Bayramın
ve herhalde mutlağa yakın sessizliğin son günü. Hâlâ serince ama yeniden yaz
pusu bir sabah. Yarından tezi yok, demografik ve mevsimsel tıpalar açılacak.
İnsanlar akın edecek, sıcaklık yükselecek.
Sesler
de.
Seyyar
ekmekçi bunun mu aşısını yapıyor?
İlahi
sessizlik, koyun öbür ucunda minibüsünün hoparlöründen (bazen cızırtılı bir
elektro sazlı türkü eşliğinde) yayılan kesintisiz anonsla deliniyor.
Evetsıcakekmekgeldimahallenizinfırıncısıayağınızageldievet
ekmeklerimizsıcakekmekgeldievetmahallenizin
Ses bu
uca kadar yüksele yüksele ağırlığını göğsümde hissettiğim tuğla tuğla örülen
bir duvara dönüşüyor. Fırın minibüsü biraz ötemde durup anonsuna olduğu yerden
devam ediyor.
Birden belirip çıktığı gibi de kesilmesiyle ses diğer duyulara kıyasla geride iz
bırakmıyor belki ama olduğu süre boyunca kirlilik ve şiddette hepsine rahmet
okutuyor. Sağır olmadıkça kaçışı olmadığından onunki en ağırından bir tecavüz.
Günde
iki kez belki yarımşar saat süresince soluğum nefes boruma dikilen ve diğer algılara geçit
vermeyen bu duvarla
kesiliyor.
Kulak
vermeyen, dinlemeyen, işitmeyen, aldırmayan bir ahaliyiz. Boşluklara,
sessizliğe, es’lere, dinle ve işittiğin şeye karşılık ver’e yer yok. Haliyle
armonik değil, melodisi de tekdüze, fukara.
Halkı
satrancı içselleştirmedikçe geriliğe mahkum bir toplum olduğumuzu söyleyen (ve cazibesinden
ayıldıktan sonra hadi ordan sen de dediğim) Çetin Altan misali, mahallemizin
fırıncısından Kolezyum’daki resitali sırasında seslendirdiği eserlerle kalmayıp
ortamı, akustiğini, dinleyicisini de hesaba katan bir İtalyan tenorun
performansını beklediğim yok tabii.
Gerçekçi
ve anlamlı olmazdı.
Öte
yandan ne güzel olurdu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder