10 Aralık 2020 Perşembe

DÜŞ YAKAMDAN

Kaymakamlığın mesai saatlerine bir kez daha baktım.

Evet. Salgın dolayısıyla 8’de başlar görünüyordu.

En iyisi erkenden gitmek, virüs trafiğinden önce. Karanlık, serin sabaha çıktım. Yağmura. Yağmur çamur demeden çulu buraya sereceklere evler yapan kamyonlardan birine takıldım. Boştu ama kendisi ağırdı. Sıçrattığı sulardan oluşma bir bulutla sarılı, oflaya puflaya rampalara vurdu, virajlar aldı, gümbür paldır inişlerden saldı.

9’a doğru makamdaydım. Bomboş bir bina. Açık kapılardan birinden girip merdiveni çıktım. Bir gişenin cam deliğinden içerlere seslendim. Asık yüzlü bir adam çıktı. Kimse yok hamfendi dedi! dedi ayanı beyan ederek. “Mesai 10’da başlıyor!”

Bu ülkede 60 yaşına gelebildiysem nihayet öğrendiğim bazı şeyler oldu haliyle. Ama.. denmeyecek zamanları kestirmek, astlara söylenmenin boşunalığıyla dünya enerji sarf etmemek gibi.

Bir ara gitsem de kıyıdan şöyle bir yürüsem diyordum kaç zamandır. Aylardır görmediğim Bodrum’a çıktım.



Yağmur, onunla birlikte ışık kesilip açıla oynaşırken, teknelerin yelken direği kalabalığı boyunca boş sahile vurdum. Barlar sokağına kıvrıldım. Tek tük gelen geçen. Kapalı dükkanlar. Ters çevrilmiş sandalye yığınları. Kimi kazılmış, tadil ediliyor, kapılarda moloz çuvalları.



Daldığı kabustan uyanamamış bir hayalet kasaba. Ama yine güzel. Yağmurun parlattığı Arnavut kaldırımlarına açılan ışıl ışıl, rengarenk begonvil çerçeveli kapı araları, geçitler..



Burnumu kokusuna gömeceğim güzel bir kahve elimde, şöyle durup oturacağım, hissini içime çekeceğim yer yok ama seni gördüğüme mutlu oldum Bodrum, dedim. Azmak başından ağır ağır geri döndüm.



Mal müdürlüğü katına çıktığımda önümde daha bir çeyrek vardı, iki de maskeli adam. Birbirimizden vebalı gibi (olabilirdik) uzak, sessiz, bekleştik.

Saat 10 oldu, geçti. Gözümü bir kahinin ağzı gibi diktiğim loş koridorda hayat belirtisi görünmedi. Başlamıyorlar mı? Burası böyle bir ülke hanımefendi, dedi maskeli adamlardan biri. “10 derler de on buçuk, 11’i bulur.” Silah ruhsatı için onca zaman yanlış yerde beklediği ve şehrin öbür ucuna (oradan da kim bilir nereye) yollanacağı anlaşılacak bir tanrı kulu. Hükümet kulu.

O kadar geçmedi. Birileri, ardından karton bardaklarla dolu tepsisiyle çaycı, yutucu bir belirsizlik tüneli gibi önümüzde uzanan koridora girdi.

*

Bir ay kadar önce, tenhalaşmaya başladığında bile maskesiz hiç inmediğim sahilde biten, tepelerde uzun bir yürüyüşün sonunda baktım, gerçekten üç beş kişi ya var ya yok, maske takmadım.

Telefonda konuşuyordum ki jandarma minibüsü yanımda belirdi. Toparlanıp kendimi savunmaya, olacağı savuşturmaya kalmadan tutanak tutup imzalattı, çekip gittiler.

Eve dönüp internete daldım. Ne olacak, kesilen ceza nasıl ödenecek? Rivayet muhtelifti. Beyan tarihinden itibaren iki hafta içinde dörtte bir indirimli ödeyebilirdim.

E-devlet kapısına başımı vurdum. Böyle bir seçenek görünmüyordu. Sordum. Birkaç gün içinde kibarca yanıtladılar. İnteraktif Vergi Dairesine ödeyebilecektim. “Daire” çeşitli kuruluşların işlemlerine ayrılmıştı. Aralarında maske cezasının ilişkili olduğu biri yoktu. Sordum: “Teşekkürler ama IVD’de NEREYE acaba?” Birkaç gün içinde kibarca yanıtladılar. İnteraktif Vergi Dairesine ödeyebilecektim.

E-devletten çıkıp cezayı araştırdım. Yasal değildi. Böyle bir ceza a) Temel hak ve özgürlüklere aykırıydı ve ancak bunların bir kanunla askıya alınmasıyla uygulanabilirdi, b) Uygulanması kolluk kuvvetlerine havale edilemezdi.

Ee?

Sulh ceza mahkemesine iptali için başvurabilirdim (örneği vardı) ve kazanırdım ama tabii önce ödemem gerekirdi.

Yani allahın unutmak üzere olduğu bir sahilde kafama devlet kuşu pislemişti.

 

Sürüncemede kalan şeyler beni baskıya sokuyor. Her an arkamı dönüp gidebileceğimi bilmeliyim, alacağım vereceğim (hele vereceğim!) olmamalı. Zurnanın zırt dediği yer işte. Düştüm cezanın peşine. Nerden gelecekti, ne zaman? Kimse bir şey söyleyemiyordu. Muhtarı bulup sordum. Bize gelmiyor, jandarma sizi arar dedi.

İki hafta kadar sonra jandarma aradı, gelip almamı söyledi. (Hayır, benim hayatta kalma rehberimde neden yok, ama yok; bilinçli-dişli bir vatandaşlık değil, silinip sıvışma üzerine kurulu stratejim.) Tepelerdeki hakim konumu, müthiş manzarası ile yeni yerine gittim. Çok kibar karşıladılar. Kimin neresini imzalayacağını tartıştıkları belgeyi kargacık burgacık yazılarıyla doldurdular. Tertemiz, pırıl pırıl vatan evlatları. Cam duvarlı odasında kendisi maskesiz komutanlarının çakı gibi neferleri.

Belgeyi kaymakamlık mal müdürlüğüne götürüp orada ödememi söylediler. Online da ödeyebiliyorum değil mi dedim. Öyle bir şey bilmiyorlardı. Kibarca makbuzu getirmemi rica ettiler, “Dosyanızı kapamamız için.”

İki akım bir aradaydı. Vızır vızır işleyen (ya da hiç değilse öyle umulan) sanal bir trafik ile daktilolu, karbon kopyalı, bugün git yarın gel/burası değil orası, o da değil şurası’lı karabasan bürokrasi. Küçük memurların kaprisli imparatorluğu. Sanal ya da değil, devlet kapısının ardındaki tüketici belirsizlik.

İnteraktif Vergi Dairesinin duvar gibi önüme dikilen kapısını ataşları bükerek, kredi kartı kenarlarıyla anahtar uydurup açmaya çalıştım. Tebliğdeki çeşitli sayıları (hiçbirinin ne olduğu anlaşılmıyordu gerçi ama) beyan gibi göstermeye, olsa olsa orasıdır diye Sağlık Bakanlığından sızmaya. Nuh diyor peygamber demiyordu.

Sonunda dediklerini yapmaya karar verdim. İki hafta dolmasın, biraz indirimli ödeyeyim bari.

Kaymakamlığa öyle gittim.

*

Cezanın ödeneceği vezne kapalıydı ama muhasebede insanlar vardı, bunu öğrendik.

Açık camlara rağmen çift maskenin altında ter içinde sıramı bekledim.

Geldi.

Memure, tebliğe Rosetta Taşıymış gibi baktı, inceledi, evirdi çevirdi, düşündü, üzerinde yazan tarihi bana sordu. Söyledim.

“O zaman indirimli ödeyeceksiniz. 675 lira.”

Kredi kartımı uzattım.

“Kart geçmiyor. Nakit alıyoruz.”

Ama her yerde, vergi dairelerinde, bu zamanda?!.

“Nakit alıyoruz.”

Çıktım. Bir yerden para çekip geri döndüm. Vezne hâlâ kapalıydı. Muhasebeye yollandım, yanımdan yüksek sesle allahına şükrederek yüzünü kurulayan maskesiz bir memur geçti.

“Getirdim.”

Memure ekran başında dondu. Bir süre sonra donanın “sistem” olduğunu öğrendim. Çalışmıyordu.

“İsterseniz interaktif vergi dairesinden..”

“HAYIR” dedim, burada ödeyeceğim!

“İsterseniz sizi Ziraat Bankasına..”

“Burada ödeyeceğim!”

Sistem açıldı. Ödedim. Duvarlarda yazan uyarıları memure de tekrarladı.

“Makbuzu jandarmaya götürün.”

Ona da peki, her şeye peki. Yeter ki şu her yanımı saran vıcık vıcık bulanıklık, askıdalık hali bitsin artık.

Jandarmaya gittim. Kapıdaki asker makbuzu aldı, kibarca “arkadaşlara” ileteceğini söyledi. Fotografını çekmiştim ama yine de sordum: Bana bir kopyası gerekmiyordu, değil mi? Yok, dedi, biz zaten bunu geri kaymakamlığa göndereceğiz.

Değil 60 yıl, 600 yıl yaşasan da bir anlam veremeyeceğin bir ülke burası.

Kibarca teşekkür edip döndüm.

“Arkadaşların” nerede olduğu anlaşıldı. Köyün girişini kesmiş, önümdeki yerli plakalı aracın şoförünü ellerindeki tabletlerden didik didik araştırıyorlardı.

Yabancı plakamla sıra bana geldiğinde yüzüme şöyle bir bakıp geçmemi işaret ettiler.

Maskeden kalanda bile okunan enayilikti demek.

Hayıflanmadım da değil.

Bir yandan da içimden düş yakamdan yeter diye geçirip eve geldim.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder