Bugüne, yüzeye kapılıp gitmediğim yok değil. Parçası olduğumu teslim etsem de, kalabalığın kabaran bir dalga gibi burayı şehirleştirmesine hayıflanmadığım. Sessizliği parçalayan gürültüleriyle huylanmadığım. Buranın geçmişten getirdiğim yakın, dolaysız hissini kaybetmediğim. Yok değil.
İşin içine sahiplenme, “benim!”
fikri girdiği an savunma, saldırı olarak algılanana karşı (en azından zihinsel)
silah kuşanma bunu izliyor. Kızgınlık. Diş bileme. Gerilim.
Sonra geçiyor. Olup
bitenin farkına varıp bakışımı dışa değil, kendi içimdeki tepki üretimine
çevirdikçe daha çabuk, biraz daha rahat.
Budist usta Şantideva,
“Ayağına diken batmasın
diye bütün dünyayı kaplamaya kalksan kösele yetmez” demiş.
“Onun yerine kendi
tabanına kösele geçirirsen ayağına hiçbir şey batmadan dünyayı adımlarsın.”
Sen değiştirebileceğin
üzerinde çalış.
Bin kere söylenmiş,
çeşitli açılardan, değişen ölçülerde uygulamaya baktığın şey. Bazen daha
başarılı olduğun. Sonra geri adım attığın.
Ama işte metal yorgunluğu
gibi. Daha yararlı, verimli, doğru olana direncin, işin ucunu bırakmazsan
zayıflıyor.
Belki çıt diye
kırıldığını, yel değirmenlerine mızrak sallamayı temelli bıraktığımı da görürüm
bir gün.
O zamana kadar bazen
yüzeyi çalkalanan, donan algılarımda açılan alanda, buza delik açıp olta sallar
gibi, bu yerin orijinal hissine dönüyorum. Tatlı, doğal, avutucu.
Kalabalık ve kafandaki
kalabalıkta yankılanışını bırak bir tarafa, burası senin ta içinde hep burası.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder