Dilek’le Pasifik boyunca uzanan 101 numaralı otoyola
vurduk, yüzyıllık köknarların eyalete ana tonunu verdiği huşu uyandıran
ormanların koyu yeşiline daldık. Portland’ın hiç kopmadığı yeşil, kentin
dışında ululaştı. Yol iki yanında onlarca metre yükselen ağaçlarla bitkisel bir
tapınak gibiydi artık.
Okyanusa Cannon Beach’te ulaştık. Yoğurt göklü, puslu
bir gündü. Uzayıp giden geniş kumsal, buraya ismini vermiş görünen kayalıklar,
suların ufak bir delta oluşturarak içlere giren kolu, pusun yabancılaştırdığı
mat bir ışık altında yabani görünüyordu. Adı ne olursa olsun, okyanus bu!
Büyük, çok, bir anda hizaya getirici. Nitekim gelgit öngörülmez ataklara
kalkar, şıpın işi metreler kat ederek kumsalda ne/kim varsa yalar yutarmış. Sık
levhaların uyardığı tsunami tehlikesi de cabası. Ayağınızı denk alın! diyen
koca belirsizlik şimdi sakindi ama. Tek
tük yürüyüşçü, o soğukta (Akdeniz’den ayağının kumuyla gelen benim için) suyla
oynayan çocuk, koşturan köpekle tenha. Ne varsa gözlerimle silip süpürdüm.
Kıyıdan güneye doğru ilerledik. Okyanusun burun dibine
kadar inip bayrağı dik yarlara, kayalık koylara devreden ormanlar. Köpüren
dalgalar.. Denizin bir geçit oluşturup arada bir suyunu gayzer gibi
fışkırttığı, belirli bir noktada durulduğunda rüzgarı meşum bir hayalet gemi
düdüğü gibi öttürüşünün işitildiği yerden geçtik. Balıkçı kasabası Florence
yakınlarında, tsunaminin ilk iki saniyede yutacağı bir motelde konakladık.
Dünyanın, hadi olmadı eyaletin en çok fotograflandığı
söylenen deniz feneri Heceta ile burun buruna olan denizaslanları mağarasının
ardından ertesi sabah sıra kumullarındı. Adam boyu yeşilli sarılı otlarla kaplı
kum tepeleri onlarca metre içeri giriyor, sahile paralel kilometreler boyu
uzanıyor. İncecik, sarı-beyaz. Sıcak da. Ayakları emen tırmanışta kuru
kayganlıklarının tabanlardaki duygusu. Birkaçının ardından son bir tepede suyla
karşılaşma.
Kumulları izleyerek milli parklara girdik çıktık. Bunları
ormanlara, safir laciverdi göllere katık ettik.
Yol içlere dönüp yükseldi. Epey büyük bir yanmış orman
bölgesinin hortlak gövdeleri ardından karlı doruklarıyla Hood dağı göründü. Çok
geçmeden arazi çoraklaştı. Artık high desert dedikleri yüksek irtifa
çölündeydik. Geceleyeceğimiz Redmond’dan önce Smith Rock’a bir bakalım dedik.
Güneşin batmasına (dokuz buçuğa doğru) fazla bir şey kalmamıştı. Çöl dedikleri
kıraç tepelik coğrafya hazırlamalıymış; yeniden kanyonlar diyarına konmuş gibi
olduk. Smith Rock kaya filan değil çünkü, düpedüz koca bir kanyon. Aşağılarda
dere boyu yürüyenler, düz duvarlara tırmananlar kanyonun kıyısından karınca
gibi görünüyordu. (Kayalar örselenmesin diye tırmanışçılara ancak halatlarını
sabit kancalara geçirme koşuluyla izin veriliyormuş –buna da “temiz tırmanış”
diyorlar.) Fazla yürümedim. Seyrettim. Işığın çekilişini, kayaların sarı-kızılının
kahverengiye çalar oluşunu. Ortalarındaki bir açıklıktan görünen ötelerde ruhlaşan
karlı doruğu.
Sabah Bend şehrini geçtik, yolumuzu kesip duran Deschutes
ırmağı üzerindeki çavlana gittik. Nehrin sakin-yeşil bir anından başlayıp akış yönünde
yürüdük. Sağ omzum ırmak, sol omzum orman, tabanlarımda toprak, adımlarım yürüdükçe
kendini dolduran dinamo gibi.
Su, cilveli dansçı figürlerini andırır girdaplar yapmaya başladı.
Çok geçmeden de çağıldamaya. Nehrin kayalık bir dar geçidinde yeşil-duru aynalığını
bırakıp kudurarak genişlediği bir kavse doluyor, biraz soluklanıp sonraki dar geçide
hücum ediyordu.
Otur, bir ırmağı seyret, aydınlan.
*
Fotograflar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder