Kaymakamlığın mesai saatlerine bir kez daha baktım.
Evet. Salgın dolayısıyla 8’de
başlar görünüyordu.
En iyisi erkenden gitmek,
virüs trafiğinden önce. Karanlık, serin sabaha çıktım. Yağmura. Yağmur çamur
demeden çulu buraya sereceklere evler yapan kamyonlardan birine takıldım. Boştu
ama kendisi ağırdı. Sıçrattığı sulardan oluşma bir bulutla sarılı, oflaya
puflaya rampalara vurdu, virajlar aldı, gümbür paldır inişlerden saldı.
9’a doğru makamdaydım.
Bomboş bir bina. Açık kapılardan birinden girip merdiveni çıktım. Bir gişenin
cam deliğinden içerlere seslendim. Asık yüzlü bir adam çıktı. Kimse yok
hamfendi dedi! dedi ayanı beyan ederek. “Mesai 10’da başlıyor!”
Bu ülkede 60 yaşına gelebildiysem nihayet öğrendiğim bazı şeyler oldu haliyle. Ama.. denmeyecek zamanları kestirmek,
astlara söylenmenin boşunalığıyla dünya enerji sarf etmemek gibi.
Bir ara gitsem de kıyıdan
şöyle bir yürüsem diyordum kaç zamandır. Aylardır görmediğim Bodrum’a çıktım.
Yağmur, onunla birlikte
ışık kesilip açıla oynaşırken, teknelerin yelken direği kalabalığı boyunca boş
sahile vurdum. Barlar sokağına kıvrıldım. Tek tük gelen geçen. Kapalı
dükkanlar. Ters çevrilmiş sandalye yığınları. Kimi kazılmış, tadil ediliyor,
kapılarda moloz çuvalları.
Daldığı kabustan
uyanamamış bir hayalet kasaba. Ama yine güzel. Yağmurun parlattığı Arnavut kaldırımlarına
açılan ışıl ışıl, rengarenk begonvil çerçeveli kapı araları, geçitler..
Burnumu kokusuna gömeceğim
güzel bir kahve elimde, şöyle durup oturacağım, hissini içime çekeceğim yer yok
ama seni gördüğüme mutlu oldum Bodrum, dedim. Azmak başından ağır ağır geri
döndüm.
Mal müdürlüğü katına
çıktığımda önümde daha bir çeyrek vardı, iki de maskeli adam. Birbirimizden
vebalı gibi (olabilirdik) uzak, sessiz, bekleştik.
Saat 10 oldu, geçti.
Gözümü bir kahinin ağzı gibi diktiğim loş koridorda hayat belirtisi görünmedi.
Başlamıyorlar mı? Burası böyle bir ülke hanımefendi, dedi maskeli adamlardan
biri. “10 derler de on buçuk, 11’i bulur.” Silah ruhsatı için onca zaman yanlış
yerde beklediği ve şehrin öbür ucuna (oradan da kim bilir nereye) yollanacağı
anlaşılacak bir tanrı kulu. Hükümet kulu.
O kadar geçmedi. Birileri,
ardından karton bardaklarla dolu tepsisiyle çaycı, yutucu bir belirsizlik
tüneli gibi önümüzde uzanan koridora girdi.
*
Bir ay kadar önce,
tenhalaşmaya başladığında bile maskesiz hiç inmediğim sahilde biten, tepelerde
uzun bir yürüyüşün sonunda baktım, gerçekten üç beş kişi ya var ya yok, maske
takmadım.
Telefonda konuşuyordum ki
jandarma minibüsü yanımda belirdi. Toparlanıp kendimi savunmaya, olacağı
savuşturmaya kalmadan tutanak tutup imzalattı, çekip gittiler.
Eve dönüp internete
daldım. Ne olacak, kesilen ceza nasıl ödenecek? Rivayet muhtelifti. Beyan tarihinden
itibaren iki hafta içinde dörtte bir indirimli ödeyebilirdim.
E-devlet kapısına başımı
vurdum. Böyle bir seçenek görünmüyordu. Sordum. Birkaç gün içinde kibarca
yanıtladılar. İnteraktif Vergi Dairesine ödeyebilecektim. “Daire” çeşitli
kuruluşların işlemlerine ayrılmıştı. Aralarında maske cezasının ilişkili olduğu
biri yoktu. Sordum: “Teşekkürler ama IVD’de NEREYE acaba?” Birkaç gün içinde
kibarca yanıtladılar. İnteraktif Vergi Dairesine ödeyebilecektim.
E-devletten çıkıp cezayı
araştırdım. Yasal değildi. Böyle bir ceza a) Temel hak ve özgürlüklere
aykırıydı ve ancak bunların bir kanunla askıya alınmasıyla uygulanabilirdi, b)
Uygulanması kolluk kuvvetlerine havale edilemezdi.
Ee?
Sulh ceza mahkemesine
iptali için başvurabilirdim (örneği vardı) ve kazanırdım ama tabii önce ödemem
gerekirdi.
Yani allahın unutmak üzere
olduğu bir sahilde kafama devlet kuşu pislemişti.
Sürüncemede kalan şeyler
beni baskıya sokuyor. Her an arkamı dönüp gidebileceğimi bilmeliyim, alacağım
vereceğim (hele vereceğim!) olmamalı. Zurnanın zırt dediği yer işte. Düştüm cezanın
peşine. Nerden gelecekti, ne zaman? Kimse bir şey söyleyemiyordu. Muhtarı bulup
sordum. Bize gelmiyor, jandarma sizi arar dedi.
İki hafta kadar sonra
jandarma aradı, gelip almamı söyledi. (Hayır, benim hayatta kalma rehberimde neden
yok, ama yok; bilinçli-dişli bir vatandaşlık değil, silinip sıvışma
üzerine kurulu stratejim.) Tepelerdeki hakim konumu, müthiş manzarası ile yeni
yerine gittim. Çok kibar karşıladılar. Kimin neresini imzalayacağını tartıştıkları
belgeyi kargacık burgacık yazılarıyla doldurdular. Tertemiz, pırıl pırıl vatan
evlatları. Cam duvarlı odasında kendisi maskesiz komutanlarının çakı gibi
neferleri.
Belgeyi kaymakamlık mal
müdürlüğüne götürüp orada ödememi söylediler. Online da ödeyebiliyorum değil mi
dedim. Öyle bir şey bilmiyorlardı. Kibarca makbuzu getirmemi rica ettiler, “Dosyanızı
kapamamız için.”
İki akım bir aradaydı.
Vızır vızır işleyen (ya da hiç değilse öyle umulan) sanal bir trafik ile daktilolu,
karbon kopyalı, bugün git yarın gel/burası değil orası, o da değil şurası’lı
karabasan bürokrasi. Küçük memurların kaprisli imparatorluğu. Sanal ya da
değil, devlet kapısının ardındaki tüketici belirsizlik.
İnteraktif Vergi
Dairesinin duvar gibi önüme dikilen kapısını ataşları bükerek, kredi kartı
kenarlarıyla anahtar uydurup açmaya çalıştım. Tebliğdeki çeşitli sayıları
(hiçbirinin ne olduğu anlaşılmıyordu gerçi ama) beyan gibi göstermeye, olsa
olsa orasıdır diye Sağlık Bakanlığından sızmaya. Nuh diyor peygamber demiyordu.
Sonunda dediklerini
yapmaya karar verdim. İki hafta dolmasın, biraz indirimli ödeyeyim bari.
Kaymakamlığa öyle gittim.
*
Cezanın ödeneceği vezne
kapalıydı ama muhasebede insanlar vardı, bunu öğrendik.
Açık camlara rağmen çift
maskenin altında ter içinde sıramı bekledim.
Geldi.
Memure, tebliğe Rosetta
Taşıymış gibi baktı, inceledi, evirdi çevirdi, düşündü, üzerinde yazan tarihi
bana sordu. Söyledim.
“O zaman indirimli
ödeyeceksiniz. 675 lira.”
Kredi kartımı uzattım.
“Kart geçmiyor. Nakit
alıyoruz.”
Ama her yerde, vergi
dairelerinde, bu zamanda?!.
“Nakit alıyoruz.”
Çıktım. Bir yerden para
çekip geri döndüm. Vezne hâlâ kapalıydı. Muhasebeye yollandım, yanımdan yüksek
sesle allahına şükrederek yüzünü kurulayan maskesiz bir memur geçti.
“Getirdim.”
Memure ekran başında
dondu. Bir süre sonra donanın “sistem” olduğunu öğrendim. Çalışmıyordu.
“İsterseniz interaktif
vergi dairesinden..”
“HAYIR” dedim, burada
ödeyeceğim!
“İsterseniz sizi Ziraat
Bankasına..”
“Burada ödeyeceğim!”
Sistem açıldı. Ödedim.
Duvarlarda yazan uyarıları memure de tekrarladı.
“Makbuzu jandarmaya
götürün.”
Ona da peki, her şeye
peki. Yeter ki şu her yanımı saran vıcık vıcık bulanıklık, askıdalık hali
bitsin artık.
Jandarmaya gittim. Kapıdaki
asker makbuzu aldı, kibarca “arkadaşlara” ileteceğini söyledi. Fotografını
çekmiştim ama yine de sordum: Bana bir kopyası gerekmiyordu, değil mi? Yok,
dedi, biz zaten bunu geri kaymakamlığa göndereceğiz.
Değil 60 yıl, 600 yıl
yaşasan da bir anlam veremeyeceğin bir ülke burası.
Kibarca teşekkür edip
döndüm.
“Arkadaşların” nerede
olduğu anlaşıldı. Köyün girişini kesmiş, önümdeki yerli plakalı aracın şoförünü
ellerindeki tabletlerden didik didik araştırıyorlardı.
Yabancı plakamla sıra bana
geldiğinde yüzüme şöyle bir bakıp geçmemi işaret ettiler.
Maskeden kalanda bile okunan
enayilikti demek.
Hayıflanmadım da değil.
Bir yandan da içimden düş
yakamdan yeter diye geçirip eve geldim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder