Dün kuzinimle tiyatroya gidiyorduk. Yani niyetimiz bu idi. Tiyatro Talimhane diye bir yere. Ayrı ayrı krokisine baktık. Anlayacaklarımızı da ayrı ayrı anladık. Metroyla gidelim, oradan biraz yürürüz, dedi her şeyi her zaman en iyi bilen kuzinim. Bir süre bakıp Kanton dilinden bir metinmiş gibi umutsuzluğa kapıldıktan sonra "ilkokul mezunları bile TIR kullanıyor mesela, sen de biraz kafanı toplarsan bir şeyler çıkarabilirsin!" diyerek kendime gaz verdiğim krokiyi hatırladım, "pek BİRAZ değil ama" diye mırıldanıp arabayı Levent'te bıraktım.
Yağmur şimdiki gibi yağıyordu. Yani Nuh'un son zürafayı da kıçından iterek gemiye dara dar soktuğu andaki kadar. Taksim'de indik. Yeraltında yürüdük yürüdük yürüdük. Meydanın Gezi Parkına yakın çıkışına yöneldik. 40 kere yıkanmış çocuk bezi kadar solgun bir sesle "erken çıktık" dedim. "Krokiye göre.." Elbette bunun da en iyisini bilen kuzinim doğru yolda olduğumuzu bildirerek yağmura atıldı. Yürüdük -ben koşma arzusuyla yanıp tutuşurken o en iyi bildiği tek tempoda, iki yana sallana sallana nihavent makamında. Yürüdük, yürüdük.
Yağmur yeryüzünden son bok böceğini de silmek isterce yağıyordu. Görünürde atlayıvereceğim bir gemi de yoktu.
Krokiye göre, diye yeniden başladım, sokak buradan bayağı aşağıda, tiyatro da caddeden hayli uzakta.
Ah, o bir şey değil, dedi kuzinim; sadece 300 metre uzakta görünüyordu caddeye.
300 metrenin, kımıldayacağı zaman kinetik kontenjanını taksiye adım atmada kullanan kuzinime kağıt üzerinde göründüğünden bayağı daha uzun olduğu konusundaki görüşümü kendime sakladım. İki koluna daha kramp girip tuhaf açılarda çarpılarak yarı kapanan şemsiyenin sunduğu koruma alanına sığmaya çalışıyordum. (Acemi bir Çinli kontorsiyonist gibi hayal edebilirsiniz o halimi; nihavent makamına tercüme etmeye çabaladığım presto tempom içinde kıvrıla büküle daha az ıslanmaya bakarak ilerlemekteydim. Buna ilerlemek denebilirse, saatte 0,0002 kilometro hızla.)
O kıyamette gelmeyen-geçmeyeni saçak altından seyreden esnafa Taksim caddesini sordu. Taksim-Dolapdere, diye düzelttim, öyle yazıyordu.
Kibarca tersledi beni: "Olur mu! Dolapdere nerede?!" Adını ben mi verdim, bir anlamı olması için sorumuzun kast ettiğimizle örtüşmesi gerekir, eh, bu da öyle devrimci bir fikir olmasa gerek.
Saçak altındaki ayrıcalığının tadını fukara mahallesinden Mercedes'i içinde geçen fabrikatör gibi çıkaran şekerleme satıcısı, kolunu uzuun uzun sağa-sola-ileri-yeniden sola çevirerek menzili havaya çizdi.
Yürümeye devam ettik. Yağmur dereler, derken havuz ve göller oluşturmaktaydı. Az sonra hepsi birleşip..
Biz hala gideceğimiz yerin daha mı aşağıda, yoksa yukarıda mı olduğunu tartışırken önünden geçtiğimiz bir saçak adamı "ilerdeki merdivenlerden alt sokağa inin, oradan aşağıya yürüyün" dedi. Şu 300 metrenin saymaya başladığı yere gelmiştik demek.
250. filan metresinde bir yokuş başına geldik. Oradaydı, 50 metre aşağıda. Sel sularına atladığımız gibi inersek varmıştık işte.
Döndük, mevlamın yağmurla birlikte uzattığı çare gibi hiçlikten beliren bir taksiye attık kendimizi. "Levent!" dedik maceranın başından beri ilk kez bir ağızdan.
Seda bu gerçekten çok absürd ve traji- komik bir durum olmuş.İstanbul'da bunca yıl boş yere dumanaltı olmuşsunuz. Kuzen dediğin (Ö.?)'ye de pes!
YanıtlaSilBen ise..neredyse aynı saatlerde tereyağdan kıl çekercesine 20 dk'da Bebek'ten Sultanahmet'e vardım-taksiyle.
Pardon! Kuzin demişsin; O aristokrat hamfendiyse, normaldir bu işlere acemiliği :)
YanıtlaSil