31 Temmuz 2015 Cuma

İNANCA HENDEK ATLATMAK

Bir düşünceyi-yaklaşımı (durumu, kişiyi) doğal olarak bulunduğun yerden, geldiğin noktadaki birikim ve koşullanmaların ardından görüyor, değerlendiriyor, benimsiyor ya da reddediyorsun veya bir tavır alacağın kadar bile ilgini çekmiyor, şöyle bir oynatılan kalburun altına yuvarlanıp gidiyor.

Karşılaştıklarını elediğin bu kalbur iyi güzel ama kimi zaman, koyulsan seni esaslı yerlere çıkarabilecek yolları en başından kapata da biliyor.

Yine de bazen, mevcut zihin çatında hiçbir yeri olmayan (hatta onunla çelişen-çatışan) bir şey, aklın arkasından dolanarak göbeğini hoplatan bir çekim yaratıyor.

İngilizce’de leap of faith (inanç sıçraması, inançta sıçrama) deyimiyle yer bulmuş önemli bir olgu bu. O anki aklın, mantığınla sınırları çizilmiş olan inancını askıya aldığın gibi bir yol ötesine geçmek, açılmak, denemek. Ürün veriyorsa, işe yarıyor, daha etraflı bir görüş, kavrayış sunuyorsa nirengilerini değişmeye bırakmak, inancını, inançlarını yeniden tanımlamak.

İnanç (kanaat), durduğu yerde kalmaya son derece müsait. Sabit bir çerçeve halinde gözünün, gönlünün parçası haline gelip hayatı öldür allah başka türlü göstermeyecek kadar katılaşmaya.


Değişim, sorgulama, yeniyi deneme, sınama ve kim bilir belki özgürleşme, bazen ona hendek atlatıp sınırlarının ötesine geçmeye bağlı.

29 Temmuz 2015 Çarşamba

HAŞEMA

Kamera yanımda olsa çekeceğim fotograf: Plajın çakıllı su kenarında iki genç kız. Mayolusu, başına yazlık elbisesini örtüp zemine aldırmadan sere serpe uzanmış. Yanındaki, suya sırtı dönük olan, yarı bağdaş kurup kitabına gömülmüş, gözlüklü ve mavi haşemalı.

İnsanları üzerlerindekine, ondan önce, giydiklerine giydirdiğimiz anlamlara göre ayırmak ne tuhaf!

Görmek istediğin hepi topu aynı kampta olup olmadığımızsa ne âlâ. Köpeklerin de başka köpeklerle karşılaştığında şöyle bir koklaşarak yaptığıyla kalabilirsin.

Ama baktığın insansa, onun bireyliğini gördüğünde benzerliklerle farklılıkların yaklaşa uzaklaşa ne ilginç örgüler oluşturduğu bir doku ortaya çıkıyor.

Her zaman çok daha ilginç bulduğumsa bir nirengi olarak kendimi yekten aradan çektiğimde görebildiklerim.


Plajın çakıllı su kenarında arkası dönük kitabına gömülmüş kız şimdi denizde. Sakin sakin yüzüyor. Yüzünde barışık, mutlu bir gülümseme.

25 Temmuz 2015 Cumartesi

DENİZ BAĞIRTILARI

Su, sesleri yansıtıyor ama sudakiler de fazladan bağırtkan. Çakılları dövüp şakırdatan, hışırtısı sakinken bile eksik olmayan denize karşı herhalde. Sadece sesinden değil. Belki deniz, başka şeylerle bölünmemiş büyük tuvalinde içindekilere kendilerini diğerlerinden pek kopuk hissettirdiği için de: Bir torbadan saçılan tek tek kelimeler gibiler. Denizin satırsız yüzeyi, anlamlı cümleler halinde bir araya gelmelerine elvermeyen dağıtıcı, yutucu bir fon.

Böylece bağırıyorlar. Yarım metre ötedekilere, daha uzaktakilere. Ve durmadan birilerini bir şeylere çağırıyorlar. Atlamaya, yüzmeye, suya girmeye, sudan çıkmaya. Dört duvardan aksetmesine alışık oldukları sesleri birkaç günlüğüne açık havaya salınmış, yiten yankının yerine hacmi koyarak.

Ya da belki yüksek ses, dokunma kültürünün işitsel uzantısıdır. Sırta şaplak, kola giriverme, konuşurken dürtüp durma veya yanağa, enseye inen tokat gibi.

*
Çağrılan (duymazdan gelindiği için inatçı bir duvara sonu gelmez darbelerle çakılan beton çivisi misali tekrar tekrar tekrar çağrılan) isimler.

Bektaş. Bektaş. Bektaaş!

Alikan

Enes

Emir Ali

Alperen

Göktuğ

 Ve şu anki: Çağrııı!

Tiz, pes, cırtlak, haykıran, yalvaran, yakınan ısrarlı sesler.

Ana babasının (nedense yüzde doksan babasının) dikkatini çekmeye çalışan çocuklar. Çocuklarına yapmak istemediklerini yaptırmaya çalışan ana baba.

Sevinçlerini, hayret ve takdirlerini, sevgi ve kızgınlıklarını aynı iki kelimeyle ifade ederek ses çokluğunu çok eğlenmekle eşitleyen kalabalık “a..na koyiim”ciler.

Dinliyorum. Denizi. İçindekileri. Dışındakileri. Uzanıp gözlerimi güneşe karşı kıstığım yerden. Suda. Uzaklaşırken. İnsan seslerinin arkada kaldığı ses duvarını aştığım açıklarda artık sadece gırtlaksız sesleri.


Hep dinliyorum.

23 Temmuz 2015 Perşembe

YILGINLIK

Dar, uzun kapalı bir mekanda gibiyim. Bayat havası solunmaktan ılınmış. Kaynağı belirsiz ölgün ışığı kahverengimsi. Penceresiz duvarlar arasında dört dönüyorum. İçim başka hiçbir ışık almıyor.

Kalk, denize gir. Nereye olacağını hiç kestiremezsin ama deniz kapıyı açar.

Tuzlu su bedenimi kaldırıyor. Yerçekiminin üzerimdeki etkisi mutlak olmaktan çıkıyor.

Zihin kamanıp kaldığı yerden suya bırakılan çamaşırın kiri gibi çözülüyor. Sorular açılıyor.

Neden Suruç bamtelime dokunurken arkasından intikam olarak öldürülen iki polisi bir haber olarak aldım?

Ölü yarıştırmakla suçlananlar hiçbir yere varmayacak bir yerden yaklaşsa da dokundukları bir nokta var.

Ölüm bizi ne zaman etkiler? Fazla derine inmeyen bir vahvahın ötesine ne vakit geçeriz? Empatinin temeli yakınlık mı? Yakınlığınki de oturttuğumuz bağlam?

Suruç’ta katledilen gençler, yaşamak istediğim ülke tasavvuruyla da mı beni böyle vurdu?

Haber olarak aldığım iki polisin ölümüyle bamtelinden vurulanların epey bir kısmının da Suruç ile derin bir bağ kurmadığı bir ülkede toplumsal barış nasıl olacak?

Öfke bütün bunların neresinde?

Toplumsal değişimlerin büyük bir kısmı altında öfkenin itici gücü var. Ama körleştirici yanı? Müsebbibi teke indiren indirgemeci tarafı?

Yazarların aslanlar gibi kükrediği köşe yazıları neye hizmet ediyor? Kanayacağını bile bile yarayı kaşımanın verdiği rahatlamadan başka?

Boğuntunun altında sorulara bir an önce cevap bulma baskısı var. Yapamadığında ağır bir kedere, yılgınlığa dönüşen bir aciliyet.

Bütün içindeki yerini hatırla.

Ve sakin ol.


Bırak, tuzlu su seni taşısın biraz.

21 Temmuz 2015 Salı

SURUÇ

Oradalar. Aralarındayım. Heyecanları. Meydan okuyuşları. İyi, yapıcı bir şeyin parçası olma sevinci. Tazelik. Açıklık. Umut. Enerjileri bana akıyor. İnsanlar. Her türlü tasniften önce insan. Kanlı canlı. Gerçek. Senin gibi benim gibi. Bana hiçbir yere sapmadan buradan dokunuyorlar.

*
Bomba ortalarında patlamakla kalmıyor. Onlar bir an varken şimdi kanlı ve cansız. Yok.

Bomba, haberi alanın zihninde ve duygularında da patlıyor.

Yeri yerinden oynatan sarsıntı.

Dehşet.

Korku.

Öfke.

Saldıracak, tutunacak bir şeyler bulma telaşı.

Bir açıklama getirme, fikirlere, görüşlere, bilmişliğe kaçıp uzaklaşma.

Kaosun yırtıcılığını kafalarda derilip çatılan düzen getirici düşüncelerle savuşturma.

Ya da donukluk. İktidarsız bir kanıksamışlık. Artık hissetmeyiş.

*
İlk dokunuşta kalıyorum. Temasta.

Kaçınılmazca çatallanacak, çatışacak, parçalanmayı daha da besleyecek kavramlaştırmalara sarılma dürtüsünü bir yana itiyorum. Biz demiştik, işin özü.. gürültülerinden geçilmeyen kanalları kapıyorum.

Ne yapacağını bilemediğinde donan, kayıtsızlaşan duyguların yüzeyini bağlayan zehirli kaymağı da sıyırıyorum.

Sarsıntıyı savuşturma güdüsü ne kadar dürtse de bilmezlikle, kaosla, acıyla kalıyorum. İlk ve doğrudan temasta.

İnsandılar. Her türlü tasniften önce insan. Senin gibi benim gibi. Ama’sız, aslında’sız.

Tuhaf ama bin bir yoldan kaçılan değil, dibine kadar duyulan acı birleştirici, onarıcı.

19 Temmuz 2015 Pazar

BAYRAM

Rüzgar kesildi. Elektrik de. Kuzeyden gelip kalan sıcak dikenli. Tırmalayarak dalıyor bedeni. Temmuz’un akkor ışığı. Çığlık çığlığa çocuklar. Denizin tuzu. Kuduran renkler. Havaya sütunlar halinde yükselen ve öylece duran mangal kokuları.

Kalabalık güzel. Güzel geliyor.


Şen bir hareket.

9 Temmuz 2015 Perşembe

BEŞİKTAŞ

Bu kedide kendime güveni, hayvan karşısındaki konumlanışımı (efendi elbette benim!) sarsan bir şey var. Dik, delici, yeşil, otoriter bakışını karşılamaya çalışırken nereden tanıştığımızı soruyorum. Bu hayatta değil. Başkalarında ve başka biçimlerde. Bir hükümdar ile yakın çalışanı en uygun düşeni. Efendi o. Belki Asya belki Afrika, sözü sayılır bir diyarın başı. Dehası işin felsefesinden başlayarak toplumun her katmanına yayılıyor, askeri-sosyal-dinsel uygulamaya işliyor. Ve ben. Vezir, rahibe, cariye. Gündüzü ile gecesinde hep yanı başında. Nereden tanıştığımızı ben soruyorum. O biliyor.

Bakışlarımızın gücü, derinliği, güveni ile ters bedenler içinden yeniden karşılaşmamıza da şaşırır bir hali yok. Bunun da nedeninin bilinciyle gözlerimden içeriyi, iliğimi okuyor. Benimle kalmıyor, hayatı ve ötesini de.


Uzun bakışmada pes eden bir kez daha ben oluyorum.

5 Temmuz 2015 Pazar

GÜNAYDIN VE HOŞÇA KAL CHICAGO

Chicago’da son bir gece ve sabah. Müthiş bir fırtınanın ardından gelmişim, uçaktan indiğimde hava koyu kızılından  bulut gölgelerinin geçtiği bir günbatımı dışında kararmıştı. Patricia Barber kuarteti bir kez daha yerinde dinlemek üzere çek Green Mill’e dedim şoföre. Geldiğimde başlayalı iki parça olmuştu. Doğada geçen zamanın ardından kent (hangisi olursa olsun) dar geliyor. Caz, şehrin müziğiyle de ilkten öyle oldu. Ama sonra Patricia’nın müziği bir kez daha alıp götürdü. Bir ara etrafa baktığımda hiç de yalnız olmadığımı gördüm. Mest olmuş bir dinleyici kitlesi. İki saatin sonunda yeniden bu dilin göbeğindeydim.

Ülkede son sabah. Usul bir esintiyle taptaze, ışıl ışıl. Andersonville’e bir yürüyüş. Semtin renkli lokalleri, şehir içinde marjinal kasabalığında dolanıp gezginler kahvesi Kopi’de bir demliklik çay molası ve devam. Adımlarım hafif, rahat. Avare.




İçimden ormanlar, insanlar, ırmaklar, dağlar, adalar, Pasifik.. neler neler akıp geçmiş; boşalmış, dolmuş, arınmış, yenilenmiş, dönüyorum.

WHIDBEY ADASI

Şimdilikse Vancouver’dan uzaklaştığıma üzülmedim. Bulutların gösteri üstüne gösteri yaptığı sabah vakti kısa bir yoldan sonra sınıra geldik, yanlış kuyruğa girdiğimiz için bir kenara kulağımızla birlikte çekildikten sonra salındık aşağı, güneye, ABD’ye.



Dönüş yolunun tekdüzeliğine karşı San Juan takımadalarından (otelin bulunduğu Oak Harbour’un adı ve internette gördüğümüz birkaç resminden hoşlanmamız sayılmazsa) rasgele seçtiğimiz Whidbey adasına saptık. Köprülerden adadan adaya, Fidalgo’dan Whidbey’e geçtik. Adayı dolaşmaya iki adanın yamaçları arasında asılı çelik köprünün ayağını içine alan Deception Pass ulusal parkından başladık. Bütün kuzeybatı Pasifik köşesinin gür, göklere uzanan, yayılıp giden yeşilinden burası da nasibini almış. Ormandan geçtik, sürüklenen kütükler, heyelanın kopardığı ağaç gövdeleriyle dolu, birbirinin devamı, büyüklü küçüklü üç kumsallık kıyıya indik. Sonra Dilek kendi yoluna, ben kendi yoluma, dikkatlerimizi çekenlerin peşine düştük. Şu ayrıntı, bu bütün, o ilinti.



Ardından Oak Harbour’a yollandık. Küçük, renkli dükkanlar. Etrafta salınan tek tük insan. Sakin. Güneşli. Sevimli.


Bir uçtan öbürüne 70 küsur kilometrelik dar-uzun, tarlaları, bağ-bahçesi, ormanları, kıyısı, limanlarıyla toplam hissi çeşitlilik ve dinginlik olan bir ada bu.

Bir ulusal parktan daha (sık ormanı geçip uzun plaja indikten) sonra fazla kulak asmadığımız rehberde adı geçen Langley’ye bakalım dedik. Whidhbey’in iki sokaklık sanatçılar mezrası. Geldiğimizde ışığın da altın saatiydi. Göğün mavileri keskinleşip koyulaşır, mora çalarken yeryüzüne sarı-turuncu tozsu bir filtrenin indiği vakit. Yine bir iki katlı evler, dükkanlar, galeriler, kahve-barlar, sadece hafta sonları birer seansta film oynatan ufak sinema derken Gözler İçin Müzik adlı bir oryantal halı vd satıcısına rastladık. Başındaki kadına onun da mı sinestetik olduğunu sorarken yedi yıl İstanbul’da yaşadığı ortaya çıktı. Idaho kırsalından daha önce büyük şehre hiç yolu düşmemişken 50 yaşında bir geziyle gittiği İstanbul’a vurulmuş. Ne yapıp edip burada yaşarım demiş, dediğini de yapmış. Adaya, Langley’ye (gayet iyi anladığım benzer bir çekimle olsa gerek) dört bucaktan insanın gelip kaldığını anlattı. Çoğunluğu 50 yaş üzeri ve kadın. Kaliforniya’dan, soyadını Karaman olarak kısaltmış bir Türk de varmış, dükkanı bitişikteydi. 



Ertesi sabah diğer limana, Coupeville’e de uğrayıp feribotla Port Townsend’a geçtik. 1800’lerden kalma tarihi merkezinde dolandık. İngiliz esintisi üzerine eski Amerikan. (Yapıların sağır tuğla cephelerine boyanan o eski reklamlardan biri de sigara reklamıydı. Artık sıra sağlıklı yaşam ve şimdi de iki eyalette daha yasallaşmış/yasallaşmak üzere olan marihuanada –bayrağı bir kaldırımda dalgalanmaya başlamış bile.)




Her zamanki gibi çıkışları şaşıra bula anayolu tuttuk. Arizona plakalı kiralık arabayı alnımızın akıyla teslim edip kırk çıkınımız ve güzel geçirilmiş bir zamanla eve döndük.

4 Temmuz 2015 Cumartesi

KUZEYE


Vancouver’a. Irmağın karşı tarafındaki adaşına değil de Kanada’dakine. İnternetin başına oturduk, açtık bir de gezi rehberini, görmek istediklerimize eklenecek neler var, tarayıp ekleyip gerisini doğaçlamak üzere genel bir program çıkardık. Asıl amaç yolda olmak; yolu ilginç yerlerden geçirmeye baktık.

Biraz dışarıda kalan Katedral Köprüsünden (ilk kez geçiyordum, kemerleri gotik bir katedrali andıran bu köprüyü en hoşuma gidenlere ekledim) Portland’dan ayrıldık. Daha önce güneyine indiğimiz 101 no’lu manzaralı çevreyolunu bu kez kuzeye doğru tuttuk.

Eski bir sayfiye kasabası (Ayvalık) havalı liman kenti Astoria’da yemek molası verip şöyle bir yürüdük. Geçen yüzyıl başlarından kalma kültür mirası (eh, herkes bizim gibi mirasyedi değil) yapılara göz attık. Deli deli esen rüzgarda fok görür müyüz diye limana indik, yoktular.

Köprüler başlı başına bir başlık. Benzerini hiç görmediğim buradaki (6,6 km imiş), yüksekte duran çelik kafesli başı ve sonu dışında suyun hemen üzerinde epey bir mesafe kat ederek Columbia ırmağını aşıyor.



Öbür uçta Washington eyaletindeyiz. 101 buradan Olympic Yarımadasına daldı. Suyun solumuzdan sağımıza geçmesi harita mahrumu beyinlerimiz için şaşırtıcı olduysa da durumu çözmekte gecikmedik.

Güneş inişe geçmiş, eğik ışınlarını köknarların aralarından yarımadanın yer yer sazlık kıyılarına vuruyor, seyrek ahşap evleri, iskelelerini yatıştırıcı bir ışığa bulayıp yeşili, maviyi durulaştırıyor, zaten çok güzel olan bölgeye iç eriten bir ruh katıyordu.

Burası bir Kızılderili yerleşimi. (Böyle deyince Amerikalılar irkiliyor. Bugünkü münasip adları Amerikan Yerlisi. Daha yansız, eşitlikçi bir isim vermek iyi bir başlangıç. Ama ayrımcılık genel tavrın altında sürüp giderken armuda armut demek bana daha dürüst geliyor.) Kumarhaneler Las Vegas dışında yalnızca buralarda yasal. Birinin önünden geçerken bunun nasıl bir karar olduğunu yeniden düşündüm. Geriye kalanı daha da ufalayıcı.




Bir kutlamaları olmalı, sık sık da havai fişek tezgahları vardı. Böyle ormanlık bir bölgede tam anlamıyla ateşle oynamak. Yaşam ateşi sönmüşlere dışarıdan fer.

Virajdan viraja ışık-gölge değişimlerinden geçip akşamüzeri Port Angeles’a vardık. Yolu buradan feribotla kısaltma, çeşitleme fikri kadar adı da cezbetmişti. Melekler Limanı. Vasat ama servisi standart zincir otel Super 8’e giriş yapıp saat 10’a kadar kararmak bilmeyen havanın tadını dışarıda çıkardık. Tepelerin mürdüm morunda gözüm kaldı.

*
Ertesi sabahın körü bu kez şafak ışığıyla morun başka tonuydular. Limana inip feribotu beklerken cadde boyu yürüdüm. Kaldırımlara serpiştirilen paslı kadın heykellerini (güzeldiler) izlediğimde Port Angeles Senfoni Orkestrası yazılı ahşap bir binaya rastladım. Bir hoş oldum.

Feribot limandan yeni çıkmıştı ki kat kat siluetleşen kıyılar gözler önüne serildi. Lacivert sulara ondan ayrı bir görsel gerçeklik. Bir buçukluk saatlik yolculuğun ortalarında siluet kıyılar, nöbeti Britanya Kolumbiyasındakilere devretti. Sekmeyen bir süreklilik. Bunu bütün hayvanlar, hepimiz yapıyor, alanlarımızı işaretleyip sınırlıyoruz ama yeryüzü açısından ne anlamsız iş! (Bu yolculuk boyunca kendimi Amerika’da, şurada burada değil, sadece dünyada hissettiğimin farkına sonlara doğru vardım.)

Victoria’da inip gümrükten geçer geçmez şehri akşama bıraktık, adanın içlerine doğru yola koyulduk. Ada derken, Pasifik’in Yeni Zelanda’nın doğusundaki en büyüğü. Bir ucundaki Victoria’dan ortalarında bile olmayan (ve dev dalgaların seyri vaadiyle görmeyi istediğim) Tofino’ya gidiş 5 saat sürüyormuş. Çok fazla. Tofino’dan vazgeçtik ama onu da içine alan Pacific Rim ulusal parkında okyanus boyunca gidebildiğimiz kadar gidelim dedik. Ormanlık, güzel bir yoldu ama Oregon bizi şımartmış. Oradaki gibi, yeşilin suya set çekmediği, bir yandan kıyının seyredildiği bir yol bekleyip bulamadık. Yol daha da içlere girdikçe dile getirmediğimiz hayal kırıklığı (olmasa da çatlağı) belirginleşti. Hava da kapıyordu. French Beach tabelası gördüğümüz bir yerde kıyıya saptık. Kumsal varsa deniz de vardır. Ormanı geçip sahile indiğimizde buz gibi bir rüzgar suratlarımıza patladı. Geniş bir koyda kurşun rengi deniz. Kıyı boyu devrilip sürüklenmiş ağaç gövdeleriyle kaplı çakıllı plaj. Soğuğa hiç aldırmadan oyunlarına devam eden çocuklarla yürüyüşe çıkmış birkaç kişi dışında da kimse.




Bizden bu kadar Pasifik Kıyısı deyip çark ettik. Victoria onsuz olmaz dedikleri, kentin dışındaki Butchart Bahçelerini atlayıp (tüm gezi botanikken dahasına 30 Dolar vermek fazla geldi) aynı yol üzerindeki Kelebek Bahçesine gittik. İyiydi. İçerinin nemli sıcağına girdiğimiz an irice bir tanesi gelip Dileğin omzuna kondu. Aralarda buhar püskürtülen tropikal bitkiler sisleniyor, türlü çeşitli kelebek oradan oraya uçuyor, havuzda turuncusu iyi bakımdan kızıllaşmış iki flamingo, kırmızı ayaklı su kaplumbağaları önünde afişlik pozlar veriyor, Amazon papağanlarından biri ziyaretçilerle al takke ver külah yarenlik ederken diğeri yüksek dallardan aşağı fırça atıyordu.




Victoria’ya dönüp biraz dışarıdaki, yine bildik bir otel zincirinden Red Lion’a arabayı bıraktık. Yabancılığımızı, yol gösterilme ihtiyacımızı bıkkın bir ilgisizlikle karşılayan şoförün homurdandığı usulüyle ücretini ödeyip otobüsle şehir merkezine indik.

Çin Mahallesini bulduk. Boştu. Portland, Victoria ve Vancouver’da bu mahalleler tipik kırmızı takları, bir iki lokanta ve dükkanla temsil ediliyor, arkası pek yok.

Victoria’nın İstiklal Caddesi Government Street’e geçip aşağı, limana yürüdük. Sömürge döneminden yapıların yoğun olduğu, şık dükkanlar, kafeler, lokantalarla gösterişli. Tarihi, güzel bir şehir Victoria. Ama buranın da dokusu modern, yavan, yüksek bloklarla sulanıp dönüşmekte görünüyor. Görkemli Empress Otelin önünden limana inerken Turizm Ofisine girdim. Kafa karıştırıcı adalar turunu nasıl yapabileceğimiz konusunda biraz bilgi istiyordum ama geldiğimiz otobüsün şoförü tavırlı memurlar selamı bile esirgedi. Yeterince bekleyip çıktım. Bu ülkede müşteri memnuniyeti kavramı olmadığı gözlemi belki de doğruydu.




Liman deniz uçakları, teneke oyuncak tekne biçimli ufak sarı deniz taksileri, adalar arası gidip gelen tekneler, kaldırım sanatçıları, piyasa edenlerle sempatik, renkli. Diğer yanında, ihtişamda Empress Otelle yarışan hükümet binası. Önünde Kraliçe Victoria’nın kara heykeli. (Nedense birden, gece geldiğinde rollerinden ve zırh gibi giysileri, sıkı korsesinden soyunup gut, safra kesesi, daha kim bilir ne ağrılardan mustarip fani bedeni, çatışmalarını belki kendinden bile sakladığı ruhu ile pazen geceliğine döner canlandı gözümde.) Yanında da topraklarının iç edilmesine imparatoriçelik yaptığı yerlilerin ahşap totemleri. Kızılderili’ye Amerikan Yerlisi demenin başka bir biçimi. Bronza karşı tahta. Siyaha karşı renk. Sirke ve zeytinyağ.

Yürüyüşün başında hoşumuza giden Bard & Banker’a döndük. Tarihi bir köşe binada loş, hareketli, eskiliği insana hikayeler yazdıran zengin atmosferli bir bar-restoran. (Nitekim, içtiğimiz şarabı bir şahsiyet olarak tasavvur edip ona ayrıntılandıkça ayrıntılanan bir karakter biçmekte gecikmedik.) Tevekkeli değil, bir maceraperest ve sonradan ozan ile bankacı olmuş Robert Service adında bir İskoçya göçmeninden esinlenmiş. Artık iyiden iyiye insanlaşmış şarabımızın sonunu onun şerefine kaldırdık.

*
Victoria iyiydi ama yeterdi. Rezervasyonun ikinci gecesini iptal edip Nanaimo’ya doğru otelden ve şehirden ayrıldık.

Yol boyu karşılaştığımız, Türkçe benzeri ya da olduğu gibi karşılığı olan bir yığın yer vb isminden (Ediz, Seda, Elma, Kıro –bu yerel bir tv kanalıydı, logosu da neredeyse tıpkı Kanal 7’ninki) Malahat adlı dağa vurduk. Tepelerde bir seyir terasından alçala yüksele denize yayılmış kara parçalarının dalga dalga mavi (birinin başı karlı) siluetlerini seyrettik. Uzun bir tabelada neyin neresi olduğu işaretlenmişti. Kısmen ABD toprağı bir silsile.

Sayısız totemiyle ünlü Duncan şehrini totemlere camdan bakıp inmeden geçtik. Nedense ilgimi çekemediler. Sıkıntılı bir kayıtsızlıktan ötesini duymadım. Ayrı fasıl.

Yolun devamında Cowichan Bay, kartpostal havada iyice coşan canlı renkleri, tipik balıkçı kasabası yapıları, tekneler ve koyun resimsiliğiyle fotograf iştahına bol malzeme sunuyordu.




Sonra kıyıda başka bir kasaba. Chemainus. (Yarık Göğüs. Adı bir şamandan gelmiş.) Rehberde onlarca duvar resmiyle görülmeye değer yerler arasında geçiyordu.

49. Paralel Bakkaliyesinin önünde park edip ticari limanla başladık. Nakledilecek keresteler geniş bir şerit halinde yüzdükleri suda sıralarını beklerken ilk duvar resimlerini gördük. Bir ailenin hikayesi. Ama asıl yoğunlaşmaları yerleşimin meydanındaymış. Yerin duvarlar boyu tarihi, insanlar, öne çıkmış figürler, olaylar, faaliyet. Beyaz tenteler, köşede kendi halinde bir gitaristle ufak da bir pazar kurulmuştu. Her şey ufak. Ve sevimli. Gördüğüm en küçük istasyon binası. Gişedeki hanımın güneşli bir gülücükle karşılayıp milliyetimi öğrenince Türkçe tarihçe uzattığı müzecik. (1. Demek buna gerek duyuracak kadar Türk buraya da geliyor. 2. Gayet dostane bir davranış. 3. Metin Google’a çevriltilmişti. Editörlüğünü Dilek yapıp içinden çıkılır hale getirdi.)



Duvar resimleri iyi fikirmiş. Gezi rehberlerine girecek bir turizm atraksiyonu. Sonuç da vermiş görünüyor.

Gözümüz şenlenmiş, McMillan Provincial Park’ın yolunu tuttuk. Sıra, oturaklılığıyla huşu uyandıran doğanındı yeniden. Köknarlı yamaçlar boyu kıvrılarak giderken yüksek, ulu ağaçlarla kaplı dik bir tepenin dosdoğru göle inişiyle burun buruna gelip afalladık. Şaşırtıcı devingenlikte bir görüntü. Gölün (Cameron imiş adı) kıyısına indik. Suyu buralılar için girilebilir sıcaklıktaydı. Giriliyormuş da zaten. Ve laplacivert.

McMillan Parkın özel bir bölümü olan Cathedral Grove’a artık hazırdık. Burası en yaşlısı 800 yıllık ağaçların göğü tuttuğu bir koru. 350 yıl önce çıkan büyük yangından kalanlar dört küsur asırdır ayakta. Birkaç insanın kucaklayabileceği gövdeleri, Pizza Kulesinden uzun boylarıyla günışığı azalarak yeri buluyor. Koyu yeşil kuytuluklarında, eğreltiotundan hallice görünen cüssesiyle insana kalan, haddini hatırlamak.

Yangın ve yakın bir geçmişte de bir kasırga çoğunu götürmüş ama daha önce ışık alamayan diğer bitkilerle yeni filizlere yer açmış. Tazelenip çeşitlenen koruya yeşilin türlü tonunu katmış. Çürüme toprağı zenginleştirmiş. Döngünün parçası mikroskopik mahlukları beslemiş. Devrilen gövdeler üzerinde filizler boy vermiş. Ölüm-doğum iç içe, göz önünde. İnsan zihninin araya girip özünü bulandırmadığı bir hakiki Katedral!




Ertesi gün feribotla Vancouver’a geçeceğimiz Nanaimo. Doyurucu bir günün hoşnutluğuyla daha bir alımlı görünüyor. Otele (bu kez bir Howard Johnson) yürüme mesafesinde park içindeki yat ve deniz uçağı limanını gördük sadece gerçi. Victoria’daki, eski dokuya karışmış yüksek bloklar burada da boy göstermekte ama ufukta başka kıyıların gölgeleriyle alacakaranlıkta renkten renge giren (bu arada o yüzsüz blokların, ahşap binalı deniz feneri vb’nin duru suda nefis yansımalarını sunan) koyu ile pek hoş. Sonradan öğrendim, Diana Krall’un da memleketiymiş.




Gök artık sadece kızıl; o, parkın eski biçim lambalarının sarı ışıklar patlattığı tuvalde ağaçların kara gölgelerine karışmadan, birer gece 11 kahvesi ile günü bitiriyoruz.




*
Feribottan inip Lions Gate köprüsünden geçmemizle devasa bir alana yayılan Stanley Park’a dalmamız bir oldu. Sabahın körü yola koyulmuşuz, kendimize doğada gelelim bir hele, kenti öyle dolaşırız dedik. İyi de etmişiz.

Stanley Park kilometrelerce kordonuyla içlere uzanan gerçek bir orman. Yüzlerce yıllık ağaçlar. Alt alta, iç içe topraktan pay kapmaya bakan bin bir bitki türünün sık örtüsü. Aralarını dolanan patikalar. Cep cep çimenlik açıklıklar. Koyun (ya da kanalın, bilemiyorum; ta Seattle’a dek bütün bölge, coğrafyada benden daha iyi olanların bile kafasını karıştıracak kadar girift. Neresi deniz, neresi göl, boğaz, ırmak, ada, yarımada, anlaşılmıyor) karşısı, çorakça tepelerin dibinde, kıyıda hizalanan yüksek yapılarıyla Vancouver.

Arabayı millerce uzayıp şehrin dışına çıkan Hastings Caddesindeki otelimize bırakıp halka karıştık, ters yöndeki şehir merkezine otobüsle döndük.

Kalabalık otobüs Vancouver demografisinin temsiliydi. Başka şeylerin de.. Ayaktaki yolculardan birine gözüm takıldı. Dökük dişleriyle anlaşılmaz bir şeyler geveleyip ağız dolusu gülen melez bir adam. Demeye kalmadı, önündekinin inerken düşürdüğü kırmızı cüzdanı kaşla göz arası elindeki pakete atıveren başka birini gördüm. İnen binenlerin karamboluna karıştığı gibi onun da inişini ağzım açık seyrederken Dilek hayretler içinde “Gördün mü?” dedi. Tam o sıra o da kaldırımda dikilen birinin alenen şırıngayı koluna vurduğunu görmüş.

Uzun Hastings Caddesinin downtown bölümünde ineceğimiz durağa çulunu kaldırıma sermiş berduşların önünden geçerek geldik. Yan yana kirli yaygılar, üzerine kıvrılmış, bir şeyler mi sattıkları, önlerindekinin bütün mal mülkleri mi olduğu, dilendikleri mi, yoksa sadece orada öylece var mı kaldıkları anlaşılmayan, saç sakal, kir pas insanların ürkünç geçidi.

Vancouver denince gözümde canlanan akça pakça, düzenli, neredeyse steril şehir imgesi tuzla buz oldu.

İnip yürümeye başladık. Tren istasyonu, liman, Çin Mahallesi, rehberlerin görüle! dediği Gastown. O kalabalıkta adım başı kendi kendine konuşan, bağırıp çağıran, tekerlekli sandalyede, döküntü yürüteçlerde, banklarda oturup dikilen, benzerleriyle gruplaşmış insanlar suratımıza sıklaşan tokatlar gibi çarpıyordu. İnsanlıktan geri kalanlar. İnsan döküntüleri. Deforme, acayip, dökük dişleri, üzerlerindeki paçavralar, başka gerçekliklerden dökülen tavırlarıyla insanlığın dibine vurmuş gibiydiler. Vebanın, frenginin kasıp kavurduğu bir Ortaçağ kasabası gibi! dedik. Karanlık, umutsuz, öfkeli ya da taş kesmiş. Akça pakça sandığım Vancouver’ın cehennemin dibine açılmış ağzı.

O kadar çoktular ki artık eli yüzü düzgünler, tuzu kuru görünenler dikkat çekiyordu.

Bu kadar yeter deyip atladığımız otobüsle geri dönerken devamını gördük. Biri elindeki elektrikli süpürge hortumuyla otobüse saldırdı. Kim bilir hangi yel değirmeni niyetine. Hortumu bir gerçeklikten başka birinin kalbine saplar gibi.

Bütün bunun üzerine söyleyeceğim, Vancouver’ı sevmedim olamadı yine de. Sevmenin-sevmemenin ötesine geçen bir şiddet, yoğunluk algıladım. Acının, kopuşun iliğine uzanan dipsiz, keskin bir anlatı.

Amerikan kentlerinin beyaz yüzü bana sıradan, yavan görünüyordu. Yaşanabilir bir aralıkta tekrarlanan öykülerin üzeri ehlileştirilmiş bir örtüyle örtülmüş gibi. Evsizlerin, dışlanmışların öyküleri bir kenarda, kendi köşelerinde. Vancouver’da ise o düzgün örtüyü boydan boya yırtıyorlar. Şehir örtülenin değil, açık edilenin hikayelerini bağırdı. Burada zaman geçirmenin anlatacak, anlaşılmaya çalışılacak çok şeyi olduğunu düşündüm. İstanbul gibi biraz.

*
https://plus.google.com/photos/118198168542066911108/albums/6162895147407659425?banner=pwa

ve

https://plus.google.com/photos/118198168542066911108/albums/6162897447353585569?banner=pwa


3 Temmuz 2015 Cuma

COLUMBIA RIVER GORGE


Oturup bölgenin yeryüzü hareketlerini okumak vardı. Bir gerilim romanı gibi, heyecanına kaptırıp. Uzun uzadıya. Yerkabuğunun kendi zamanında kendi kuvvetler ölçeğinde sıkışıp kıvrılmalarını, çöküş, yarılışlarını. Yükselen dağlar, açılan yataklar, değişim dalgalarını. İnsanın sahneye çıkışını sonra. Yeryüzünün avuç çizgilerinde ilerlerken kendi yollarını açışını. Coğrafyayla biçimlenen göç hareketlerinin gerisin geri coğrafyayı biçimlendirmesini. Columbia nehrine muazzam bir heyelanla set çekerek ırmağın yönünü değiştiren ve bugün iki eyalet, Washington ile Oregon arasındaki sınırı oluşturan boğaza o vakit ne gözle bakardım? Kızılderililerin Tanrılar Köprüsü adını verdiği, mitolojilerine göre insanların bir zamanlar mokasenleri ıslanmadan aştığı bu geçide?




Haritaya bile bir göz atmadan gittim oysa. Bilgi yüksüz, çıplak, insan ölçeğinde (o kadar bile değil, dünsüz-yarınsız) bakan gözle görmek istedim. An’ı görmeye ne kadar hevesliyse daha fazlasını öğrenmeye o kadar ilgisiz.

Yerlilerin coşkun suyu sedir kanolarla geçtiği yerde Tanrılar Köprüsü isminin verildiği, beton ayağına mitolojik sahneler boyanmış çelik köprü uzanıyor. Bir çatal yapıp yoluna devam eden Columbia’nın iki yanında dağların, tepelerin yamaçlarındaki verimli ovalarda yeşil de ton farklarıyla yayılıp gidiyor.



Köprü ayağında birkaç yerli. Öykülerinden çoktan kopmuş, bezgin; dondurulmuş somon satıyorlar. Sattıkları somon kadar donuklar. Onların da buralardaki hareketine sonradan gelenlerin, beyazların hareketi set vurmuş. Tanrıları, hayata anlamını verdikleri inançların yatağıyla birlikte açılan uçurumda yok olmuş. Yola devam edenler Beyazlar.



Bu boğaz müthiş bir rüzgar kanalı oluşturuyormuş. Uçurtma sörfü yapanların cenneti.

Yer hareketleri, ortaya çıkan boğazın yanı sıra Columbia’nın sularını da perçem perçem şelalelere bölmüş. Dar yol (tarihi Columbia River Highway), yosunların kadife gibi kapladığı, dallarından salkımlar halinde sarktığı ağaçların, sık yeşilin içinden demiryolunun ve suyun yanından kıvrımlanıyor. Ben yeşili değil de yeşil beni soluyormuş gibi hoş bir yutuluş.. Elli çağlayandan ikisini gördük. İlki Horsetail idi, elli metreden dökülen tam da bir Atkuyruğu. Hafta içi olmasına rağmen başı hayli kalabalık ikincisi, Multnomah, önce ilkinin benzeri göründü. İşin aslı tam karşısına gelince anlaşıldı. Alt alta iki şelale (160 ve 20 metrelik) imiş. Eyaletin en yüksek çağlayanı. Tanrıların gazabına uğramış bir atın kuyruğu gibiydi. Uğultuyla dökülüyor, yanlara saldırıyor, püskürtüsü, incelen bir tül perde halinde uzaklara yayılıyor, havayı ıslatıyordu. Taş kaplı kaygan patikadan kıvrılıp şelalenin üst kısmındaki köprüye çıktım. Kuduran suları gümbürtüsüyle ve ıslanarak seyrettim.




Çağlayanların etrafında sıkı yürüyüş yolları var. Oregon bir hiking diyarı. Yürü yürüyebildiğine. Biz yürümedik.

