamyonunun ileri geri manevralarına tatlı bir şaşırtma veriyor (orada diş ipinin anca gireceği bir boşluğa ev konduruyorlar, o kadar ufak ki resmi inşaat levhası bitişik evin duvar dibine sığışabilmiş). Çatırtılar, patırtılar, çekilen, boşaltılan, sürüklenen malzeme sesleri, darbeler. Bunlar koyun bir yanından diğerine yankılanırken, neredeyse yersiz kaçacak kadar seyrek bir hatırlatıcı; inek böğürtüleri, koyun çanları, horozlar.. köydü buralar diyorlar. Buralar köylükten çıkıp “oralarda da olmadı” diyerek şehirlerden taşanlarca şehirleştirilmeye doğru kamyonlar hızında ilerliyor.



Yapacak bir şey yok. Şehirden taşanlardan biri de benim. Düzensiz, plansız, sağır, miyop, yığma bir kültürün parçası.





*

Sesler arasında yürüyordum, hızla yükselen, yanındaki arazinin de kayaların böğründen deşildiği inşaatın önünde durdum, foto çektim.



“Bir dakika! Ne çekiyorsunuz siz?!” diye bir bağırış ve iri yarı, kaba hatlı, kötü bakışlı bir adam önümde belirdi.

“Değişimi belgeliyorum” dedim sakin bir sesle.



Bu beklenmedik cevap karşısında ağzına üç balonlu jiklet birden doldurulmuş gibi sustu. Ben yoluma devam ederken arkamdan seslendi:

“Başkalarının inşaatını çekmeye hakkınız yok!”

Neden ki? Askeri üs mü yaptığınız, kimyasal silah fabrikası mı, yoksa sadece kim bilir kaç yerinden yönetmelik mi deliyorsunuz? Hak mı? Kimin neredeki hakkı bu hak, hangi koşullarda nasıl tanımlananı, eğilip büküleni?

“Siz kendi eviniz yapılırken çektiniz mi?!”

Tınmaz bir tını vermeye çalıştığım barışçı bir sesle “Tabii” dedim arkama bakmadan.

“Başkaları da çekti mi peki?!”

“Tabii.”

Hiç değilse son sözü kimseye bırakmama gayretiyle,

“Tamam o zaman” dedi.

*

En yüksek perdeden öttüklerinde bile kulak kesilirsen kuşlar ile çevreleri arasındaki etkileşimi duyarsın. Ötüşleri dinlemeyi izler, dinlemeye döner.

İnsan ise dinlemeden sesini yükseltiyor. Çevreyle etkileşim değil, sağı solu ite kaka kalçasına yer açma, sonra da bunu türlü zorbalık, oldu bitti ile genişletme peşinde. Bizde onun bu doğal arsızlığını gemleyecek bir toplu yaşama düzeni de olmayınca kulaklarını tıkayarak bağıran, haykıran bir kalabalıktan ibaret kalmıyor muyuz?

*

Susup Pazar sessizliğine dönüyorum.



17 Aralık 2020 Perşembe

1984

Rehberlik kursunun uygulama gezisi, uzun Türkiye turundan.

Her çevreden, koşuldan dört otobüs dolusu insandık. Gezdiğimiz ülke kadar çeşitli, karışık.

Ne kadar anladık bu ülkeyi, nasıl anlattık?

Neler ektik, ne biçtik?

Hangi kalburların altında, hangilerinin üzerinde kaldık?

Buradakilerden ikisi ölmüş, ikisi bende hiç iz bırakmamış, söylediği bir şeyi her gün iki kez uyguladığım birinin bir de adını hatırlıyorum (reklamlara bakmayın, diş macununu bilemediniz bir bezelye büyüklüğünde sıkmanız yeterlidir demişti diş hekimliğinde okuyan Barış).

Biriyle ilişkimiz hiç kopmadı.



Fotografı çeken evini toparlarken rastlamış, bana da gönderdi.

Baktım baktım.

Ah Orwell, dedim, gel bir de bugünden bak.

13 Aralık 2020 Pazar

KUYRUKLU PİYANODAN SİYAH BİR KÜHEYLAN

Güneşli bir gün. Masmavi. Sahilde, kumların üzerine bir amfi kurulmuş, dolup taşıyor. Sıradan biriyim, bu insanların onun için gelmiş olamayacağı biri ama demek ki bundan ibaret de değilim; kendimi, dinleyicilerin arkasında, kordon boyunun düzgünlüğü bir an dikkatimi çeken geniş kaldırımında, siyah bir kuyruklu piyanonun başında buluyorum. Oracıkta.. sehpasından bağlı olduğum piyano düşüncemin, irademin uzantısına dönüşüyor. Bir küheylana! Dörtnala değil ama süzülürcesine ilerliyor, kumsala sapıyor, dinleyicilerin biraz uzağında, çapraz karşısında, yüzüm denize bakar duruyoruz. Ve başlıyorum. Melodiden ziyade esaslı bir şeylerin bedensel anısı, hareket dökülüyor parmaklarımdan. Ama ne dökülmek!

10 Aralık 2020 Perşembe

DÜŞ YAKAMDAN

Kaymakamlığın mesai saatlerine bir kez daha baktım.

Evet. Salgın dolayısıyla 8’de başlar görünüyordu.

En iyisi erkenden gitmek, virüs trafiğinden önce. Karanlık, serin sabaha çıktım. Yağmura. Yağmur çamur demeden çulu buraya sereceklere evler yapan kamyonlardan birine takıldım. Boştu ama kendisi ağırdı. Sıçrattığı sulardan oluşma bir bulutla sarılı, oflaya puflaya rampalara vurdu, virajlar aldı, gümbür paldır inişlerden saldı.

9’a doğru makamdaydım. Bomboş bir bina. Açık kapılardan birinden girip merdiveni çıktım. Bir gişenin cam deliğinden içerlere seslendim. Asık yüzlü bir adam çıktı. Kimse yok hamfendi dedi! dedi ayanı beyan ederek. “Mesai 10’da başlıyor!”

Bu ülkede 60 yaşına gelebildiysem nihayet öğrendiğim bazı şeyler oldu haliyle. Ama.. denmeyecek zamanları kestirmek, astlara söylenmenin boşunalığıyla dünya enerji sarf etmemek gibi.

Bir ara gitsem de kıyıdan şöyle bir yürüsem diyordum kaç zamandır. Aylardır görmediğim Bodrum’a çıktım.



Yağmur, onunla birlikte ışık kesilip açıla oynaşırken, teknelerin yelken direği kalabalığı boyunca boş sahile vurdum. Barlar sokağına kıvrıldım. Tek tük gelen geçen. Kapalı dükkanlar. Ters çevrilmiş sandalye yığınları. Kimi kazılmış, tadil ediliyor, kapılarda moloz çuvalları.



Daldığı kabustan uyanamamış bir hayalet kasaba. Ama yine güzel. Yağmurun parlattığı Arnavut kaldırımlarına açılan ışıl ışıl, rengarenk begonvil çerçeveli kapı araları, geçitler..



Burnumu kokusuna gömeceğim güzel bir kahve elimde, şöyle durup oturacağım, hissini içime çekeceğim yer yok ama seni gördüğüme mutlu oldum Bodrum, dedim. Azmak başından ağır ağır geri döndüm.



Mal müdürlüğü katına çıktığımda önümde daha bir çeyrek vardı, iki de maskeli adam. Birbirimizden vebalı gibi (olabilirdik) uzak, sessiz, bekleştik.

Saat 10 oldu, geçti. Gözümü bir kahinin ağzı gibi diktiğim loş koridorda hayat belirtisi görünmedi. Başlamıyorlar mı? Burası böyle bir ülke hanımefendi, dedi maskeli adamlardan biri. “10 derler de on buçuk, 11’i bulur.” Silah ruhsatı için onca zaman yanlış yerde beklediği ve şehrin öbür ucuna (oradan da kim bilir nereye) yollanacağı anlaşılacak bir tanrı kulu. Hükümet kulu.

O kadar geçmedi. Birileri, ardından karton bardaklarla dolu tepsisiyle çaycı, yutucu bir belirsizlik tüneli gibi önümüzde uzanan koridora girdi.

*

Bir ay kadar önce, tenhalaşmaya başladığında bile maskesiz hiç inmediğim sahilde biten, tepelerde uzun bir yürüyüşün sonunda baktım, gerçekten üç beş kişi ya var ya yok, maske takmadım.

Telefonda konuşuyordum ki jandarma minibüsü yanımda belirdi. Toparlanıp kendimi savunmaya, olacağı savuşturmaya kalmadan tutanak tutup imzalattı, çekip gittiler.

Eve dönüp internete daldım. Ne olacak, kesilen ceza nasıl ödenecek? Rivayet muhtelifti. Beyan tarihinden itibaren iki hafta içinde dörtte bir indirimli ödeyebilirdim.

E-devlet kapısına başımı vurdum. Böyle bir seçenek görünmüyordu. Sordum. Birkaç gün içinde kibarca yanıtladılar. İnteraktif Vergi Dairesine ödeyebilecektim. “Daire” çeşitli kuruluşların işlemlerine ayrılmıştı. Aralarında maske cezasının ilişkili olduğu biri yoktu. Sordum: “Teşekkürler ama IVD’de NEREYE acaba?” Birkaç gün içinde kibarca yanıtladılar. İnteraktif Vergi Dairesine ödeyebilecektim.

E-devletten çıkıp cezayı araştırdım. Yasal değildi. Böyle bir ceza a) Temel hak ve özgürlüklere aykırıydı ve ancak bunların bir kanunla askıya alınmasıyla uygulanabilirdi, b) Uygulanması kolluk kuvvetlerine havale edilemezdi.

Ee?

Sulh ceza mahkemesine iptali için başvurabilirdim (örneği vardı) ve kazanırdım ama tabii önce ödemem gerekirdi.

Yani allahın unutmak üzere olduğu bir sahilde kafama devlet kuşu pislemişti.

 

Sürüncemede kalan şeyler beni baskıya sokuyor. Her an arkamı dönüp gidebileceğimi bilmeliyim, alacağım vereceğim (hele vereceğim!) olmamalı. Zurnanın zırt dediği yer işte. Düştüm cezanın peşine. Nerden gelecekti, ne zaman? Kimse bir şey söyleyemiyordu. Muhtarı bulup sordum. Bize gelmiyor, jandarma sizi arar dedi.

İki hafta kadar sonra jandarma aradı, gelip almamı söyledi. (Hayır, benim hayatta kalma rehberimde neden yok, ama yok; bilinçli-dişli bir vatandaşlık değil, silinip sıvışma üzerine kurulu stratejim.) Tepelerdeki hakim konumu, müthiş manzarası ile yeni yerine gittim. Çok kibar karşıladılar. Kimin neresini imzalayacağını tartıştıkları belgeyi kargacık burgacık yazılarıyla doldurdular. Tertemiz, pırıl pırıl vatan evlatları. Cam duvarlı odasında kendisi maskesiz komutanlarının çakı gibi neferleri.

Belgeyi kaymakamlık mal müdürlüğüne götürüp orada ödememi söylediler. Online da ödeyebiliyorum değil mi dedim. Öyle bir şey bilmiyorlardı. Kibarca makbuzu getirmemi rica ettiler, “Dosyanızı kapamamız için.”

İki akım bir aradaydı. Vızır vızır işleyen (ya da hiç değilse öyle umulan) sanal bir trafik ile daktilolu, karbon kopyalı, bugün git yarın gel/burası değil orası, o da değil şurası’lı karabasan bürokrasi. Küçük memurların kaprisli imparatorluğu. Sanal ya da değil, devlet kapısının ardındaki tüketici belirsizlik.

İnteraktif Vergi Dairesinin duvar gibi önüme dikilen kapısını ataşları bükerek, kredi kartı kenarlarıyla anahtar uydurup açmaya çalıştım. Tebliğdeki çeşitli sayıları (hiçbirinin ne olduğu anlaşılmıyordu gerçi ama) beyan gibi göstermeye, olsa olsa orasıdır diye Sağlık Bakanlığından sızmaya. Nuh diyor peygamber demiyordu.

Sonunda dediklerini yapmaya karar verdim. İki hafta dolmasın, biraz indirimli ödeyeyim bari.

Kaymakamlığa öyle gittim.

*

Cezanın ödeneceği vezne kapalıydı ama muhasebede insanlar vardı, bunu öğrendik.

Açık camlara rağmen çift maskenin altında ter içinde sıramı bekledim.

Geldi.

Memure, tebliğe Rosetta Taşıymış gibi baktı, inceledi, evirdi çevirdi, düşündü, üzerinde yazan tarihi bana sordu. Söyledim.

“O zaman indirimli ödeyeceksiniz. 675 lira.”

Kredi kartımı uzattım.

“Kart geçmiyor. Nakit alıyoruz.”

Ama her yerde, vergi dairelerinde, bu zamanda?!.

“Nakit alıyoruz.”

Çıktım. Bir yerden para çekip geri döndüm. Vezne hâlâ kapalıydı. Muhasebeye yollandım, yanımdan yüksek sesle allahına şükrederek yüzünü kurulayan maskesiz bir memur geçti.

“Getirdim.”

Memure ekran başında dondu. Bir süre sonra donanın “sistem” olduğunu öğrendim. Çalışmıyordu.

“İsterseniz interaktif vergi dairesinden..”

“HAYIR” dedim, burada ödeyeceğim!

“İsterseniz sizi Ziraat Bankasına..”

“Burada ödeyeceğim!”

Sistem açıldı. Ödedim. Duvarlarda yazan uyarıları memure de tekrarladı.

“Makbuzu jandarmaya götürün.”

Ona da peki, her şeye peki. Yeter ki şu her yanımı saran vıcık vıcık bulanıklık, askıdalık hali bitsin artık.

Jandarmaya gittim. Kapıdaki asker makbuzu aldı, kibarca “arkadaşlara” ileteceğini söyledi. Fotografını çekmiştim ama yine de sordum: Bana bir kopyası gerekmiyordu, değil mi? Yok, dedi, biz zaten bunu geri kaymakamlığa göndereceğiz.

Değil 60 yıl, 600 yıl yaşasan da bir anlam veremeyeceğin bir ülke burası.

Kibarca teşekkür edip döndüm.

“Arkadaşların” nerede olduğu anlaşıldı. Köyün girişini kesmiş, önümdeki yerli plakalı aracın şoförünü ellerindeki tabletlerden didik didik araştırıyorlardı.

Yabancı plakamla sıra bana geldiğinde yüzüme şöyle bir bakıp geçmemi işaret ettiler.

Maskeden kalanda bile okunan enayilikti demek.

Hayıflanmadım da değil.

Bir yandan da içimden düş yakamdan yeter diye geçirip eve geldim.




29 Kasım 2020 Pazar

8.45 GÜNEŞİ

Salgın tecridi doğal yaşam kaynaklarıyla ilişkimi derinleştiriyor.

Hava, güneş..

Sosyal hareket gerilere çekildikçe bedenim doğayla başka türlü ilişkileniyor.

Güneşi böylesine hissettiğimi hatırlamıyorum. Hücre çekirdeklerine kadar soğurduğumu. Işığına hep duyarlı oldum, sıcağıyla da çoktandır barışığım.

Ama şu ışıması!

Onu bir kutup ayısı, kedi, kuş gibi dosdoğru bedenimle alıp yakıt ettiğimin ayırdında olmak.



8 gibi uyanıyorum. Hızla giyinip perdeleri açıyorum. Sabah egzersizini yapıp meditasyona oturduğumda güneş balkonun kıyısına gelmiş oluyor. 8.45’te olanca gücüyle balkondan içeri, yüzüme, bağrıma akışını gözlerim kapalı karşılıyorum. Serinlik bir anda ısınıyor.

Sonra çayım, kahvem, kitabım, defterimle balkondayım. Hava kaç derece olursa olsun, güneş bir UFO ısıtıcısı. Isıtıyor, besliyor, avutuyor. Işığını içime salıp bataryalarımı dolduruyor.

Öğleye kadar huzurunda genleşiyor, adına Helios deyip önünde secdeye varmışlara köşemden selam ediyorum.

28 Kasım 2020 Cumartesi

YARIM YÜZ

Maske yüzleri yarıya indiriyor. Yüz okumayı da düşürüyor. Anlamanın önemli olduğu yerde insan karşısındakinin gözünün içine bakadursun, daha derinde geride kalanı da tarıyor. Ufacık mimikler, belli belirsiz nüanslar, dilsiz de konuşan ağzın hareketleri. Maskeyle birlikte içine düşülecek ağız ve bunların hepsi kayboluyor.

Gözünü gözüne dik o zaman. Baktığın, ruhun perdahlı bir aynası değilse o donuk, cansız yüzeyde derinleşmeye çalış.

Maske sesi de perdeliyor. Kulağın istediği kadar iyi işitsin (ki o kadar da iyi işitmiyorsa ayrı zorluk), incelikler burada da ortadan kalkıyor. Karşındakinden geri kalan, parça bölük bir kanıt torbasına konmuş da uzatılır gibi.

Bir doktorun yüzünü ilk kez maskeli görmeyi hayal et. Bir savcının. İfadesi alınan tanığın.

*

Hayvanlara nasıl geliyordur bu halimiz? Küçük çocuklara? Yüz okuma becerilerinde telafisi olmayan bir gedik açılır mı? Korku, tedirginlik duyuyorlar mıdır? (Bir tanıdığın iki buçuk yaşındaki oğlu, aynı yaşlardaki kuzeninin oyuncak ayı desenli maskesinden isteyerek kıyametleri koparmış. Sonraki görüşümde bir karışlık suratını örten maskesini gururla taşıyordu.)

*

Başka?

Makyaja etkileri. Makyaj malzemesi tüketiminde rujunkini azaltırken göz ürünlerininkini çoğaltışı.

Peçelilerin solunumunu merak ederdim, artık etmiyorum. Oksijenimle oynayan bir kapanma fizyolojik olarak ne kadar huzur verebilir?

*

Peki şimdi hangisi daha kolay?

İki yüzlülükle mi yarım yüzlülükle mi uğraşmak?



24 Kasım 2020 Salı

KIRILDI BİLE

Bu tecrit zamanı eşin dostun varlığını izleri, anılarıyla yaşar, içimi ısıtırken hayattaki müttefiklerim yalınlaşıyor, belirginleşiyor.

Şu sıra stoacılarla pek içli dışlıyım. Minimalist felsefe diye bir şey varsa onlarınki. Pratik ama hiç sığ değil. Faydalı ama faydacı da değil. Deneyimsel.

Arzusu hilafına imparator edilmiş Marcus Aurelius, köle feylezof Epictetus.. Sadece devasa zorluklara, çözmekle mükellef oldukları karmaşıklığa göğüs germemiş, gücün, statünün tuzaklarına karşı da ruhlarını güçlendirmişler. Sağduyuları, gözlem güçleri, akılları, vicdanları asıl dayanakları olmuş.

Her güne bir stoa düşüncesi kitabından (The Daily Stoic: 366 Meditations on Wisdom, Perseverance and the Art of Living) takvimin o gününe denk gelen düşünce ile yorumunu okuyorum. Bir yandan da elimde okuduğum her kitabı hayattaki o anıma denk düşmüş Budist Joseph Goldstein’dan İçgörü Deneyimi (The Experience of Insight) var. Stoacılar ve Budistler.. Farklı yerlerden gelip öyle noktalarda birleşiyorlar ki bazen neyi hangisinden işittiğimi ayırmak için durup düşünmem gerekiyor.

*

Zen ustalarından biri, çok değer verdiği çay kaselerini “Kırıldı bile” diye eline alır, kullanır, konuklarına sunarmış. Doğasında kırılmak olan bir şeyle böylece değerini bilerek ama işi bağımlılığa vardırmadan ilişkilenmek.

Kırıldı bile!

Hayat, nesneler, biz. Süreksizlik alnımızın yazısıysa neden sonsuzmuşuz gibi yaşarız ki? Ömrünün sonuna gelenle duyduğumuz acı, bir de bu yanılsamanın, bağımlılığın sekteye uğramasıyla katmerlenmiyor mu?

*

“İçiniz bir şeyin kaybıyla cız ettiğinde ona bir parçanızmış gibi değil de kırılabilir bir cam gibi bakın; yitip gittiğinde bunu hatırlar, allak bullak olmazsınız. Aynı şekilde, çocuğunuzu, kardeşinizi arkadaşınızı kucakladığınızda bu tecrübeye bütün arzularınızı yüklemeyin, arzularınızdan geri durun. Tıpkı zafer kazanmış generallerin arkasında durup ölümlü olduklarını hatırlatanlar gibi siz de değer verdiklerinizin size ait olmadığını, sonsuza dek değil, şimdilik bağışlandığını kendinize hatırlatın.” -Epictetus (Muzaffer komutanların kulağına ölümlü olduklarının fısıldanması bir Roma geleneği imiş.) 

21 Kasım 2020 Cumartesi

KASIM’IN PARLAK YÜZÜ


Babamın, tadına sonradan varıp benimsediğim bir alışkanlığı daha. Bastonlu yürüyüş. Bir adım benden, bir tane ondan. Benimkiler sessiz, o tıkır tıkır. Yokuşlarda işimi kolaylaştırması bir yana, sadık bir köpek gibi yoldaşım oldu. Bir konuşmamız eksik. Sesi, hissi yanım sıra, yürüyor yürüyoruz.






Bugün Gölköy’e indik. Bahçeler arasından sahile. Benim köyden bile tenha, neredeyse kimsesiz. İskeleler sökülmüş, denizi dinleye dinleye ta uca kadar gittik. Kumlara batonum, gevrek tahin helvaya çatal batar gibi bata çıka.






Hava iki gündür surat asmamış gibi. Ağzı kulaklarında, hani biraz daha ışıldasa altın dişleriyle çalım satıyor diyeceğim.



Gölgeler serince, güneşteyse ince ceket bile handiyse fazla.

Güneş tepe noktasından tepe noktama nur yağdırıyor. Denizin sesi, kokusu, sükunet.

Kasım parlak yüzünü göstermiş, az gittik, uz gittik batonumla.

15 Kasım 2020 Pazar

KALİMBA

Kalimbam beni kapıda karşıladı. Kargo paketini kapıp yukarı çıktım. Açıp uyuyan bebeği için titreyerek beşiğinden kaldırır gibi kalimbayı kutudan çıkardım. Evet, sesi peşine düştüğüm gibiydi. Yalın, duru, su akışı, hava hafifliğinde. 17 tuşlu. Ad koymadım sesi yeter. İçim hop etti.



Kutuyu boşalttım (egzersiz yüksüğü, şekerleme ile bir fincanlık hazır kahve -ne hoş bir ek; sazın bu sınıftan olacağı düşüncesi- ve akort çekici. Akıllı şeyler çağında ne piyano, diyapazon ne de mutlak kulak gerek; telefona bir akort programı bulup bakırcı çırağı gibi tuşları çekiçle tizleştire pesleştire kıvama oldukça yakın getirdim.

Dalıp gitmiş, altın saati alacakaranlığa teslim törenini unutmuşum, kafamı kaldırdığımda hava kararmıştı.

Musescore’dan kalimbaya uyarlanmış parçalar, gamlar indirdim. Youtube’da başlangıç dersleri seyrettim.


Flüte başladığım tonda değil, daha farklı, sakin, ağırbaşlı, ağırca yürekli bir yeni arkadaşlığın kapısını böylece açtım.

Ruh ısıtsın, gıda ve merhem olsun.

https://soundcloud.com/sedatoksoy/kalimba

12 Kasım 2020 Perşembe

BANA YOL VERİN

Bir kez karar verdikten sonra yayından çıkan ok gibi koyulduğum bir yoldu. Uzun ama gittikçe kendimi bulduğum.

Yol!

Pandemiyle ayrı düştüğüm şey. Yenilenme, tazelenme, canlanma vesilesi.

İçerden Antalya’ya, Alanya’da Zeyno’da bir mola, kıyıdan köye. İçinde dağlardan Akdeniz’e bol çeşitleme, güz sonu, kış kıyısından tekrar yaza, iki iklim olan bir yol. Çam ormanları, bozkır, muz plantasyonları, insansız doğa, soluksuz yerleşimler.

Yolda, dürülüp kaldırılmış saray halıları gibi açılıyorum. Köşe bucağım havalanıyor, algılarım bileniyor, fikrim dirileşiyor, içimi elementime dönüş hissi kaplıyor.

*

Dönüşte Antalya’da kaldım. Geçen seferkinin tersi yönden kaleiçine doğru yürüdüm. Bu tarafa da falezler boyunca uzayıp giden bir park şeridi yapmışlar. Çay bahçeleri, geniş yaya yolları. Pazardı, hayli insan vardı ama bunca alanda kalabalık oluşmuyordu. Güneş karşı dağlardan alçalırken döndüm.



Ertesi sabah koca otelin kahvaltı salonunda bir ben vardım. (Alışkanlıkla tabağımı kapıp açık büfeye yöneldim ki maskeli bir şef yolumu kesti. Beni kırmızı şeridin dışına çıkardı. İstediklerimi o doldurup tabağımı geri verdi.) Körfeze bakan cam cephede günün perde perde ağarmasını seyrederek kahvaltımı ettim. Gök ile deniz taze mavinin aynı tonunu tutturduğunda Beydağları olanca haşmetiyle siluetleşti. İçim hop ederken diplerinde ufacık kalan, ışıkları hâlâ açık sıra sıra binayı diş taşlarına benzetip güldüm.