28 Eylül 2013 Cumartesi

KULAÇ KULAÇ

Bu kadar uzun kalınca insanları sudaki hallerinden ayırt eder oluyorsun.

İşte günde iki vakit, vitamin haplarını ya da belki ilacını içer gibi azim azim kıyı boyu kulaç atan kadın. Hafif kamburu denizde de belli. Kulaçlarını öfkeli bir inatlaşmayla suyu tokatlar gibi atıyor. Orada olduğunu gözlerim kapalı söyleyebilirim. Şlap şlap ve şlap! Suya bir boy girip orada günün haberlerinden, ticaretini yaptıkları şeylerden söyleşen erkekler, tarif alışverişi yapan kadınlar, seslerinin fısıltıya alçalmasından dedikoduya geçtiği sezilen kadın ve erkekler. Aklı nasıl göründüğünde gençler. Ama daha ziyade, yılın bu zamanı artık çoğunluk olmuş, yüzmeyi vaktiyle de hakkını vererek öğrenmediği belli yaşlı ve yaşlıcaların ağır, gevşek, temkinli hareketleri. İzlemesi zevk, her tarzda ustaca yüzen bir iki kişi. Güvenli, çevik. Hafta sonları civardan gelip rengarenk köpük borularını kollarının altından geçirdikleri gibi gürültü patırtıyla sallara çıkan, tarihin hangi döneminde alışılmıştan öte makbul sayıldığına üşenmeden kafa patlattığım, bedenin olsa olsa başlıca kebapla tıka basa doldurulacak, kalan eğlencesi, doyum ve ilişki kaynağı da üreme olan bir araç bilindiği bir kültür ürünü, kısa bacaklı, taşkın göbekli, dar omuzlu vesaire vücutları içinde hayatta olmaktan o an duyup türküler, bağrış çağrış atışmalar, eşek şakalarıyla duyurdukları hazzı hayranlıkla seyre koyulduğum erkekler..

Kıyafetler sonra. Bikini, mayo ve ah! Kıyametin fünyesini çeken haşemalar. Artık birkaç yıl önce bir fiili durum yaratarak el koydukları küçük koyla kalmıyor, ötekilerin kısa bir mücadele ardından çekildiği asıl koylara geliyorlar. Önceleri olduğu gibi koyların uzak ucundan değil, diğerlerine karışarak suya giriyorlar.

Açılmak ya da kapanmak. Bir iki karış kumaşın varlığı ya da yokluğuna ancak yılmaz inanç ve kanaat üreticisi insan aklının yükleyebileceği nice anlam, kaygı, korku, öfke ve bunların burun buruna gelişiyle kopan örtülü ya da açık sürtüşme ve çatışma.

Tanıdığım en Zen zihinli insanın, işi alengirli soslarından sıyırıp özüne indirgeyerek hafif bir omuz silkmeyle söyleyiverdiği gibi: Yumurtayı sivri tarafından mı, yuvarlak tarafından mı kırmalı kavgası.

Tamam.

Yüzme vaktim geldi.

.

26 Eylül 2013 Perşembe

İÇTEN YANMALI




Ateşin içten tutuştuğunda heyecanı dışarıda aramıyorsun. Buluyorsun. Harlı iştahın önüne geleni şölene çeviriyor.

Birinci sınıf bir dönüştürücü gibi dolanıyorsun o vakit ortalıkta. Yaptığın yeniden çevrim oluyor. Recycling. Çerçöp, derme çatmalık, rasgelelik, hoyratlık ateşli bir koşulsuzluğun imbiğinden geçerek yeniden yaratılıyor.

Bazen (sık olmasa, çok sürmese de) daha öteye gitmeden olanı olduğu gibi öyle bir görüyorsun ki güzel çirkin, iyi kötü bile ortadan kalkıyor.


Her nasılsa varoluş mükemmelleşiyor.



25 Eylül 2013 Çarşamba

KAL

Yarımadanın burnuna doğru ne güçlü akıntı! Fazla da kasmadan kulaca kuvvet gidiyorum ama sanki yerimde sayıyorum. Suyun berraklığında mavi akla hayale gelmeyecek tonlarla çeşitleniyor.

Yaşadığın her ne ise, güzel çirkin, iyi kötü, itici çekici, sıkıcı heyecan verici demeden anda kaldığında hayat ne kadar farklı bir his veriyor.

Hiçbir şey bildik değil o zaman, çoktan kanıksanmış, rafa kaldırılmış.

Bakışların, kabulün taze, çıplak, masum. Bir kez nasılsa yazılmış, durmadan oynanan senaryolardan özgür.

Yaşam akla hayale gelmeyecek nüanslarla çeşitleniyor.

.

22 Eylül 2013 Pazar

KAHVE FALI

Kızgınsın.

İnsanlar senin doğruna göre davranmıyor.

Düşüne taşına ya da koşullanmalarınla kendiliğinden oluşmuş, belki bu ikisinin karışımı çerçevene seni hiç rahatsız etmeyecek, beklentilerini karşılayacak şekilde oturmuyorlar.

Hayır. Delibozuk, başına buyruk, bildiklerini okuyor, belki farkında bile olmadıkları çerçevene bir girip bir çıkıyorlar.

Gel de rahat et! Rahatlık sınırların içinde hiç dürtülmeden, ana karnındaki gibi kıvrılmış yaşa!

Kızgınsın.

Çürük dişe şeker değmiş gibi sinirine dokunuyorlar. Belki kör testereyle etini kesiyorlarmış gibidir. Kimin neyi nasıl hissettiğini sonuçta kahve falları bile söyleyemez. Karşımızdakinin verdiği duygunun falına bakar gibi yapar, benzeri bir durumda kendi hissettiklerimizi ona yansıtıveririz o zaman.

Ama kızgınsın. Sanki bir kez daha hüsrana uğramış.

Belki böyle kızdığın için, kızmamak elinden gelmediği için kendine de kızgın.

Üç vakte kadar rahata ereceksin. Ya girip çıkılan bütün haller sen parmağını bile kımıldatmadan zaten değiştiğinden. Kendiliğinden.

Ya da belki seçimsiz olmadığını, tepesi atmanın hiç de kaçınılmaz olmayabileceğini görüverip.

Başına elma düşen Newton gibi.

Bir anda.

Diz altı tepkilerimiz hep oracıkta. Birinin kontrol çekici vurmaya görsün, harekete geçmeye hazır.

Bunu bastırmaya çalışmak nafile.

Ama gerek de yok.

Birlikte yaşamayı bilmek yeterli. İnsanın bu yanına sen varsın, eyvallah, demek. Ve devam etmek: Ama duygusal tepkilerimi ele geçirip bana kendimi önüne geçemediğim bir mekanizmanın kuklası gibi hissettirmene de gerek yok.

Çünkü bakıyorum, kendinden başlayıp herkese, hayata olduğu gibi olma özgürlüğü tanıyan çok daha geniş, serbest bir yanım daha var.

Tevekkül değil. Capcanlı bir kabul hali.

Çerçeveni, doğrularını, haklılık iddianı içindeki kırpıp biçicinin, sansürcünün gözünden çekip arka cebine koyduğun an elinin altında.

Üç vakte kadar öfke kapısının yerini gönül gözü alabilir.

.

21 Eylül 2013 Cumartesi

30 SANİYELİK KLİP

Tepede buz taneciklerinden oluşma, e, görüntüleri de ona göre soğuk, seyrek, uzak, çok güzel siruslar ve yeryüzüne insanın dayanabileceği şiddetle yolladıkları akıl almaz hızda rüzgarlarla akıllarını yağmur getirmeye çeldikleri pamucak nimbuslar.

Kulağımda müzik rasgele Cassandra Wilson’dan Chopin’e değişirken soluduğum da güz vakti Akdeniz mavisi. Dipsiz, çalkantılı, kıpır gölgeli.

.

20 Eylül 2013 Cuma

ISSIZLIĞA DOĞRU

Eylül başında koylar adam almıyordu. Sırf 30 yıldır gelen bizler değil, herkesin ağzında böyle bir kalabalığın görülmemiş olduğu dolaşıyordu. Çekiciliği benzersiz konumu kadar ıssızlığından gelen böyle bir yer için zorunlu bir alışma isteyen durum.

Her şey gelir, her şey geçer diye avunduk. Eninde sonunda gürültü neydi ki. Seslerden bir ses. Şimdi var, sonra yok.

