31 Mayıs 2020 Pazar

ÖĞRENİRKEN


Benimle iletişimi öğrenen Küf Kedisini izliyorum.

Saklı yerimizi başka bir kedi de keşfetti, kediler. Sadece ona ikramda bulunmak istiyorum. Bunu nasıl iletirim derken baktım beni gözlüyor. Balkona ya da dışarı çıktığımda hep görüş alanımda. Diğerlerini de çekecek sesler yerine göz teması kurup dilimi damağımda sertçe şaklatarak mama paketini sallayıp ikimize özgü bir çağrı oluşturdum.

Ucunda yiyecek pekiştiricisinin de olmasıyla hızla öğreniyor. Öğrendiğini (beni izlemek) değişen koşullara uyarlıyor (geçidine masa iskemle atan komşu kuaföre karşı yeni bir rota).

Öğrenmek hayatta kalmak demek.

İnsan burada da bir istisna. Toplumsallığı hata kaldıran bir güvenlik ağı gibi işliyor. Ders almasam da fiziksel ve ruhsal olarak arkamı toplayan birileri çıkar. Ya da bir konuda iyi öğrenerek biriktirdiğim varlıkla diğerlerindeki açığımı bedelini ödeyerek veya takasla kapayabilirim.

Küf Kedisinin hayatı ile öğrenme becerisi arasındaki doğrudan ilişki benim için geçerli değil.

Öğrenebildiğim öğrenmediklerimin çok altında kalsa da iyi kötü, uzun yaşayabilirim.

*
İnsan hareket kadar (zaten o da bir tür hareket olan) öğrenmek üzerine yapılanmış. Öğrendikçe açılıyor, esnekleşip kıvraklaşıyor, ışıldıyor.

Öğrenmenin ikincil bir hal almasıyla verdiği ödülün (bol dopamin salınımı, tatmin, dahasına duyulan istek ve nihayet yaşama iştahı) yerini tüketimin aldığını düşünebilir miyim? (Sahi, böyle baktığımda bir de kaslarımın yerine geçirdiğim arabalar, uçaklar, tekneler vb. var, değil mi?)

Yeni bir keşfin yerine yeni bir şey. Zihninle, algın, duygun, ruhunla ulaşacakların yerine bir nesne. Parayla satın aldıkların.

Öğrenmek ile ödülünü satın almak.

Bu ikisini bağdaştırmam da mümkün elbette. Ama birinden yoksun kalacaksam hiç duraksamadan ikincisi derim.

Öğrenmenin hayat gailesi denilen sürüklenip gitme içinde neredeyse bir lükse dönüşmesi, asıl yeniliğin, yeniliğin hasının ondan geldiği gerçeğini egzotik bir meyve haline getiriyor.

Halim vaktim mi var öyle şeylere!?

*
Elimdekinden çok daha gelişmiş bir ritim çalıştırıcısı uygulaması buldum. Canıma okuyan bir bölümü var: Üç ölçülük bir cümle dinletiyor, nota değerlerini yazmamı istiyor.

Nota mı sayayım, ölçülerini mi kollayayım, neyi nasıl yapayım, dağılıp gidiyorum.

Bir süre sonra kafam başka yerde olsa bile yapar hale geleceğim, biliyorum.

Ama beni kamçılayan, doğru yaptığım her seferi bir havuç şölenine çeviren, henüz hedefine varmamış bu süreç.



Yeni!yi insan beyni için bu kadar cazip kılan, biyolojik temelde onun öğrenmeyle, dolayısıyla hayatta kalma şansıyla ilişkisi olmalı.

Fiziksel olarak artık pek öyle olmasa da ruhsal olarak bunun ne kadar geçerli olduğunu yaşadıkça, öğrendikçe görüyorum.

27 Mayıs 2020 Çarşamba

MAKUL


Komplo teorileri dolgu zemine çıkılan binalar gibi alır yürürken düşünüyorum.

Açıklama ve inanma ihtiyacımızı.

Akıl yürütme biçimimizi.

Düştüğümüz tuzakları.

İlk tuzak bir şeyin bize makul görünmesi galiba. Aklımıza yatması. Normal şartlarda akıl dediğimizse, hadi elimizi vicdanımıza koyalım, bildiklerimiz, bildiğimizi sandıklarımız, bunları sıkı bir eleştiriden geçirmeden vardığımız sonuçlar, tığ işi görüşler, koşullanma ve eğilimlerimizin bir bulamacı değil mi?

Bir şeyin bize makul gelmesinin kendi anlatımızla örtüşmesinden öte bir anlamı var mı?

“Hah işte bak, ben de onu diyordum zaten!” Bu anlatı arada doğru noktalara dokunuyor olabilir ama işin içindeki bütün noktaların doğru ve eksiksiz bir şekilde birleştirilmesi olabilir mi?

Olamazsa hesaba katılacak farklı veriler, göz önündekilere bambaşka bir yaklaşım, resmi olduğu gibi değiştirmez, benim makul bulduğumu acınası bir karikatüre çevirmez mi?

Perspektifimin kaçınılmaz darlığı, sığlığı, şartlanmışlığı düşünüldüğünde bir şeyin bana makul görünmesi hiçbir şekilde onun öylece gerçekliğinin göstergesi ya da kanıtı olamaz.

Birileri çıkar, o öyle değil, böyle der, daha da makul gelen tezleriyle benimkini çürütür.

Yani umarım çürütebilir çünkü komplo teorileri itikadı herhangi bir yobazlık kadar ağır bir vaka.

*
Dolgu zemine çıkılan temelin bir bölümü de bir şeye sık maruz kalmak. Aşinalık. Ne kadar tekrarlanırsa o kadar inandırıcı olması.

Virüs konusunda atıp tutmadığımız kalmıyor.

Olağan şüpheliler -Bill Gates, CIA, Çin, Rusya- geçidini kaygılanmaktan, kapanmaktan, önlemlerden bıkan, alışkanlıklarımı kaldığım yerden sürdürmek isteyen bana makul gelen görüşler izliyor.

Tabii canım, pek bir şey olduğu yok. Zaten hiç de olmamıştı. Gribin hallicesi, hadi hayatımıza bakalım.

Bu uçta ben de gönül eğledim. Şimdiyse silkinip ne yapıyorum diye düşünüyorum.

“Gerçekte” neler olduğunu kendi küçük hikayelerimle açıklayabilir miyim?

Bu işe hayatını adamış insanların çözemediği şeyler bana makul görünen derme çatma modellerle çözülebilir mi?

Bir konuda yeterince bilgi sahibi olmanın iyi bir ölçütü o alandaki akıl yürütme yanlışlarını görebilmek değil midir?

Açıklama, inanma ihtiyacımı doyuran, ne bilgi ne eleştirel düşünce, makul bir anlatıdansa çırılçıplak bir bilmiyorum bana çok daha sağlam bir zemin görünüyor.

Bildiğimi sandıklarım yerine bilmediklerimi, bilemeyeceklerimi göz önünde bulundurarak bakmak.

Otomatik cevaplardansa algı ağımı genişleyen sorular ve geçici cevaplarla örmek.

*
Sabah erkenden Gündoğan pazarına gittim. Girişte bir jandarma vardı ama termometresi sonradan gelmiş olmalı, ben çıkarken ateş ölçüyordu.

Pazarcıların çoğunun burun altında ya da boyunlarında göstermelik bile olsa maskesi yoktu.

Bıkkınlık ve kemiğe dayanan bıçaklar ihtiyatın yerini almış bile.

Kötü bir pişmanlıktansa, kaynar süt olmadığından emin olamayacağım yoğurdu üflemeye devam etmeyi seçiyorum, Pascal’in terazisini -diyerek maskemi düzelttim.

26 Mayıs 2020 Salı

EKMEKLERDEN BİR DUVAR


Bayramın ve herhalde mutlağa yakın sessizliğin son günü. Hâlâ serince ama yeniden yaz pusu bir sabah. Yarından tezi yok, demografik ve mevsimsel tıpalar açılacak. İnsanlar akın edecek, sıcaklık yükselecek.

Sesler de.

Seyyar ekmekçi bunun mu aşısını yapıyor?

İlahi sessizlik, koyun öbür ucunda minibüsünün hoparlöründen (bazen cızırtılı bir elektro sazlı türkü eşliğinde) yayılan kesintisiz anonsla deliniyor.

Evetsıcakekmekgeldimahallenizinfırıncısıayağınızageldievet ekmeklerimizsıcakekmekgeldievetmahallenizin

Ses bu uca kadar yüksele yüksele ağırlığını göğsümde hissettiğim tuğla tuğla örülen bir duvara dönüşüyor. Fırın minibüsü biraz ötemde durup anonsuna olduğu yerden devam ediyor.

Birden belirip çıktığı gibi de kesilmesiyle ses diğer duyulara kıyasla geride iz bırakmıyor belki ama olduğu süre boyunca kirlilik ve şiddette hepsine rahmet okutuyor. Sağır olmadıkça kaçışı olmadığından onunki en ağırından bir tecavüz.

Günde iki kez belki yarımşar saat süresince soluğum nefes boruma dikilen ve diğer algılara geçit vermeyen bu duvarla kesiliyor.


Kulak vermeyen, dinlemeyen, işitmeyen, aldırmayan bir ahaliyiz. Boşluklara, sessizliğe, es’lere, dinle ve işittiğin şeye karşılık ver’e yer yok. Haliyle armonik değil, melodisi de tekdüze, fukara.

Halkı satrancı içselleştirmedikçe geriliğe mahkum bir toplum olduğumuzu söyleyen (ve cazibesinden ayıldıktan sonra hadi ordan sen de dediğim) Çetin Altan misali, mahallemizin fırıncısından Kolezyum’daki resitali sırasında seslendirdiği eserlerle kalmayıp ortamı, akustiğini, dinleyicisini de hesaba katan bir İtalyan tenorun performansını beklediğim yok tabii.

Gerçekçi ve anlamlı olmazdı.

Öte yandan ne güzel olurdu.

24 Mayıs 2020 Pazar

ŞEKERSİZ BAYRAM


Birkaç gün iyi kavuran yaz birden güze döndü. Rüzgar çıktı. Sıcaklık ve nem düşüverdi. Güneş derinleşen renkler, baygınlıktan çıkıp dirileşen ışığa çalışıyor. Lacivert deniz önümde, yeşiller çepeçevre, sokağa çıkma yasağıyla birlikte eve çekildim.



Şeytan son güne kadar ara ara dürttü. Tatlı almayacak mısın? Çikolata? Dondurma? 1-2 porsiyon baklava belki? Bayram ya, o bakımdan.

Sol omzuma soğuk bir bakış attım. Evde yaş-kuru meyve var, onlarla yetin.

Tamam da, onlar hep var, hani yeni bir şey olsun, hormonların da sevinir hem.

Cevap bile vermedim.

Tatlı niyetine yeni Japon kitabımı açtım. ikigai’sinden wabi-sabi’sine, yaşamı yalınlaştırıp güzelleştirmeye, kolaylaştırıp kuvvet kaynağına dönüştürmeye, değişim ve gelip geçicilikle, kusurlulukla barışmaya, fırtına ortasında huzur bulmaya yönelik kavramlarıyla Japon kültürü üzerine. Zevkle okumaya koyuldum. https://www.amazon.com/Little-Book-Japanese-Contentments-Wabi-sabi-ebook/dp/B07GC7WR96/ref=sr_1_1?crid=63UJ180V3LC7&dchild=1&keywords=a+little+book+of+japanese+contentment&qid=1590301504&sprefix=a+little+book+of+japanese%2Caps%2C299&sr=8-1

(Aynı yazarın Türkçe’ye çevrilmiş bir kitabı da var: https://www.idefix.com/Kitap/Japonizm/Erin-Niimi-Longhursthurst/Egitim-Basvuru/Kisisel-Gelisim/urunno=0001806020001 )

Genç yaşlı, her kuşaktan Japon’un sabahları Radio Taiso eşliğinde yaptıkları temel jimnastik hareketlerini hatırlamak da iyi oldu. Kaslarıma, eklemlerime 3-4 dakikalık bir bayram ettirdim. https://www.youtube.com/watch?v=I6ZRH9Mraqw (Devamı Leslie Sansone’un evde yürüyüş videolarıyla gelecek.)

Baktım Küf Kedisi yandaki evin tırabzanına yayılmış. Çağırıp aşağı indim. Kapları onun için aldığım mamadan bayramlık bir porsiyon ve suyla doldurdum. Okşamaya yeltenmedim, ahbaplığımız yeni. Dikkatle gözlerimin içine baktı, beklenmedik bir saldırganlığa karşı ayaklarımı kolladı. Çekildim, mamaya yumuldu. Komşunun hiç ilgilenmediğim bitkilerine bayramlık su verdim.

Işık, sessizlik, yaz sıcağında güz havasından tatlı bir ada, yüzümde küçük bir tebessüm, içimde hayatın bayramı edilir bir şey olduğuna dair güçlü bir kanı ile kendine özgü kutlamamı ettim işte.

23 Mayıs 2020 Cumartesi

HA ŞÖYLE!


Küf kedisi bazen görünmese de buralarda dolanıyor. Ufak tefek, sessiz sakin, kendi kendine. Komşunun boş evinin bir yerlerinde, karşı terastaki küflü tahtında, benim köşede. (https://aksi-seda.blogspot.com/2020/04/kuflu-kedi.html) Etrafta tırmanacak ağaç, tehlikeye tepeden bakış sunan sundurma çatıları var, saklanıvereceği bol kıyı bucak.



Onu sempatiyle izlerken içimde bir değişim sezdim.

Sözüm ona doğaya hakim bir ırkın canhıraş bir hayatta kalma mücadelesinden uzak, korunaklı, rahat bir üyesi olarak iliklerimize işlemiş “doğal” bir üstünlük hissiyle tepeden bakmadığımı. Bu gün be gün başının çaresine bakan kediyi onunla hemzemin duyumsadığımı.

Hayat nezdinde ha sen ha ben.

Öldürülmemek, ölmemek için her an tetikte olmak, yiyeceğini taştan (çöpten, börtü böcekten) çıkarmak zorunda olan bu küçük sokak kedisi hayatta kalma becerisiyle beni fersah fersah geride bırakacağı için şu şaşkın tedirginlik döneminde bizden ileri olmalı ama bu farklar bir yana, eşitiz işte.



Biz insanların karşısına dikilen görkemli tehditler değil artık. Gözün hazmedemeyeceği büyüklüklerden geçip bugünlere geldik. Çemberin karşı ucuna. Gözün göremeyeceklerinin topu ağzındayız şimdi. 24 saat boyunca iç dış parazitlerle cebelleşen sana dalaşmayan bir virüsün insafına kalmış! Aynı dili konuşsak ön patilerini karnına vura vura gülerdin halimize.

Seni tepeden gören bir insan değil, kendiyle bir hisseden bir diğer mahluk olarak algılamada kibrin söndüğü sağaltıcı bir haddini hatırlama var.

22 Mayıs 2020 Cuma

BİN


On yıl ve iki küsur ayda (yayımlamadığım bir ikisiyle birlikte) 1000. blog girdisi bu. Hepsini topladığım dosyada damlaya damlaya 684 sayfa, 192.350 sözcük olmuş.

Heyecanlardan, keşifler, gözlemler, acısı tatlısı ile kayda geçen anlardan bir göl.

İlgilisini buyur ettiğim bir sofra.

21 Mayıs 2020 Perşembe

MASKELİ BALO


Maske imgeleri biriktirmeye salgının başlarında bir gün Bodrum’a indiğimde başladım. Şehrin girişinde bir ışıkta beklerken gözüm işyerlerinin önüne çıkmış iki adama takıldı. Maskelerini -biri sakalının üzerine- indirmiş, omuz omuza sigara içiyorlardı. O zamandan beri de bu resim, koleksiyonumun en nadide parçalarından. Yasak, önlem, benimsenmesi ve ihlali üzerine bin söze bedel.

Ekonomik gelişmişlik (dolayısıyla “demokrasi”) ile toplumsal itiraz arasında nasıl bir ilişki var?

Biz itiraz etmiyoruz. Bundan böyle her ayın ilk Salı günü 9-17 yaş arası kişiler saat 9 ile 18 arası sol başparmağını ağzından çıkarmayacak! diye bir karar duyurulsa köşe yazarları dışında kimsede kayda değer bir kıpırdanma olmaz. Bizim tavrımız taleplerimizi yönetime duyurmak, dayatmak değil (arkamızda bunun nasılsa olamayacağına dair yüzlerce yıllık öğrenilmiş bir çaresizlik var ne olsa), kuralların, yasakların etrafından dolanmak, adamını, yolunu bularak orasından burasından delmek, delikleri genişleterek birleştirmek, sonunda kumaşı dikiş tutmaz hale getirmek.

Bu örtülü çekişme hiç de gizli olmadığından kurallar, yasa ve yasaklar da azami sertlik ve debdebe ile başlıyor ki kaçınılmazca laçka edilmeden bir süre yürürlükte kalsın.

Yöneten ile yönetilen arasındaki ilişki pederşahi bir baba ile pasif agresif ergenin ilişkisi. Ne baba bir eşitler ilişkisine açılıyor ne de ergen bir türlü büyüyüp yetişkin olabiliyor.

Maske mi? Buyur, taktım işte. Sakalımın üzerinde, onun da üstünde sigaram. Ne sağlığım ne senin kuralların, önce keyfim gelir. Alışkanlıklarım, rahatım. (Maskeyi burnun altında takmayı pipiyi dışarıda bırakacak şekilde don giymeye benzeten bir karikatür vardı.)

*
Maskenin nasıl beni değil, benden koruduğunu anlayabilmiş değilim. Virüsün geçmek ve takılmak arasında nasıl bir ayrım gözettiğini. Ama madem kural bu, kaçınmak için usulü delmek yerine akıntıdan uzak duruyorum. Sabahın körü insansız yerlerde yürüyor, gündelik hayatımı maskeli süreyi en azda tutacak şekilde düzenliyorum. (Düzenleyebiliyorum ki ne talih!) İnsanı kendi sıcağına hapseden maske hele bu sıcakta işkence.

Toplu yaşama dair yatay ve dikey saygı, anlayış ile asgari müştereğin olmadığı yerde yapılacak fazla bir şey yok.

Olabildiğince uzak durmak dışında.

19 Mayıs 2020 Salı

KİM


Sana kızıp (kırılıp, içerleyip, hüsrana uğrayıp) arkamı dönmemek, fikrini kafama hapsetmemek vardı. Bu fikri, öznesinden uzaklaştıkça gemi azıya alan bir kültür gibi çoğalmaya, abartılmaya bırakmamak. Kafanın içinde çalkalanan her olumsuz fikir acayipleşir, irinlenir, zehir saçar. Onu bırakıp bakışımı, duyuşumu sana çevirmek vardı. Seni sende anlamak. Başkalarına yönelip kanılarımı, duygularımı, tepkimi onaylatmak, bir de onlardan yankılatıp pekiştirmek yerine seninle akıcılaştırmak, değişmeye bırakmak. Seni berbat bir çevirinden değil, aslından okumak vardı.



Sen kim, ben kim?

Sen mi ben, ben mi sen?

13 Mayıs 2020 Çarşamba

AÇ KAPA KORONA


Türkmenistan’ın başındaki kişinin salgının ilanıyla birlikte korona virüsü bir kararnameyle tehdit statüsünden çıkardığını okuduğumda göbek dolusu gülmüştüm. Aşıymış, ilaçmış, hastaneymiş, korunmaymış, kim uğraşacak! Çıkar bir kararname, mesele ortadan kalksın.

İki ay sonra dünyanın birçok yönetimi aynı yolda değil mi? Aç-kapa-korona.

Virüsün ne haltlar karıştırdığını hâlâ pek bilemiyoruz. İstatistikler kapanmayla da şimdi açılmayla da anlaşılır bir ilişki içinde değil.



Ama sıkıldık!

Sağlık tehdidi, ekonomik tehdit, hepsinden önce sıkıntıdan öleceğiz.

Bir konuya horozun tavuk üzerinde kalışından bile kısa süre odaklanabilen insan için iki ay ölümden beter.

Hareketliliğe boğulmuşken bu hareketsizlik.

Oradan oraya atlamaya bağımlıyken alışkanlıklardan kopuş.

Nefesini mesafesizlikten alan bizim gibi kültürlerde sosyal mesafe.

Kapağı 5-10 değil, milyar insan üzerine kapamak düdüklü tencereyi supabına mercimek tıkanmış hale getirmiş olmalı.

Ateşi kapa, basıncı düşür, kapağı aç. Çiğ kalan kalsın.

Pişen sağlar bizimdir.

*
Koşa koşa nereye dönmeyi iple çekiyorsak?



11 Mayıs 2020 Pazartesi

TIKANDIĞINDA


İş başa düştüğünde, istek, şevk, uyaran oluşumu insanlarla etkileşimden uzak, kapalı devre çalıştığında ağırlaştığını hissettiğin oluyor.

Donuk, miskin, tatsız.

Aldırma. Çık kafanın içinden (her şeyin büyütülüp abartıldığı, altından kalkılmaz kılındığı yer orası).

Sıradan bir işe giriş. Temizlik yap, sağı solu toparla, o an elinin altında ne varsa. Fazla bir çaba gerektirmeyen herhangi bir şey iş görür.

Dağılmadan o işi yap.

Hiçbiri olmadı, sıkı bir yürüyüş yap gel.

Kendine hareketi hatırlat.

Ardından yeniden işlediğini görüyorsun.

Tulumbadan su çekmek için önce içine bir kova su dökmek gibi.

Her seferinde işe yarıyor.

Yeter ki çık, o ağdalı kıvamı ümüğüne çöken kafanın dışına.


*

Hatırlamalı. Uyuşukluk çöktüğünde uzak duracağın şey, bunu daha da körükleyen ve faaliyetmiş gibi görünen uyuşturucu meşguliyet. Televizyona, internete, bilumum ekrana kaptırmak vs.

Sana gereken devinim.

9 Mayıs 2020 Cumartesi

BAŞTAKİ


Korona önlemleri cümle alemle birlikte gevşetiliyor. Neye göre, kimlerin kararıyla?

Baştakilerin tabii derken bakışımı kendi tasarruflarımızdaki kendi başımıza çeviriyorum.

Başsa baş, baştakiler dediğin de bu başların değişken bileşimlerinden ibaret değil mi?



*
Mevsim ilkbahar-yaz arası. Sıcak okşayıcı, serinlik hoş. Işık yaz pusundan önce, bahar yoğunluğunda. Renkler bitki örtüsüyle çeşitleniyor, tok, ışıl ışıl.

Böyle bir ortamı hastalık ve ölümle bağdaştırmak insanın ham hali ya o/ya o basitliğinde ve dümdüz algısı için ne zor.

Camus’nün Veba’da tarif ettiği Oran ahalisini çok iyi anlıyorum. Bu havada veba mı olurmuş hissini.

Yaşam saçan güneşe bak bir, bir de gözünle bakamayacağın şu acar moleküle! Hangisi daha büyük diyor insanın hisleri.

Önlem dediğin de akıldan önce bu hislerin yağlı zemininde yükselmiyor mu?

İşine gelenle kolayına geleni birleştiriyor, aklı sonradan buna alet edebildiğin kadar ediyorsun. Al sana özel ya da genel bir önlem paketi.

Kimi için bu kesim noktası işi banknotları kaynatmaya, 2022 sonuna kadar evden çıkmama kararına vs vardırırken kimi elini yıkayıp yüzüne dokunmamakla, ayakkabıları dışarıda bırakmakla rahat edebiliyor.

Her baştakinin sözüm ona akılcılığı kendine.

*
Denizin içim giden lacivertine bakarken açık bulsam bir lokantaya dalıp kıyıya attığı masaya kurulacak, hatta belki bir de rakı söyleyecek haldeydim dün sabah. Beyin oluşumu kemale ermemiş, risk değerlendirme yetisi gelişmemiş ergen halinde. Nero’da şöyle bol kremalı bir kahve. Kordon boyu uzun bir yürüyüş.

Bodrum’da sokağa çıkma yasağı kalkmış, Hoca’nın türbesi içindekilere açık, dışardan geleceklere şimdilik kapalı.

Bodrum temizlendi deniyor.

Siz durun, büyük şehirlerden akın başlasın, o vakit görürsünüz temizliği deniyor.

Bütün bu hikaye planlı bir abartmaydı deniyor.

Hayır, milyonlar ölebilirdi, hâlâ da ölebilir deniyor.

Aklın bir o yana gidiyor, bir bu yana.

Camus’nün vebası dönemsel eskilikler bir yana, insanın bela karşısındaki tavrı, tepkisi ile taptaze. Belanın başı ile sonu (ölüm) dışında eşitlemediği, ayrıştırdığı, uçurumları daha da derinleştirdiği gözlemi, insanlık hali ile bugün yazılmış gibi.

*
Michel Houellebecq’in yorumu: Bu virüs aynı anda kaygı uyandırmayı ve sıkıcı olmayı başarıyor.

Kendini bulmana da kaybetmene de vesile diye ekliyorum.

Önlemler hafifletilirken hangisinden hangisine geçeceğiz?

İnsanlar şimdi oflayıp pufladığı kapanmayı özlemle mi anacak?

Şimdi kaynaşmayı özlerken biraz mesafenin hiç o kadar da kötü olmadığını mı keşfedeceğiz?

Eşsiz bir sükunete bıraktığımız yerimizi olanca gürültü patırtı, kalabalık, anlamsız bir koşuşturma ve gerilimle geri aldığımızda ah o günler, kaygılıydık ama ne de iyiymiş dediğimiz olmayacak mı?

Virüsün önceliklere, tuttuğumuz yolun yol olup olmadığına, alışkanlıklarımıza dair kucağımıza bıraktığı sorular, maske ve eldivenlerle birlikte çöpü mü boylayacak?

*
Sigaranın kahveyle eşleşmesi gibi yaz havası da kalabalığı çağırıyor. Gününe göre avaz avaz ya da cıvıl cıvıl, renkli ya da boğucu gelen kitleleri.

Doğa seslerinin yerini insan gürültüsü aldığında şenlenecek mi içim, yoksa gerisin geri yaban domuzlarına, martılara, kendimle hiç olmadığı kadar yakınlaşmış söyleşime mi dönmek isteyeceğim?

İnsan, dozu ayarlanabilir bir şey değil.

5 Mayıs 2020 Salı

DOSTUM MORPHEUS


Yatağım uyku nehrinde bir sal.

Yastığa başımı koyup iki satır okuduktan sonra içim geçiyor. Işığı anca kapayıp salın ipini çözüyorum.

Kıvamlı bir iksir misali onarıcı koyu bir hiçlikte kim bilir ne kadar gidip rüyalar alemine çıkıyorum.



Uyku beyni malzeme dağarının kapılarını açıyor. Başka bir var oluşun işleyişini başlatıyor. Fizik, mantık, kültür, zaman, yaratıcılık sınırlarını ortadan kaldırıp yeni, tekrarlayan, şaşırtıcı, sarsıcı, ferahlatıcı kendi karışımlarını hiç teklemeden, olağanüstü bir akıcılıkla seyre sunuyor.

Seyirciyim ama fail de. Başıma örmediğim, ördüğüm gibi sıyrılıp çıkmadığım hal, ciğerini okumadığım, neyi nasıl hissettiğini fark etmediğim tek bir varlık yok burada. Köpeğe tekme atan da, tekmeyi yiyen köpek de benim.

Ne görürsem, nasıl görürsem göreyim, sıradan, bulanık, billur, aydınlık ya da karanlık, bir ziyafetten kalkarcasına doygun ve hoşnut uyanacağım bir nehir bu. Akışı arındıran.

Ve dikey.

Işığı anca kapayıp açılmamla derinlerine inmem bir oluyor.

2 Mayıs 2020 Cumartesi

KEBAPÇI FERAHLIĞI


Dağılıyorum ben de herkes gibi. Odaklanamadığımda ama. Oyalanma ihtiyacıyla değil. (Oyalanmanın ihtiyaçlar sıralamamda bir yeri olmayışının olumsuz yanlarından biri, sosyalleşmenin gevşek zemini -laf olsun torba dolsun ilişkiler/iletişimler- için elverişsiz olması belki.)

Bu, okuduklarıma da seyrettiklerime de fazladan işlevler yüklüyor.

Camus’nün Veba’sını tam da bu zamanda okumanın rahatlatıcı gelmesi gibi.

Sapıkça mı?

Benim için daha ziyade yangının önünü yangınla almaya benziyor.

Adanalı kebapçının iş çıkışı evine giderken yaz sıcağıyla kavrulan sokağa çıktığında duyacağı rahatlamaya.

Okumak burada da farklı kaslarımı çalıştırıyor.

1 Mayıs 2020 Cuma

SESSİZCE


Yönelimim seyretmek değil, okumak. Kurgu, kurgu dışı (bu ikisini hep birbirine katık ederek), kitaba kendimi vermek kadar toparlayıcı, dengeleyici, doyurucu az şey var. Çünkü oyalanmayı değil, bunları istiyorum. Zamanı öldürmeyi değil, ışıldatmayı. Kaçmayı değil, bulmayı. İyi sinema da iş görür ama sürekli olan yine de okumak.



Ve kendi müziğimle uğraşmak, küçük flütümü orasından burasından işlemek.

Ve müzik ama daha az.

Asıl, en dibine daldığımda, ona karıştığımda Sessizlik.

Bütün savruluşların, şunu değil de bunu istemelerin, Olan’a tepkilerin, çatışma ve gürültünün son bulduğu/olmadığı hal.

Fırtınaların gözü.

Bu inzivada eğer kulak verir, işitir, çekimini duyarsan derin bir tefekkür potansiyeli var.

İnzivayı zorunlu olmaktan çıkarıp gönüllü yapan da o.

Virüsün bir armağanı.