2 Temmuz 2015 Perşembe

MERHABA OREGON

Dilek’le Pasifik boyunca uzanan 101 numaralı otoyola vurduk, yüzyıllık köknarların eyalete ana tonunu verdiği huşu uyandıran ormanların koyu yeşiline daldık. Portland’ın hiç kopmadığı yeşil, kentin dışında ululaştı. Yol iki yanında onlarca metre yükselen ağaçlarla bitkisel bir tapınak gibiydi artık. 



Okyanusa Cannon Beach’te ulaştık. Yoğurt göklü, puslu bir gündü. Uzayıp giden geniş kumsal, buraya ismini vermiş görünen kayalıklar, suların ufak bir delta oluşturarak içlere giren kolu, pusun yabancılaştırdığı mat bir ışık altında yabani görünüyordu. Adı ne olursa olsun, okyanus bu! Büyük, çok, bir anda hizaya getirici. Nitekim gelgit öngörülmez ataklara kalkar, şıpın işi metreler kat ederek kumsalda ne/kim varsa yalar yutarmış. Sık levhaların uyardığı tsunami tehlikesi de cabası. Ayağınızı denk alın! diyen koca belirsizlik şimdi sakindi ama.  Tek tük yürüyüşçü, o soğukta (Akdeniz’den ayağının kumuyla gelen benim için) suyla oynayan çocuk, koşturan köpekle tenha. Ne varsa gözlerimle silip süpürdüm.



Kıyıdan güneye doğru ilerledik. Okyanusun burun dibine kadar inip bayrağı dik yarlara, kayalık koylara devreden ormanlar. Köpüren dalgalar.. Denizin bir geçit oluşturup arada bir suyunu gayzer gibi fışkırttığı, belirli bir noktada durulduğunda rüzgarı meşum bir hayalet gemi düdüğü gibi öttürüşünün işitildiği yerden geçtik. Balıkçı kasabası Florence yakınlarında, tsunaminin ilk iki saniyede yutacağı bir motelde konakladık.

Dünyanın, hadi olmadı eyaletin en çok fotograflandığı söylenen deniz feneri Heceta ile burun buruna olan denizaslanları mağarasının ardından ertesi sabah sıra kumullarındı. Adam boyu yeşilli sarılı otlarla kaplı kum tepeleri onlarca metre içeri giriyor, sahile paralel kilometreler boyu uzanıyor. İncecik, sarı-beyaz. Sıcak da. Ayakları emen tırmanışta kuru kayganlıklarının tabanlardaki duygusu. Birkaçının ardından son bir tepede suyla karşılaşma.

Kumulları izleyerek milli parklara girdik çıktık. Bunları ormanlara, safir laciverdi göllere katık ettik.



Yol içlere dönüp yükseldi. Epey büyük bir yanmış orman bölgesinin hortlak gövdeleri ardından karlı doruklarıyla Hood dağı göründü. Çok geçmeden arazi çoraklaştı. Artık high desert dedikleri yüksek irtifa çölündeydik. Geceleyeceğimiz Redmond’dan önce Smith Rock’a bir bakalım dedik. Güneşin batmasına (dokuz buçuğa doğru) fazla bir şey kalmamıştı. Çöl dedikleri kıraç tepelik coğrafya hazırlamalıymış; yeniden kanyonlar diyarına konmuş gibi olduk. Smith Rock kaya filan değil çünkü, düpedüz koca bir kanyon. Aşağılarda dere boyu yürüyenler, düz duvarlara tırmananlar kanyonun kıyısından karınca gibi görünüyordu. (Kayalar örselenmesin diye tırmanışçılara ancak halatlarını sabit kancalara geçirme koşuluyla izin veriliyormuş –buna da “temiz tırmanış” diyorlar.) Fazla yürümedim. Seyrettim. Işığın çekilişini, kayaların sarı-kızılının kahverengiye çalar oluşunu. Ortalarındaki bir açıklıktan görünen ötelerde ruhlaşan karlı doruğu.



Sabah Bend şehrini geçtik, yolumuzu kesip duran Deschutes ırmağı üzerindeki çavlana gittik. Nehrin sakin-yeşil bir anından başlayıp akış yönünde yürüdük. Sağ omzum ırmak, sol omzum orman, tabanlarımda toprak, adımlarım yürüdükçe kendini dolduran dinamo gibi.


Su, cilveli dansçı figürlerini andırır girdaplar yapmaya başladı. Çok geçmeden de çağıldamaya. Nehrin kayalık bir dar geçidinde yeşil-duru aynalığını bırakıp kudurarak genişlediği bir kavse doluyor, biraz soluklanıp sonraki dar geçide hücum ediyordu.




Otur, bir ırmağı seyret, aydınlan.

*
Fotograflar:

1 Temmuz 2015 Çarşamba

CUMARTESİ PAZARLARI

Üniversite yakınındaki Çiftçi Pazarı ne şenlikmiş!



Yemyeşil içinde rengarenk. Çevreciliğin, organik tarımın alıp yürüdüğü bir şehirde yumurtanızın çıktığı tavuğun, mangala sereceğiniz etlerin sahiplerinin şeceresinin belgelenmesi çok şaşırtıcı değil. Şaraptan krepe, tatlı dev ak soğanlardan tür tür mantara, çiçeklere, yan yana uzanıp giden yiyecek içecek ve etraflarındaki hareketin etkisi daha çok sarhoşluk. Aralarda kimi kemanı, flütüyle klasik müzik, bançosuyla country, gitarıyla caz çalan, trompetiyle çocukluğumun bir ezgisini üfürüveren müzisyenler.. Kaçırılacak şey değil.



Irmak kıyısında, Waterfront’ta bir de ıncık cıncık pazarı kuruluyor. 

Bir renk banyosu da burası. Siyahı, beyazı, Kızılderilisi, Asyalısı, Güney Amerikalısı çulu çaputunu, süs eşyası, tabak çanağını ya da boş tezgahlarında burada pek revaçta görünen ezoterik hizmetlerini sunuyor.


Cıvıldayan renk pazarları bunlar.

*
Portland fotografları: