27 Haziran 2010 Pazar

PAS

Bulutlar. Ateş. Su. Ve pas!

Yerçekimi kadar şaşmaz bir etkileri var üzerimde.

Özellikle de ateş ve pasın.

Alice’in tavşan deliğinden yuvarlanışı gibi içlerine çekiliyor, dalıyorum. Aklım emilip gidiyor, geriye sinirsiz-kemiksiz büyülenme kalıyor.

Aslında.. biraz düşününce, aynı aileden bu ikisi.

Ne ki pas?

Dumansız yanış.

Pas - Seda işte - Picasa Web Albümleri

Pas - Seda işte - Picasa Web Albümleri

26 Haziran 2010 Cumartesi

BEN KAÇ KİŞİYİZ?

Kendimiz için birinci tekil şahıs kullanıyorsak öylesi kullanışlı olduğu, dış görünümle de (ne olsa karşısında bir beden görüyor göz) desteklendiğinden..

diyen bir kitap okuyorum (Multiplicity, the new science of personality, Rita Carter).

Çok da derinleşmesine gerek olmayan bir gözlemle herkesin kendisi ve başkalarında fark edeceği bir olgu konu alınıyor: Her birine ayrı bir karakter denecek kadar farklılaşan çok sayıda kişilikten oluştuğumuz.

Bunlar başlı başına birer insan olabildikleri gibi (ana kişilikler), en yakındakilere eklemlenen ikincil roller de olabiliyor (yan kişilikler).

Kendimiz ve başkalarının algısında bize bir tür devamlılık hissi veren baskın karakter(ler), sahneyi genelde dolduranlar. Ama rol kaptırmaları hiç de nadirattan değil. Birdenbire biz dahil kimsenin ne beklediği ne istediği (ama bazen de tam tersi) bir yan kişilik ya da geçmişin gölgesinde uyuyakalmış irikıyım bir şahsiyet direksiyona geçtiği gibi gazımızı kökleyebiliyor.

Kendimizi aslanlar gibi özgüvenli, bağımsız, pervasız hissederek yaptığımız atılımları izleyen “Ben hangi akla uydum da?!.” pişmanlığı, utancıyla yanıp kavrulduğunuz anları hatırlayın.

Bunların başlı başına karakterler yerine aynı kişiliğin değişik yönleri olarak görülmesi fazla açıklayıcı olmadığı gibi yanıltıcı da. Karşımızda fizyolojik temelinden başlayarak farklılaşan “kendilikler” var. “Ateşlendiklerinde” beynin farklı bölgelerinin harekete geçtiği, yeni görüntüleme teknikleri sayesinde açıkça izlenebiliyor. Hafızanın olduğu kadar potansiyel olarak barındırdığımız yetenek ve zayıflıkların da başka başka dilimlerinden nasiplerini alıyorlar. Algıları ve dış dünyaya verdikleri tepkiler taban tabana zıt denebilecek kadar başkalaşabiliyor. İrade ve yönelimleri, tercihleri de. Dolayısıyla kaynakları tek beyin olsa da ondan “beslendikleri” temeller ayrı.

(Carter bunu güzel bir örnekle basitleştirmiş: Ampullerden oluşturulmuş bir Cola İçin billboard'u düşünün, diyor. Devreler öyle ayarlanmış ki elektrik, bir Cola’yı, bir İçin’i öne çıkacak şekilde akıyor. Ayrı kişilikler buradaki Cola ile İçin gibi düşünülebilir.)

İlkten ürkütücü gelebilse de bu çoğulluk aslında doğal halimiz. (Kişilikler birbirlerinden tümden kopup izole olmadıkça. Yoksa eski adı çok kişiliklilik, yenisiyse kimlik çözülmesi rahatsızlığı -dissociative identity disorder- olan patolojik hapı yutmuşuz demek oluyor.) Üstelik, hayatın son derece “parçalı” yaşandığı günümüzde iyi belirlenmiş, vurgulu, bütünlenmiş görünümlü tek bir kişilikte direnmekten çok daha uyum sağlayıcı. Elbette artık tek sporcunun değil, bütün bir ekibin iyi kötü çalıştırıcısı olmayı bilirsek.

Kaldı ki ancak kendimizi bir kişi olarak düşünmeyi bir yana bıraktığımızda çelişkilerimize, iç baltalamalara, kontrolden çıkış ya da zaten giremeyişlerimize, verimsizleşmeye çok daha işe yarar bir ışık altında bakabiliriz.

Sonra?

Kitapta onun da yanıtları, bu kalabalığı olabildiğince uyumlu bir takıma dönüştürmek için yapılabileceklerle verilmiş.

Gerçekte bir beden zarfında tek kişilikten çok daha kalabalık olduğumuz yeni bir bakış değil. Roberto Assagioli, gelin, biz bu işin analizinden değil, tersinden gidelim diyerek psikosentez okulunu daha 1960’larda kurmuş. Odağını da içimizdeki çoğulluğun önce birbirinden haberli, ardından da daha uyumlu bir hale getirilmesine çevirmiş.

Yine de, çoğulluk yaklaşımının günümüz koşullarına yalınlaştırılarak uyarlandığı Multiplicity, üzerinde durulmaya değer.

23 Haziran 2010 Çarşamba

KLAKET

İnsanın uzun bir süre “aynı” ruhsal kılıkla dolaştığı zamanlar değil de ara ya da geçiş dönemleri..

Baş rollerinde eriyik oyun hamuru görünümlü figürlerin olduğu animasyon filmlerini çağrıştıran.

Filmdeki yeşil bebek, soluğu mor köpeklikte almazdan önceki gibi, “ben” dediğinin yabancılaşıp uzaklaşması.

Kendini tanıyamama.

Kah, çözülen bol buzun kalan az alkolü iyice yavanlaştırdığı ılık içki gibi algılama.

“Ben” demenin zevk verdiği halle kıyaslayıp eli böğründe kalma.

Kah, derisini evde bırakıp sokağa öyle çıkmış gibi savunmasız, dağılıp gidici hissetme.

Derken değişime uyanış.

Bırakmak “Nerede benim bildiğim” diye yanıp yakılmayı.

Bakalım neler oluyor, daha da olacak tarafsızlığıyla seyre koyulmak.

Sevgiyi bir oktav alttan, öfkeyi bir buçuk perde ilerden, ataklığı şimdi üç adım önden, an sonra derinlerde bir yerden yaşamak. Bilmediğin su birikintilerinde boğulmak. Geçmediğin tepelerden süzülmek.

Parmakların kadar tanıdık beş duyunun bile artık-pek-o kadar-tanıdık-da-değil hale evrilmesi.

Koşuda bayrağın başka ele geçişi.

16 Haziran 2010 Çarşamba

BEDENLER ALEMİ




Arkasında iri puntoyla yazılı olanı tekrarladı gişedeki genç: “65 yaş üzerine indirim var.” 35’ten sonrasının uzak bir asteroit kuşağı gibi, kuşağın yakın-uzak uçlarının da eşit göründüğü yaştaydı. Teatral bir irkilmeyle ben yine de üzerime düşeni yaptım.

Elimde tam bilet, kafamda ömre, bedene, onun girip sokulduğu hallere ilişkin yığınla ucuz çeşitleme, gülerek girdim siyah geçitten içeri.

Dev ekranlarda yavaşça akan kadın-erkek yüzleri karşıladı. Birazdan ötesine, katman katman derinliklerine dalacağımız gündelik alemden alışık olduğumuz görüntüler.

Her yanı siyah mekana insanı hizaya sokan bir giriş.

Siyah. Ölümün siyahı değil de, dikkat dağıtanların karartıldığı, anlatılanın öne, ortaya, çiğ olmayan güçlü bir ışık altına tek başına getirildiği fon. Saygının siyahı.

Hemen ardından bir yol ayrımı geldi. Duyarlı olabileceklerin atlamaları için uyarıldığı bölüm: Başlangıç!

Döllenen yumurtanın birkaç saatlik halinden 33 haftalığa kadar embriyolar.

Bilincine çok sonra varabildim ama böyle bir sergiye yaraşır tempo daha buradan alıyor izleyiciyi. Bir doğa tarihi müzesi filan gezer gibi, dikkatim toplana dağıla değil, mükemmel belgelemeye de zaman ayırarak, sergilenenlerin üzerine titrediğim hissiyle gezdim. Görünen o ki istisna olmaktan da uzaktım. Hiç tenha değildi. Ama çıt çıkmıyor, insanlar en fazla fısıltıyla tek tük konuşuyordu. Yanında birileri olanlar da büyülenmiş, yalnızlaşarak.

Korumada kullanılan teknikle renkler ölü değil. Ne de abartılı. Bedeni iticileştirmiyor, dikkati olması gerektiği yerde tutuyorlar. Saygıyla sevgi karışımı bir yakınlıkta.

Ve sonra, beden deyip geçtiğimiz muazzam kontrpuanın dilim dilim fasetaları. Kemikler, kaslar, sinirler, damarlar, organlar, sistemler. Diğerleri çıkarılarak tek başlarına ya da ikili ilişkileri içinde verilişleri.

Duruşlar.

Artık üzerinde olmayan tek parça halindeki derisini pardösü gibi parmağına asıp kaldırmışı.

Kasları, sinirleri, bir yanı açılmış kafatasından görünen beyni, gözüyle oturmuş satranç oynayan.

Kol boyu uzattığı elinde fırçası, ölçek alan ressam.

Parmak uçları üzerinde balerin.

Amerikan futbolunun bir anında rakibiyle omuz omza gelen atlet..

Basitten karmaşığa, oradan da en karmaşığa; bütüne: Açılarak normalde kapladığı alanın 3-4 katına genişleyen vücut. Her bir parçası saydam iplerle çatıya asılmış. Gösteriden sonra dolabına kaldırılan kukla gibi. Ne kukla ama!

Beden. Hastalıkları, anomalileri, sağlığı, ölümüyle.

Alışık olduğumuzun, yüzeyin altındaki güzelliği. İşleyişinden gelen güzellik. (Grandeur.)

Derken dev bir sürpriz! (Ama artık onu da yazmayacağım.)

Güne, güneşe, sıcağa, allak bullak edici bir konserin son notasına asılmış kalmış gibi çıktım.

Sürüp giden bir huşuyla.

Helal sana Gunther von Hagens!

14 Haziran 2010 Pazartesi

BELEDİYE OTOBÜSÜNDE CLAPTON



Zor bir yazı.

Yansıdığı aynayla birlikte tuzla buz olmuş gibi hiçbir şeye ilişemeyen bir yaşantı nasıl anlatılır ki?

Dağılanı bir araya getirebilen bir odak olmaksızın.

Kızgınlık, düş kırıklığı bile iş görürdü. Neden “bile” ki hem? Bu ikisi, en az beğeni, hayranlık kadar iyi hamur tutar.

Onlar da yok.

Ne hissedeceğimi bilemediğim opak bir sürüklenip gitmişlik var sadece.

Biletini seve isteye aldığın bir konsere neden gidersin? Seçtiğini dinlemek için. Canlı canlı. Görerek. Aynı havayı soluyarak.

Bu akşam bunlardan sadece sonuncusu baştan sona oldu diyeceğim, onu da diyemiyorum. Benim soluduğum hava, uzun bir zaman yanına sıkışıp kaldığım kızarmış patates tezgahından üzerimize çöken ticari kızartma yağı ve bira kokulu olandı. Eric Clapton ile Steve Winwood bu kesifliğe benim kadar maruz kalsalar, müzikleri daha da silikleşirdi allah bilir.

Tatlı bir yaz gecesi. Sıcak yatışmış. Konserden yarım saat önce Kuruçeşme Arena önünde uzayıp giden kalın kuyruk. Ona kıyıya yanaşan motorlardan dalga dalga katılanlar. Binler binlerce insan, renkli, keyifli. Sonunda içerdeyiz. Sahne yanına yakın ama yine de öyle bir kalabalığın arkasında ki başlayıveren ustaları düşük çözünürlüklü dev ekranlardan görebiliyoruz sadece. Kısmen.

İstiap haddinin çok üzerinde doldurulmuş alanda kalabalık, bir türlü sindirilemeyen mide muhtevası gibi kımıl kımıl. Durulmaya, yatışmaya, müziğe gömülmeye çalışıyor. Nafile. Yer yok. Fiziksel yer olmayınca müziğe açılmış zihinsel alan da parçadan parçaya daralıyor. Clapton ile Winwood da kolaylaştırmıyorlar işi. İçe dönmüş müziklerinden öte dinleyiciyle bağ kurdukları yok.

Ustalıktan tutkuyu çekip alın, ateşi, oradalık halini, geriye otomatikleşmiş, konservelenmiş bir beceri kalıyor. Duygudan kopmuş anı.

Sundukları bu. Olağan koşullarda oturup (ayakta durmaya da razıyım ama böyle Siklon B duşunu bekleyenler gibi değil tabii) bunun da tadını çıkarabilirsiniz. Koşullar olağandan bu kadar saptığında ise kalabalığı müzikte tutmak ters yönde olağanüstü bir enerji gerektiriyor.

Kopuyor millet, gruplar halinde oradan oraya sürüne sürüklene durmadan yer değiştiriyor. Konserdeymiş gibi davranma çabalarının sonu çabuk geliyor.

Deniz kenarındaki şeride kayıyoruz. Burada hiç değilse biraz daha kıpırdama özgürlüğü var. Bira tezgahları, kahve masaları, basamaklar canlanıyor. Sohbetler. Kahkahalar, bağıra çağıra telefon konuşmaları.

Bira alıp patır patır başlayan havai fişek gösterisini seyretmeye koyuluyoruz. Denizin renkten renge girişini. Uzaklardaki sahnede kendi halinde çalıp söyleyen ikili, bunca gürültüye bir yerinden katılıyor. Demokratik bir gürültü. Winwood, Clapton, içki satıcıları, sosyete gülleri, neye uğradığını şaşırmış gençler neredeyse eşit temsil ediliyor.

Layla, geçen yüzyılın bir yerlerinden kalma sepya fotograf silik solukluğunda başlayıp bittiğinde yüzümde yine de bir gülümseme, çıkıyorum.

Bu kadar!

9 Haziran 2010 Çarşamba

TAKSİDE

Kuzinimle gök delinmiş gibi boşanan yağmurda canımızı dar attığımız taksinin kırpık kır sakallı şoförü oflayarak buğulanan camlara hamle etti. Bu havada yolcu almakla işlediği sevap birden ağır gelmiş gibi öfkeyle sildi, bir daha sildi pencereleri.

Arabayı sarsan bir dönüşle gerisin geriye koltuğuna gömüldü.

“Kurban olduğum Allah, nasıl da yağdırıyor! İhtiyacımız vardı” dedi minnetle hiddetin sarmaş dolaş olduğu bir sesle.

Ama meteorolojiye göre bu kadarı fazlaymış artık, diyecek oldu kuzinim.

Şoför patladı.

“Meteorolojiymiş! Allahımdan iyi mi bilecek meteoroloji, ha?! Neymiş meteoroloji!! En iyisini O bilir. Yağacaksa yağdırır, daha da yağdırır. Ne zaman isterse.”

Sustuk.

O ise durup durup devam etti. Boşalamıyordu bir türlü.

“Meteoroloji! Meteoroloji filan tanımam ben. Bir tek O’nu bilir, O’nu söylerim. Tersini diyen kafirdir!”

Kuzinim, taksiye binmekten işte bunun için hoşlanmıyorum, dedi bana doğru eğilip İngilizce.

Bir arkadaşımın, “Bunlara uygun bir de halk ithal etmek gerek” sözünü hatırladım ama pek gülemedim. Arada kaldığım bir seyirdi bu.

Elinde direksiyon yerine kasatura olsa, biz de öfkeli bir kalabalığın karşı tarafında duruyor olsak gırtlaklarımızı onunla kesiverir miydi?

Allah adına evet, elbette, her zaman, ama bir tanrı kulunun da meteoroloji adına cihada girişmediği ne de girişeceği şimşek gibi gelip geçti aklımdan. Hangi yönelimin kendini nasıl savunma ihtiyacı hissettiği.

8 Haziran 2010 Salı

LEVENT!

Dün kuzinimle tiyatroya gidiyorduk. Yani niyetimiz bu idi. Tiyatro Talimhane diye bir yere. Ayrı ayrı krokisine baktık. Anlayacaklarımızı da ayrı ayrı anladık. Metroyla gidelim, oradan biraz yürürüz, dedi her şeyi her zaman en iyi bilen kuzinim. Bir süre bakıp Kanton dilinden bir metinmiş gibi umutsuzluğa kapıldıktan sonra "ilkokul mezunları bile TIR kullanıyor mesela, sen de biraz kafanı toplarsan bir şeyler çıkarabilirsin!" diyerek kendime gaz verdiğim krokiyi hatırladım, "pek BİRAZ değil ama" diye mırıldanıp arabayı Levent'te bıraktım.

Yağmur şimdiki gibi yağıyordu. Yani Nuh'un son zürafayı da kıçından iterek gemiye dara dar soktuğu andaki kadar. Taksim'de indik. Yeraltında yürüdük yürüdük yürüdük. Meydanın Gezi Parkına yakın çıkışına yöneldik. 40 kere yıkanmış çocuk bezi kadar solgun bir sesle "erken çıktık" dedim. "Krokiye göre.." Elbette bunun da en iyisini bilen kuzinim doğru yolda olduğumuzu bildirerek yağmura atıldı. Yürüdük -ben koşma arzusuyla yanıp tutuşurken o en iyi bildiği tek tempoda, iki yana sallana sallana nihavent makamında. Yürüdük, yürüdük.

Yağmur yeryüzünden son bok böceğini de silmek isterce yağıyordu. Görünürde atlayıvereceğim bir gemi de yoktu.

Krokiye göre, diye yeniden başladım, sokak buradan bayağı aşağıda, tiyatro da caddeden hayli uzakta.

Ah, o bir şey değil, dedi kuzinim; sadece 300 metre uzakta görünüyordu caddeye.

300 metrenin, kımıldayacağı zaman kinetik kontenjanını taksiye adım atmada kullanan kuzinime kağıt üzerinde göründüğünden bayağı daha uzun olduğu konusundaki görüşümü kendime sakladım. İki koluna daha kramp girip tuhaf açılarda çarpılarak yarı kapanan şemsiyenin sunduğu koruma alanına sığmaya çalışıyordum. (Acemi bir Çinli kontorsiyonist gibi hayal edebilirsiniz o halimi; nihavent makamına tercüme etmeye çabaladığım presto tempom içinde kıvrıla büküle daha az ıslanmaya bakarak ilerlemekteydim. Buna ilerlemek denebilirse, saatte 0,0002 kilometro hızla.)

O kıyamette gelmeyen-geçmeyeni saçak altından seyreden esnafa Taksim caddesini sordu. Taksim-Dolapdere, diye düzelttim, öyle yazıyordu.

Kibarca tersledi beni: "Olur mu! Dolapdere nerede?!" Adını ben mi verdim, bir anlamı olması için sorumuzun kast ettiğimizle örtüşmesi gerekir, eh, bu da öyle devrimci bir fikir olmasa gerek.

Saçak altındaki ayrıcalığının tadını fukara mahallesinden Mercedes'i içinde geçen fabrikatör gibi çıkaran şekerleme satıcısı, kolunu uzuun uzun sağa-sola-ileri-yeniden sola çevirerek menzili havaya çizdi.

Yürümeye devam ettik. Yağmur dereler, derken havuz ve göller oluşturmaktaydı. Az sonra hepsi birleşip..

Biz hala gideceğimiz yerin daha mı aşağıda, yoksa yukarıda mı olduğunu tartışırken önünden geçtiğimiz bir saçak adamı "ilerdeki merdivenlerden alt sokağa inin, oradan aşağıya yürüyün" dedi. Şu 300 metrenin saymaya başladığı yere gelmiştik demek.

250. filan metresinde bir yokuş başına geldik. Oradaydı, 50 metre aşağıda. Sel sularına atladığımız gibi inersek varmıştık işte.

Döndük, mevlamın yağmurla birlikte uzattığı çare gibi hiçlikten beliren bir taksiye attık kendimizi. "Levent!" dedik maceranın başından beri ilk kez bir ağızdan.

4 Haziran 2010 Cuma

8000 yıllık genç - Seda işte - Picasa Web Albümleri

8000 yıllık genç - Seda işte - Picasa Web Albümleri

8000 YILLIK GENÇ



Sakıp Sabancı Müzesinde açılan Efsane İstanbul: Bir Başkentin 8000 Yılı sergisinin basın toplantısına mymerhaba.com adına gider misin, dedi Zeyda. Elbette!

Ne hoş görevmiş. Ortaya çıkış öyküsünü ilk elden dinlemiş, sergiyi kotaranların heyecanıyla gezmiş oldum.

Binlerce yılı kapsamaya yönelik ilk sergi, 83’teki, tadı hala damağımda olan Anadolu Medeniyetleri idi. Efsane İstanbul onu da, küçük bir provasıydı dedikleri Paris’teki sergiyi de aşmış.

Değişen algılarda kainatın, dünyanın, bölgenin merkezi sayılmış bir yerin 8000 yıllık tarihini özüyle verebilme çabası 503 eserlik bu derlemeyle sonuçlanmış.

İstanbul’dan zaman-mekana yayılmış etkilerin izini süren 503 eser, dile kolay!

Parçalar Rusya’dan Katar’a 15 ülke müze ve koleksiyonlarından ödünç alınmış. Sponsorluk ve dört koldan katkılarla koskoca bir orkestra işi. Şefi de, Hipodromun Dört Atı önünde kalakaldığımda Obama’yı taklit ederek büyük bir zevkle “Yes, we can!” diyen Dr. Nazan Ölçer.

Sergi mimarı Boris Micka onu “Yüksek diplomasi ile kasırga karışımı” diye tanımlamakta hiç haksız görünmüyor. Vatikan’dan Fener Patrikhanesine, bunca kurum ve kişiyi ellerindeki eşsiz parçaları bu sergiye ödünç vermeye ikna edebilmek tam da bunu gerektirirmiş.

Sıra serginin kendisindeydi.

“Her sergi bir sahnelemedir” dedi Şef. Bağlamından kopmuş parçanın ziyaretçi tarafından anlaşılabilir hale getirilmesini gerektirir.

İşte burada Boris Micka ve bütün nimetleriyle teknoloji oyuna katılmış.

Ağaç gövdeleri (iyi bir simge) ve önlerindeki oturmalık kütüklerle loş giriş, kent hikayesinin Boğaz’ın Buz Çağındaki oluşumundan tarih çağları, derken Osmanlı’ya kadar birkaç solukta izlendiği bir seyir alanına dönüştürülmüş. Serginin zaman sınırları baştan çizilmiş. İçi de ustaca doldurulmuş.

Beni bu giriş kadar, daha bile çok etkileyen ise kubbe vurgusu oldu.

Kent siluetine hemen her dönem damgasını vuran kubbe karakteristik eleman olarak seçilmiş. Konstantinople-İstanbul’un en büyük kubbeleri, mekanın ortasına kurulan kubbe iskeletine dönüşümlü olarak yansıtılıyor (müthiş bir fotografik olay!). Yansıtma durağan değil; başınızı çeviren sizmişsiniz gibi dönüyor. Böylece kubbeler, birkaç metre ötenize kadar yaklaşarak siz kafanızı bile oynatmadan dairevi bir hareketle sunuyor size kendilerini. (Sırf bunun için bile giderdim.)

Ve sonra her birinin tarihi ve güncel öyküsüyle yüzlerce eser.

Sekiz bin yıl ve iki saatin sonunda Nazan Ölçer’e bir kez daha katılarak çıktım:

Doğan-yeniden doğan bir şehir bu. 8000 yıllık ve her dem capcanlı, gencecik, kıpır kıpır!

Gündelik yaşamın hayhuyu ya da sıradan insan ölçeğimizde unutabildiğimiz değerini hatırlatmanın gümbür gümbür bir yolu olmuş bu sergi.

3 Haziran 2010 Perşembe

SUDAKİ YAĞ

Kaç zamandır bir imge zihnimi dürtüp duruyor.

Aklınız imgelerle çalışıyorsa dönüp bakıyorsunuz. Anlaşılan borda altında kalan kısmından bir mesaj var. Burası filmin sansürlenmemiş, kurgu sırasında kırpılmamış parçalarıyla doludur. Kurgusu ayrı bir mantıkla yürür. Anlattıkları da farklıdır haliyle; daha geniş bir açıdan bambaşka bağlantılar kurar.

Dolayısıyla yüzeye bir imge gönderdiğinde dikkate almaya değer. Dişinizdeki maydanozu, ensenizdeki lekeyi onunla görebilirsiniz. Kör noktanızda kalan herhangi bir şeyi. Hissedişinize ilişkin binbir nüansı tek bir resimde özetler. Bazen de gereksindiğiniz bir esin sunar. Deniz bitti! dediğiniz yerde düşürüverdiği ışıkla yeni bir deniz başlatır. Her zaman işe yarar.

Pekala. Kah belirli bir tavrın kah hayat akışının sıkça çağrıştırdığı bu imge neyin nesi şimdi?

Sudaki yağ.

Eski denizciler kudurdukça kuduran fırtınanın ortasında çalkalanan gemilerine soluk aldırmak için topladıkları yağı fıçılar içinde suya atarlarmış.

Gemi azıya almış sular yağ yayılır yayılmaz durulur, süt liman olurmuş.

İç-dış çalkantılara, dizgini elden çıkmış akışa ya da artık sizin olmayan bir tempoya kapılıp gidildiğinde durumun bir anda değişebileceğini anımsatan bu imge gerçekten de güzel.

Şu ya da bu nedenle nefesinizi kesen bir gidişi nasıl ötenizde bırakarak derinliklerdeki barışı yüzeye çıkaracağınızı hatırlatıyor.

Temponun değişebileceğini.

Sonuçta fırtına dediğimiz de takılıp kalınan bir tempo değil mi?