İnsani olanın ötesindeki varlığıyla doğa olanca mevcudiyetiyle burada işte. Dağlar, deniz, rüzgarlar, güneş. Çerçeveyi neredeyse tümden dolduruyor. Düşüncelerin, duyguların, kaygı ve umutların şehir ayarından bambaşka bir bağlama, zaman ölçeğine serpişiyor. Homeopatik moleküller gibi bütün içinde iyice seyrelerek. Şehirdeki o üst üstelik haliyle saflar oluşturarak birbirlerini beslemiyor, dolduruşa getirip savaşlar açarak kendi yarattıkları sel sularına kapılıp gitmiyorlar.

Düşünmeye, mutlak doğru bilinenlerin şehirde tabu olan sorgulanmalarına burada zemin de var zaman da.

Zihin akışkanlık kazanıyor.

Tepeden bakan dağların eteğinde, şişirerek büyüttüğümüz insan varlığı, haddine geri dönüyor. Önemliyle önemsiz başka bir kalburdan geçiyor.

Sıcak gelişmeler, başımızın üzerinde sallanan savaş kılıcı, insani trajediler.. Alabildiğine gerçek ama dürbünün ters tarafından görülüyor.

Aristophanes’in Lysistrata’sını okurken, ilk defa oluyormuş gibi tepki verdiğimiz, herkes bizim doğru bildiğimiz yola bir girsin, ortadan kaldırıvereceğimize canı gönülden inanacak kadar gücümüzü abartarak baktığımız şeylerin (savaş, barış, acısız bir ömür) nasıl bir dalgalanmanın iniş çıkışları olduğunu hatırlıyorum.

E tüm çaba, mücadele boşuna mı yani?! diye yapıştırırdı kapının arkasında bekleyen standart tepki.

Elbette değil, hiç olur mu? Tersine. İşin parçası. Sadece sandığımız kadar belirleyici olmayabilir.

Öfkeye, nefrete, umutsuzluğa kapılmadan tevazuyla verilen mücadele belki yoldan bir iki taş daha kaldırmamıza, öngörülmez bir gelecekte öngörülmez meyveler verecek bir iki tohum daha ekmemize yardımcı olur.

İnsanla, hele kitlelerle işlerin hiçbir zaman ikiyle ikinin toplamı olamayacağını, öngörülmezliği, gelişimle bozunumun iç içeliğini vs gözden ırak etmemek.



Her sezon sonu kamyon kamyon taşınan çakıllarla plajları düzeltme işi ve denizle rüzgarların üç beş fırtınayla ortalığı yeniden tarumar edişinin fısıldadığı gibi.

18 Eylül 2013 Çarşamba

ÜÇ ÇILGIN

Geleceği sabahtan belliydi.





Eski dağ yolunda yürürken deniz üzerinde şekilden şekle giren bulutlardan. Aralarını dolduran ızgara biçimliler, bulut alfabesini bilene uyarıydı:

“Fırtına kapıda!”

Birkaç saat sonra, öğleyin kıyamet koptu. Rüzgar, sağanak. Kesilen elektrik. Güney güzüne hoş geldiniz.

Öğleden sonra yağış kesildi, bir temiz yıkanmış atmosferde bulutlar açıldı. Som güneş ortaya çıktı. Rüzgarsa güçlenerek sürdü.

Bayıldığım bileşim. Güneşli fırtına.

Kardeşim hadi denize, dedi. Parlayan gözlerinde batı koyu açıklarında oluşan kaba dalgayla oynaşma, dans beklentisi.

Onun aklı terk etme eşiği bu. Rüzgar ve su. Ne kadar iyi tanırsa tanısın (akıntıyı, sığlıkları, kayalıkları) deniz denizdir. Hırçınlaştığında şansı zorlamamalı. Ama işte Sirenlerin çağrısına koştuğu vakit tam da o zaman.

Benden paso deyip kendi eşiğimden geçtim. Daha kuru ama çekiminde hiç de ondan aşağı kalmayan bir çağrıyla kameralarımı aldığım gibi rüzgarın peşine düştüm. Olanca şiddetiyle denizden gelen batı rüzgarını yanıma alıp yelpazeleri gövdeden koparcasına geriye savrulan palmiyelerin önünden ayakta zor durarak yürüdüm. Bacaklarımı iğne uçları gibi dalayan kum ve kaç metre öteden gelen su zerrecikleri püskürtüsü içinden koyun karşı koluna geçtim.

Rüzgar.


Evden, kapıdan çıkıp kopup gitmenin çağrısı. Alışılmışı, bilineni geride bırakmanın. Kendini doğurgan, kaotik, belirsiz bir vahşiliğe salmanın. Silkelenmenin, çalkalanmanın. Çapalanan toprak gibi tersyüz olup hareketlenirken arınmanın.

Havayla olandan da ibaret değil. Herhangi bir şey Rüzgar olup onun yaptığını edebilir. Yolculuk, sanat, düşünce, hissediş, algı. İlişkiler.

Ama şimdi onun temel haliyleydim. Kuvvetiyle göğüs göğse, yan yana, çabam ayakta kalmaya yoğunlaşmış. Aklım, onun hışımla aralarında dolandığı, çıkardığı türlü sesleri birbirine katarak hepsinin fonu olan hışırtılı uğultuya döşediği dallar, yapraklar gibi çalkantılı.

Düşünceyi savrulmaya bıraktım –bırakmayıp ne yapacaktım? Rüzgarda düşünülmez. Yaşanır. Işıl ışıl güneşle eşsiz bir canlılık bulan renkler, kontrastlarla kendimden geçmiş, kafamdan geriye kala kala fotografçı içgüdüleri kalmış, kamerayı olabildiğince hareketsiz tutmaya çalışıp fırtınayı çekerek yürüdüm.


Neden sonra koy içinde koy olan Korsan Koyuna indiğimde kulağıma bir ıslık çalınır gibi oldu. Yanılıyorumdur dedim. Bu kıyamette benden başka tanrı kulu yok ki. Islığı ismim eklenerek yükselen bir haykırış izlediğinde etrafı taradım. Sahibini en son baktığım yerde, suda gördüm. Kardeşim!

“Geri dönemiyorum. Bana Gazze Şeridinden havlumla terliklerimi getirebilir misin?”

Gelgitle birleşen batı rüzgarının ancak bu sabah mühendis kafasıyla çözdüğü özel etkisiyle açıklara sürüklenerek dalgalarla epey cebelleşmiş. Kayalıklara savrulmaktan zor bela kurtulup koya sığınabilmiş. Karaya oradan çıkıp taşlı dikenli yoldan yürüyerek dönecekmiş.


Koyun karşı ucundaki, Gazze Şeridi adını verdiğim sevimsiz sığlığa gidip eşyalarını topladım, geri götürdüm. Bu mutlu tesadüf olmasa birkaç günlüğüne haşat olacak ayaklarının (ondan evvel tabii canının) kurtulmasına sevinerek eve döndüğümüzde babamı hız kesmeyen rüzgarda veranda tavanının kabarıp dökülen badanasını fırçayla kazımak gibi anlamlı bir işin başında bulduk.

İkimizi de merak etmiş. Gazze Şeridinde havlusunu göremediği kardeşimin daha güvenli bir yerden denize girdiğini düşünüp rahatlamış. Benim de fotograf aşkına kayalıklardan filan yuvarlanmamam için dua ederken şu badana kazıma işini bari aradan çıkarmak istemiş.




Nicedir içtiğimiz en lezzetli akşam çayının başında “Yani oğlum, yapılacak iş değildi seninki” dedi esefle. Hemen ardından kendi deniz maceralarının ilkini anlattı. Hayatında dümen tutmamışken bir arkadaşının ufak yelkenlisine izinsiz ve tek başına atlayıverdiği gibi akıntıya kapılıp kendini Hayırsız ada açıklarında bulduğu, irice bir balıkçı teknesince kurtarıldığı.

Eh, dedim, böyle babaya böyle çocuklar!


Başını önüne eğdi, sustu.

.

17 Eylül 2013 Salı

ADAM

Fena halde sinirime dokunuyor.

Çamurlu durgun su gibi bulanık gözleri. Kirli gri bakışıyla aşağıdan yukarı seni liflerine ayırmaya çalışır süzüşü. Tarazlı sesi. Tarazlı suratı. O, algımda kümese dalan sansar olurken ben de hayvani bir itme duyuyorum.

Hissettiğim bedenime vuracak olsa dişlerim uzar, sırtım yumru yumru timsah zırhıyla kamburlaşır, avuçlarım her ihtimale karşı pençeye dönüşür, dilim çatallaşırken nefesim tutuşurdu.

Hayvani bir itme, evet.

Oysa yavan sohbetini alıp babama oturmaya gelen sıradan bir tanrı kulu.

Ağız kokusu gibi bir ruh.

Varlığından haz etmediğimi biliyordum. Ama herhangi bir anında sivrilmeyen, yaygın, yeknesak bir tepkiydi.. düne kadar. İçerde oturmuş çalışırken geldi. Kapının öbür yanında, verandada kısa bir tarazlı gıcırtılı selamın ardından hemen konuya girdi. Pespaye gazetelerinin hükümet eleştirileri. Ardından salvodan nasibini alan aydınlar. “Çoğulculuk da neymiş! Bunlara söz hakkı verildiğinde ne olduğu belli!”

Gavurların “düğmesine basılmak” dedikleri oldu.

Oturduğum yerde çileden çıktım!

Tarlasında çalışırken ayağının altında bir yanardağın patladığı o Meksikalı çiftçi gibiydim bir yandan. Zıvanadan çıkan tarafıma hayretle bakmakta.

“Ama haklı değil miyim?” dedi bu tarafım. “90 yıldır aynı teraneyle gerilemediğimizde yerimizde saymadık mı?”

“A, şimdi bırak haklı olup olmamayı” diye karşılık verdi beri yanım, izleyen: “Ben tepkinin şiddetine bakarım. Gösterge odur. Delici, kesici, ateşli bir tepki, haklılık iddiasının ardına sığınır ama akılla hiçbir alışverişi yoktur, hayvani bir reflekstir. Onun savunduğu akıl mantıktan da hayır gelmez haliyle.”

“??”

“Bir şeyi başka bir şey gibi göstermekten vazgeç. Hayvaniliği aklamaktan, akla uydurmaktan. Önce bu ikisini bir ayır. ‘Aklı savunur görünürken aslında kılıf etmekteyim’ de. Soyun. Çıplaklığına bak. Güzel mi? Hoş mu? Kimin yararına? Bıraksam adamın üzerine yürüyeceğin gibi biri de senin üstüne yürüse görüşünü gözden mi geçirirdin, yoksa geçireceğin varsa bile dönüp daha bile mi sarılır?”

“Hmm..”

“Hmm ya. İstediğin üzüm mü yemek bağcı mı dövmek. Önce buna bak. İkincisiyse hiç değil açık ol ve ‘Evet, ben şu anda patlayan bir yanardağ kadar haklıyım’ de.”

Nabzımız hâlâ hızlıydı ama şimdi kontrol altındaydım.

“Güzel. Unutma. Ter kokusuna deodoran sıkılmaz. Tepkin leş gibi kokarken haklılıktan dem vurma. Git önce bir temizlen.”

Oturduğu sandalyenin altındaki paletlerimi kaptığım adam, ilk defa fark ettiğim dostça bir ifadeyle, kalabalığın sonunda çekildiğini, bize kalan denizin tadını çıkarmamı söyledi.

Hafif şaşkın, doğu koyunun yolunu tuttum.

.

16 Eylül 2013 Pazartesi

GÜNEYDEN NOTLAR


Yol yol bir karşılaşma

 Akşamüstünün tatlı sıcağında havlumu kumsalın başında bir şezlonga attım. Hafif esintiye kafiye olsun, gözüme ışığı koyuca mavi-mor serinleten güneş gözlüğünü geçirip defteri açtım. Az önce içimi dışıma çıkaran tepkimi isteksizce yazmaya koyuldum. Yazarak düşünmeye.

Kulaklığımda Old Devil Moon, gözüm kah yarımadanın burnundan doğmuş, dolmasına çeyrek kalan ayda. Kah yamaçların dalga dalga düşen gölgeleriyle dağlarda, mavisi duruldukça durulan sularda.

O da ne? Güzel bir tekir, kaplan adımlarıyla yaklaştı. Selamını miyavladı. Buyur ettim. İkiletmedi. Yanıma atlayıp başını elime, böğrüme vurdu, hani insanım ya, belki anlamam diye buyruğunu bir de miyavlayarak verdi: “Okşa!”

Sıcak tüyleriyle gıdıklanırken, istediğini alacağından emin bu küstah samimiyetine de gülerek dediğini yaptım. Yetmez der gibi karnıma çıktı. Ona da peki ama zevk tepinmesini tırnaklarını çıkararak yapmaya başladığında yanıma indirdim. Tatsız konuyu yazma ısrarım onunkine yenildi: Patisini uzandığı yerden kalemin ucuna sallıyordu. Kırk yıllık sahibim dersin, dikkatimin nerede neyle bölündüğünün cin gibi farkındaydı ve elbette buna izin vermeyecekti. Kedilerin karşı konulamaz şu arsızlığı! Yere koydum. Kulaklığın ucuna, plaj torbamın içine davrandı, girip yolunu ön patileriyle açarak burnunu sokmadığı yerini bırakmadı. Dönerek geri, kucağıma atladı. Yine o kanca gibi tırnaklar. Yönettiği tuhaf, sıcak, komik dansımız hızla kaçınılmaz sona ilerledi. Hırlaştık. Pençesini elime savurdu, kafasına bir tane indirdim. Umurumdaydı sanki! dercesine kuyruğunu dikti, arkasını dönüp miyavlayarak bir sonraki şezlonga, seçilmiş kurbanına yürüdü. Şimdilik sadece sevimli, kendinden emin, telaşsız, yol açacağı yeni hırlaşmaya kadar sevecen.

Karnımda iki çizik, kulaklarıma yayılan ağzımı toparlayamadan arkasından bakakaldım.

Defterime döndüğümde çenesiz ablak yüzüyle ay, yarımada üzerinde bir hançer boyu yükselmişti.


Güneş gözlüğünü çıkardım.

.

10 Eylül 2013 Salı

FRAGMAN

Bir isteğinin (iri ya da ufak) dirençle karşılaşmasıyla savaş açtığın zamanları düşün.
Altında “Bu benim hakkım!” varsayımı yok mu? “Sen yoluma engel oluyorsun. Oysa senden beklediğim beni, haklılığımı pekiştirmen! Ya böyle ol ya olma.”

Savaş! Açıyorsun ama karşındakinin beklediğin yanıtına sonuna kadar bağlı-bağımlı olmanın öfkesi, zayıflığıyla. Bu seni eritiyor. Sıcak çaya batırılmış bisküvi gibi yapıyor. (Zaten dilinde de hiç sevmezsin o dokuyu, dokunuşu.) Sen nerede bitiyorsun, çay nerede başlıyor? Bu hale kendini sokan sensin ama öfken görünürde karşındakine. Bunca şeyle yüklenmiş talebin de sıkı bir ağ olup kafana geçiyor. Debeleniyorsun.

Ayrıl. Bir adım öteye çekil. Pervaneyi aç, yüreğini serinlet. Bas debriyaja. Tepkinle hareket etme. Gör. Mangalda kül bırakmayan güçsüz bir saldırgansın bu durumda. Şimdi yeniden bak. Attığın, atmak istediğin adım dirençle karşılanıyor. Olur a. Karşındaki belli ki senin gibi bakmıyor. Bu da onun yaklaşımı. Bırak, nasılsa öyle olsun. Talebini hak-görev yüklemlerinden sıyır. Bir şey istiyorsun. Neyse, nedense anlat. Böyle anlatırsan (ancak o zaman) iletebilirsin. Pazarlık başlar. Bir noktaya gelinir. Yoğun duygularla güçlenen bir güçsüzlüğün yıkıcı etkisi yaşanmamış olur. Gözün, gönlün kararmamış. Bırak, karşındaki nasıl olacaksa olsun. Unutma, onu serbest bırakmak kendini de özgür tutmak demek.

İsteklerin bu şekilde kendilerinden ibaret oldukça (üstlerine örtülü başka, derin talepler bindirilmedikçe) adımların hafif, tavrın kucaklayıcı olmuyor mu?

Hangisi daha iyi bir duygu veriyor?

Kendi kendini yiyen çaresiz bir öfkeyle gözü dönmüş, dövdüğü yeri oyan mı?
Yalınlaştıkça özgürleşen, ilgiye, anlayışa, sevgiye bolca yer açan mı?

5 Eylül 2013 Perşembe

AKŞAMÜZERİ HURDALIK

Akşamüzeri sanayi sitesinin hurdalığındaydım.

Parlak zamanlarından çok uzak düşmüş kaotik, ezik, parçalanmış, rengarenk yığınlar..
Verdikleri duygu insanın acılarına, ölüme ne yakın.

Ama sonra prese yürüdüm. Bunları ne olmuş olduklarına bakmadan öbek öbek sıkıştırarak birleştiren ve döngünün yeni bir halkasını başlatan makineye. Yaşadıkça en önemlisi de galiba bu dedim. Dönüştürmek. O vakit hiçbir parçalanma, dağılma, son anlamsız kalmıyor. Dönüşüyor. Durmadan dönüşüyor.


Hayat gibi biraz.