23 Ocak 2021 Cumartesi

SÖYLE BANA, NEDEN?

Şunu bana sen açıklayabilir misin, dedi arkadaşım.

“Evime gelenlerin şöyle bir baktıktan sonra ilk dediği, şuraya bir sundurma, buraya balkon, yana oda vs. eklesenize oluyor.  Bunun, yanında birkaç sıfırlı örneğini yaşamışımdır. Ama daha bir allahın kulundan da şu duvara şöyle bir resim ne iyi gider ya da ne bileyim, şu dolap kapağını da mora boyasan gibi bir öneri gelmedi.

“Yer var, arazi bizim ama ne demeye genişleyelim ki?! Olan yetiyor da artıyor. Ama bak çevrene, herkesin gözü fazlasında. Üç odası olan gözünü dörde, dört olan beşe dikiyor. Ne bu sence?”

Çok uzun zamandır parmaklarımın arasında gümüş bir sikke çevirir gibi kafamda evirip çevirdiğim bir olgu bu.

Sınır kavramıyla bulanık bir ilişkimiz olduğu için mi?

Sınır aklımıza orada durmayı değil, ihlal etmenin yollarını aramayı söylediğinden?

Dur’un dur değil, ne zaman geçebileceğini iyi öğren anlamına geldiği bir kültürün ürünü?

Her durumda doğruların yerini eğrilerin aldığı bir geometri işbaşında ve ev-arsa edinen bunlara sabit bir birim değil, orasından burasından usulünce sulanıp gübrelendikçe büyüyüp serpilecek bir bahçe olarak yaklaşıyor. Varsın bitişiğe sarksın, senin de arka duvarından öteki taşmamış mı?

Mülk demek, bedeninin yayılma kabiliyetinin, etrafını itiştirerek kendine yer açmanın organik uzantısı demek.

Büyütmek var.

Budamak yok.




17 Ocak 2021 Pazar

MERAKLISI İÇİN DARBELER KİTABI

Murat Yetkin’in Meraklısı için dizisinden entrikalar ve casuslar ardından son çıkan darbeler kitabını açtım ve bitirmeden elimden bırakamadım.


Murat Yetkin keşke tekil bir örnek, neredeyse istisna olmaktan çıksa da dengeleyici bir akımın temsilcisi olsa derken iç geçirdiğim bir gazetecilik anlayışını bozulmadan, yılmadan sürdürüyor.

Olgular, bağlantılar ve açığa çıkarma, yani haber gazeteciliği yapıyor. Baskın olanın tersi, yani olguları hazır fikirlere, sloganlara uydurmak olduğu, haberin değil, görüşün (bolca da önyargının) öne çıktığı bir ortamda gerçekten ender bir örnek.

Mecazlarımızı tıptan seçecek olursak estetik cerrahinin alıp yürüdüğü yerde onunki anatomistlik.

Anlamaktan önce -çoğu zaman anlamak yerine- fikir sahibi olunan bir kültürde pek makbul değil belki ama tam da olgulara, belgelenmiş saklı bağlantılara ve bunların götürdüğü perspektiflere merak ve ihtiyaç duyanlara esaslı bir belge Meraklısı İçin Darbeler Kitabı.

Kapsamlı bir araştırma, birikim ve gazetecilik geçmişinin filtresinden geçirilmiş, çapağı çamurundan, paraziti gürültüsünden (ve hafızanın çarpıtıcılığından) arındırılmış yakın tarih.

Sıradan insanın anca kafasına düzenli olarak balyoz indirilen figüran rolüne çıkabildiğini ortaya bütün çıplaklığıyla koyan kıyasıya bir iç-dış iktidar savaşları tarihi.

Dolayısıyla ne kadar dinamikse o kadar iç kapayıcı.

Ama işte ustalık, böyle bir yakın tarihi (tıpkı dizinin diğer kitaplarında olduğu gibi) hiç aksamayan bir sürükleyicilikle okutması.

Bunda yazarlık yeteneği kadar, “vay canına!” dedirten sunduğu, kafamdaki resimleri sorgulatan yapboz parçaları da rol oynuyor.

İç dinamikleri bir yana bırakıp her şeyi dış güçlere bağlama adetimiz, toprağı bırakıp tohuma odaklanırken, Murat, bakışımızı asıl toprağa yöneltmenin, kendimize bir bakmanın gereğini de kitap boyunca bir leitmotif olarak duyuruyor.

14 Ocak 2021 Perşembe

BOZUK DAVRANIŞLAR

Çok çatışmalı kişilikler (ÇÇK) (high-conflict personalities) üzerine popüler bir kitap çeviriyorum. Yazar çok çatışmalı kişilikler ve kişilik bozukluklarının el ele gittiğini söylüyor. Bunların beş tipini ele alıyor.

Bağlantılı olabildikleri kişilik bozukluğunun (narsisistik, paranoid, asosyal, histriyonik, sınırda kişilikler) rengini almakla birlikte ÇÇK’lerin ya hep ya hiç düşünme biçimi, yoğun ya da yönetilemeyen duygular, aşırı davranış ya da tehditler, başkalarını (günah keçileri) suçlama gibi ortak özellikleri var.

İşin teorisine ilişkin düşüncelerinde yazar, ÇÇK’lerin beyin yapılanmalarının tarihsel olarak savaşlarda toplumun lehine iken barış zamanında gereksiz bir yıkıcılıkla sonuçlandığını anlatıyor.

Yaygınlıklarının da toplumun iyi mi kötü mü organize olduğuna bağlı olarak azalıp arttığını. Ama genel olarak, dikkatimizi ele geçirme peşindeki baskın medya kültürünün negatif ve aşırı davranışlara odaklanması ve bunların imgesiyle insanları bombardımana tutmasıyla yangına körükle gidildiğini, genç kuşaklara bu davranış biçiminin yeni normal olarak öğretildiğini.

*

Geldim bize.

Kavgacılık ve biz. Ve ben.

İşi mahalle kavgasına vardırmadığım için kendimi ayrı tutuyordum ama ince eleyip sık dokuduğumda aynı doğrultuda olduğumu görüyorum.

Aktif değil belki ama pasif kavgacı olduğumu.

Saldırgan değil, korunmacı türüne girdiğimi.

Şu alışılmış tavrımız nelerle koşullanmış?

Bağır ki bağırmasınlar.

Ez ki ezmesinler.

Hiçbir şey yapamıyorsan blöf yap. Gözdağı ver. Kendini olduğundan yalçın göster.

Göz korkut.

Efelen, dayılan, çaçaronlaş.

(Elinden hiçbiri gelmiyorsa çekil kenara, yüzünü duvara dön.)

*

Şantideva soruyor: Alışılmış yaklaşım şimdiye kadar bizi nereye getirdi?

Nereye mi usta?

Diken üstünde yaşamaya, sinir olmaya, diş bilemeye, nefrete, haklılığından kuşku duymamanın katılığı, sığlığı, gerilimine, aşağılamaya, dudak bükmeye. Kronik şüpheye, kendini salamamaya. Bozuk davranışlar cehennemini yeniden yeniden üretmeye. Daralıp büzüşüp kalmaya.

Ne mi kaybettik?

Huzuru, barışı, ağız tadını, iyi hisleri, hayata, topluma, insanlara güveni, dostçalığı, yardımlaşmayı, iç enginliğini.

Şantideva soruyor: Peki ya alışılmadık yolu tutsak?

Toplum şöyleymiş, insanlar böyle, zaten baştakiler.., enayi misin nesin.. vb ile zehirlenmemiş, ezilmemek için ezmeyi/dayılanmayı değil, huzuru, barışı öne alan bir tavır benimsesek?

(Hep anlatırlardı, 3-4 yaşlarındayken annemle babamın yanına gidip “Yılana yılanzıım diyersem yılan bana ne diyer?” diye sormuşum. Uzun uzun düşünmüş bir halim varmış, gayet ciddi. Kötüye iyi davranırsam kötü ne yapar?)

Bu aşırı çatışmalı dünyada, ülkede, zamanda kaybedecek neyimiz kaldı?

*

Aslında diyor zoraki imparatorundan (adamım Marcus Aurelius) köle feylezofuna, tuzu kuru imparator danışmanına stoacılar, upuzun sorumluluk listeleri hazırlayıp duruyoruz ama gerçekten kontrolümüz altında olan ne malımız mülkümüz ne en sevdiklerimiz hatta ne de bedenimiz. Tek bir şeyi dizginleyebilir, biçimlendirebiliriz, zihnimizi.

Başı bozuk bir zihin en büyük düşmanımızken eğittiğimiz bir zihin en büyük müttefikimizdir.

*

Sizi ta derinlerden duyar oldum ustalar. Teoride değil, bıçağın dayandığı kemiğimde.

Önümde bir ayrım.

Alışılmışın tarafına mı sapıp geçici rahatlaması, ağır bedeliyle tepkiselliği sürdüreceğim?

Alışılmamış yolu mu yürüyüp başkası, toplum, sorgulamadan kabul edilmiş “yeni normaller” ne derse desin, kafamın (ve uzun vadede etrafımın) selametine bakacak, kendimi gemlemeyi, dürtülerin kuklası olmamayı, aktif kabulü (ve bunları nasıl yapacağımı) öğreneceğim?

13 Ocak 2021 Çarşamba

GÖK KATINDA BİR ACEMİ EĞİTİMİ

Üç günlük şiddetli rüzgar geceki yağmurun ardından sabah dinmiş, gökyüzü bir ucundan açılmış, masmaviydi.

Kahvaltımı hazırlıyordum ki tepeme kamyon dolusu çakıl boşaltılıyormuş gibi ani bir patırtıyla başımı çevirdim, dolu yağıyordu! Tam da bir kamyon dolusu, yağdı ve bitti.

Palmiyeler kaldıkları yerden ışıldarken yer gök bu kez şiddetli ve kuru bir gürültüyle sarsıldı. Onun da önü olmadığı gibi arkası da gelmedi.

Damağımı kaldırıp bakakaldım.

Yukarıda göksel eğitimini alan çaylak bir ışıkçı-efektçi canlandı gözümde.

O şaltere uzanıyor, berikini kaldırıyor, işin kitabını altüst ediyordu. Çok sürmedi, donanıma dokunacak mertebeye hiç gelmemişsin, dön, teoriyi hatmet önce deyip ensesinden tuttukları gibi sınıfa geri gönderdiler.

Yürüyüşe çıktığımda güneşle bulutlara kedi fare oyununu oynatırken kıs kıs güldüğünü gözümle gördüm.

Ocak ortası yemyeşil çimenlerde açan papatyalar da selamını almış, bahar ıslığı çalıyorlardı.

11 Ocak 2021 Pazartesi

AĞZIMDA TEKNO BİR DİNLETİ

Diş hekimleri başka hiçbir meslekten insanın olmadığı kadar yol arkadaşım oldu, çenemi ayakta tuttular, sağ olsunlar. Yarım yüzyıldır koltuklarına oturdum, ağzımı kancalara, matkaplara, aspiratörlere, enjektörlere açtım, gözlerimi reflektörlere ve kanıksanmış bir korkuya kapadım.

Dişten yana ne kadar talihsizsem dişçiden yana o kadar talihli oldum. Birçoğu için sevimsiz, kaçılan bir deneyim, benim için işinin ehli hekimler ve bu kadar uzun bir aşinalık sayesinde çok zaman bir algı ve düş gücü kamçısı.

Bugün ilk kez gittiğim doktorun bir iki dakikada ustalığına kani olunca, rahatlayıp işi ona bırakarak algısıyla oynamaya koyuldum.

Benimki elli yıllık bir de teknolojik ilerleme tanıklığı. Galiba lisedeydim, o zamanki doktorum, dakikada 2 bin devirlik matkabını bir eşik olarak anlatmıştı. Matkap ne kadar hızlıysa o kadar rahat edersiniz. Gerçekten de, bir vakitler ağzımın içinde müebbetlik mahkumlar taş kırmış gibi koltuktan bitkin inerken giderek daha az hırpalanıyordum.

Bugün? Devirleri 40-60 binlere çıkmış. Fark belirgindi. Baktım, en hassas dişler bile sesini çıkarmıyor, ben de kendimi başka seslere verdim.

Niyetli bir dikkat verilmezse kulağa karmakarışık, yüksekçe olduğu için de gürültü olarak ve sevimsiz gelen sesler yumağını öne çektim. Aspiratörün hışırtısı, basınçlı suyun fışırtısı, matkabın geçtiği engebelere göre nüanslanan vızıltı-uğultusu.. Gürültü sınıfına giren sesler için ne fukara bir dağarımız var; koyacak isim bulamadıklarımı kendilerine özgü ses hallerinde sınıflandırdım, önümdeki tepsideki düzenli aletler gibi yan yana sıraladım.

Ardından iç içe geçişlerini izledim.

Böylece seslerin melodik değilse de yapısal olarak müzikleşmesiyle derinleşen bir keyif almaya başladım.

Daha yeni Alexander Liebermann diye bir kompozitörün doğadaki sesleri notaya döküşünden haberim olmuştu. Kuş ötüşleri, kurt ulumaları, penguen ötüş (mü), çığlıkları (?). Ağzımın içindekiler de notaya dökülebilir miydi acaba? Bir deneysel müzikçi bunları nasıl kayda geçirirdi?

https://twitter.com/dusttodigital/status/1346453454357725184

*

Bir deneyimi külfet ya da deney, oyun yapan ona kendine rağmen maruz kaldığın hissi (direnç) ya da öne geçip buna açık çek niyetine açık bir kulak/dikkat vermen.

Devir sayısı on binleri bulmuş bir matkap ile işinin ehli hekimler önkoşul olmak üzere tabii.

*

Eve geldiğimde bunu buldum ve yalnız değilsin dedim kendime, pırıl pırıl dişlerimle güldüm.


Merve Salgar (tanbur), Şevket Akıncı (elektro gitar), Anıl Eraslan (çello)

https://vimeo.com/496628621?1&ref=fb-share&fbclid=IwAR1nPye7st7sMI85E5WtaYS3UiP7AmLo6i8VCt4D07_XN7QLY-IWsHrykzY





7 Ocak 2021 Perşembe

KÖYÜM

Bugüne, yüzeye kapılıp gitmediğim yok değil. Parçası olduğumu teslim etsem de, kalabalığın kabaran bir dalga gibi burayı şehirleştirmesine hayıflanmadığım. Sessizliği parçalayan gürültüleriyle huylanmadığım. Buranın geçmişten getirdiğim yakın, dolaysız hissini kaybetmediğim. Yok değil.

İşin içine sahiplenme, “benim!” fikri girdiği an savunma, saldırı olarak algılanana karşı (en azından zihinsel) silah kuşanma bunu izliyor. Kızgınlık. Diş bileme. Gerilim.

Sonra geçiyor. Olup bitenin farkına varıp bakışımı dışa değil, kendi içimdeki tepki üretimine çevirdikçe daha çabuk, biraz daha rahat.

Budist usta Şantideva,

“Ayağına diken batmasın diye bütün dünyayı kaplamaya kalksan kösele yetmez” demiş.

“Onun yerine kendi tabanına kösele geçirirsen ayağına hiçbir şey batmadan dünyayı adımlarsın.”

Sen değiştirebileceğin üzerinde çalış.

Bin kere söylenmiş, çeşitli açılardan, değişen ölçülerde uygulamaya baktığın şey. Bazen daha başarılı olduğun. Sonra geri adım attığın.

Ama işte metal yorgunluğu gibi. Daha yararlı, verimli, doğru olana direncin, işin ucunu bırakmazsan zayıflıyor.

Belki çıt diye kırıldığını, yel değirmenlerine mızrak sallamayı temelli bıraktığımı da görürüm bir gün.

O zamana kadar bazen yüzeyi çalkalanan, donan algılarımda açılan alanda, buza delik açıp olta sallar gibi, bu yerin orijinal hissine dönüyorum. Tatlı, doğal, avutucu.

Kalabalık ve kafandaki kalabalıkta yankılanışını bırak bir tarafa, burası senin ta içinde hep burası.




6 Ocak 2021 Çarşamba

NEREYE (YA DA NEREDEN) BAKIYORSUN?

Kendinle bu kadar kesintisiz vakit geçirince giderek ruhun da sokak kıyafetlerinden soyunuyor. Sosyal maskelerini kapının arkasına asıyor.

Dürtün hep anlamak olagelmişse yer yer zor, zorlayıcı olsa da eşsiz bir laboratuvardasın.

İşte iyi tarafların.

Ve işte gurur duyulmayacak, yüzünü buruşturan, içini buran “kısa kalmış” yanların. Ham, tepkisel, yoğun.

Altlarında yanan kaygı, korku ateşiyle fokur fokur.

Karanlık.

İçinde tepişmelerine dayanamadığın, kaynayan tencerenin kapağı gibi attırdığın, dışa saçtığın, saçılanı dışarıdan bilip bir de ona hamle ettiğin..

Seyrettim. Kulak verdim. Hangi bujilerin neleri ateşlediğine baktım.

Daha bir anlar oldum.

*

Bir arkadaşım sayfasına “Hangi pencerelerden bakıyorsunuz?” diye bu resmi koymuş.


Herhangi bir zaman herhangi birinden.

Ben dışarıdan da bakmaya başladım.


1 Ocak 2021 Cuma

ASAMIN ISLIĞI

Yılbaşı kapanmasından önce son bir yürüyüş yapayım dedim. Dine ese bulutları güneşle oynaştıran rüzgar, tepelerde baktım ayar deliklerine girip çıktığı yürüyüş batonumu flüt gibi çalmakta! Usul bir nefes, bir hayret nidası, uzunca bir inilti. Oyunlarına ben de katılıp batonu şu ya da bu açıda rüzgara tuttum ama sonra tıpkı bulutlarla ışık oyunu gibi kendi düzensiz düzenine bıraktım.

Hoştu.