31 Ocak 2019 Perşembe

APHRODİSİAS

Sarılı mavili allı morlu Pamukkale sabahı er vakit Felix’e semerini vurdum, Denizli’den çıktım. Gecekondudan apartmanlaşmış herhangi bir şehir gibi Denizli. Gemisini kurtaran kaptanların, benden sonra tufancıların, çocuklara ve bize başımızı sokacak iki göz oda başlangıçlı yayılmacılığın nursuz, yeşilsiz, ruhsuz yığılmışlığına diğer bir tipik örnek. Görmeyeli büyümüş, yolları, alt, üst geçitleri dallanmış budaklanmış. (Bu yeni yol ağlarında navigasyon, hele benim gibi yönsüzler için daha da değer kazanıyor.) Ama Aydın yolunu tuttuğumda karşımda yemyeşil yükselen koca dağ ile öyle bir doğa çanağında ki göz buna açıldıkça çapsız insan elinin çirkin marifetleri yeryüzünden siliniyor.



Yükseldikçe şehir trafiği seyreldi. Bitti. Hava bulutlanırken ferah dağ yollarında yalnızlaştım.

Aphrodisias?

Şansımızı bir deneyelim, evet. Hava izin vermezse müzesini görürüz en azından.

Geyre’ye doğru bir 70 km boyunca büyük kısmı iyi durumdaki yolun sonunda ören yerinin girişine vardığımda yağmur başladı. Kendimi müzeye attım. Buz gibiydi, ısıtıcılar onarımdaymış. Yenilenmiş müzeyi gezmeye Antik Çağın ünlü ve benzersiz heykel okulunun eski tanışlarıyla başladım. O tanıdık hayranlık bir kez daha uyandı.



Roma imaparator-tanrı kültüne adanmış Sebasteion duvar kabartmaları için yapılan dev salonda ilk kez karşılaştıklarımla ise ayaklarım yerden kesildi. Ortada Aphrodisias’ın Mavi At’ı, duvarlar boyu her biri mitolojiden bir sahne ile insan ve dizginsiz düş gücünü derinlemesine anlatan kabartmalar, heykeller. Afallatıcı ifade güçleri.

Çıktığımda yüksek sanatla içim ısınmış, burnumun ucuysa buz kesmiş, havayı filan unutmuştum. Başka şey görmesem bile gam yemeyecekken yağmurun dindiğini gördüm, içim kabardı.

Aphrodisias büyülü bir yer. Hep öyleydi. Arda kalanın görkemiyle değil sırf. Konumu ve telkin ettiği tanımlanmaz şey ile de. Yaz kalabalıklarında otuz kırk kişilik turist kafilelerinin başında bile dipten dibe hep hissettiğim farklı bir çekimi oldu.



Şimdiyse ıslak, serin havada yapayalnızdım. Yağmurun canlandırdığı yeşil örtüsüyle şehre daldım. Kenan Erim’in bir kıyıdaki sade mezarına gittim. Otuz yılını adadığı kısa yaşamında ortaya çıkardıklarına teşekkür ettim.

Bulutlar tepemde kaynaştıkça oluşan dramatik ışık oyunlarının sürekli değişimi altında Afrodit’in tapınağından güzelim şehir meclisi amfisine, çok geniş bir alana yayılan kalıntılar arasında dolandım. Toprak yamaçtan, en üst sırasına tırmandığın ana kadar gözden saklanan, tümüyle korunmuş stadyumun şaşırtıcılığını onu neredeyse ilk görenin hayretiyle yeniden yaşadım.

Birkaç kişilik bir Amerikalı grupla şöyle bir karşılaştık. Yoluma bir süreliğine peşime takılan tatlı bir köpek yavrusuyla devam ettim.

Bu mevsimde çırılçıplak ağaçların yağmurla cilalanıp belirginleşmiş dalları, gövdeleri sütunlar, alınlıklar, sütun tamburları, işli mermerle tutuştukları kah çekişme, rekabet, kah kaynaşma ile ayrı bir fasıl açıyordu. Bir süre sonra ağaçlar, başlı başlarına ve kalıntılarla giriştikleri ilişkileri ile gözümde iyiden iyiye öne çıktı.


Ve kavakları oldum olası sütunlarına tepeden bakan Aphrodisias’ı bu kez bambaşka gördüm.

Aradan ve Kenan Erim’den beri geçen otuz yıl boyunca gün yüzüne çıkarılanlarda çok yol alınmış. Karlı, yeşilli dağlar, tepelerin, sık bitki örtülü düzlüğün arka planıyla avucunda kent iyice belirginleşmiş.

Hamamdan Hadrian tapınağına, agoradan tiyatroya, müzedeki kabartmaların Sebateion’una, hepsi da anıtsal yapıların arasında turumu tamamladım. Yükümü almış, zenginleşirken şifa bulmuş, bir kahve molası ardından Aphrodisias’tan ayrıldım.

Google yolu kestirmeden tarif edeyim dedi. Denenmişten şaşma demeyi bilmediğimden sen bilirsin dedim. Beni anayollardan uzaklaştırıp o köy senin, şu tarla-bahçe benim, dağların içlerine soktu. Bir traktörle yan yana kılı kılına geçilen yollara saptırdı. Arada işlekçe yollara çıkıyorduk, geniş bir nefes alıyordum ama çok sürmüyor, daha da içlere dönüyorduk. Hiç görmeyeceğim yerlerden geçtik.




Yükseldikçe değişken bulutlu havanın ışığı çok uzaklarda, karşı yamaçlarda kalan yerleşimleri aydınlatıp karartıyor, zaten baskın olan doğayı daha da öne çıkarıp görünümü insanın dışına, zamanın ötesine taşıyordu. Kaygılı ve büyülenmiş, devam ettim. Kendimi daracık, yılankavi bir dağ yolunun uçurum kenarından tırmanır bulduğumda iyice kasılmadım değil. Felix’in utangaç bir ergenin höt’ü kadar yükselen kornasının karşıdan hızla gelenin hikayeme son vermesini ne kadar engelleyebileceğini bilemeden bir 30 km böyle gittim. Yağmur başladı, durdu, arttı. Sonunda Yatağan yoluna çıktığımda navigasyonu kapayıp derin bir nefes aldım ve Bodrum’a kadar yolun salonda çay içmek gibi gelen son etabını Renée Fleming’in Guilty Pleasures albümünü dinleyerek yaptım.

29 Ocak 2019 Salı

TRAVERTENLERDE YALINAYAK

Ankara’nın pahalı ve sakil oyuncaklarından Batı Kapısından geçtim. Çok sürmedi, ötelerden melteme kapılmış isli bürümcük gibi dalgalanır görünen sisin içine girdim. Yol kenarlarındaki çıplak ağaçlarla diğerleri, berideki tarlaların yalnız bekçileri, sonra kar kaplı tepelerin ve kırsal arazinin konturları renkleriyle beraber dalga dalga sise kapıldı, soldu, belirsizleşti, andan ana farklılaşan bir eksilmeyle silindi gitti. Bir süre soğuk bir hiçlikte yüzdüm. (Şuna bak dedim, gözüm burnumun dibinde her an bitebilecek bir araç kıçında, alt tarafı su buharı, sıksan avucunda durmayacak bir var desem yok-yok desem var’lık ama işte nasıl da körleştirici! Psikolojik düğümler gibi..)



Eskişehir yolu boyunca aralıklarla sis tünellerine girdim çıktım ama hava bunun dışında pırıl pırıldı. Afyon yolundan Bolvadin-Çay tarafına saptığımda dağlar sol yanımdan yükseldi. Arada tarlaların yemyeşil düzlüğü, karlı başları bir de dumanlı (kardan buluta geçiş nasıl da göz dolduran bir nüans!), yol boyu gülümsedi durdular.

İnsansızlık içinde böyle akıp gitmek ne güzel. Bir süre sonra kafayı vızıltı, gümbürtü, uğultu, kendi insani parazitinden de temizliyor. Büyük şehir sıkışmışlığı ardından cennet!

Ah Acı Göl! Buzsu bir ayna olmuş, dağların sureti şimdi de ona vurmakta. Çardak’ta su kıyısında kafilelere fotograf ve çay molası verirdim ama iktidar övüncü yeni duble yol çok yukarılardan geçiyor. Yollar otuz yıl önceden o kadar farklı ki yerleri de yabancılaştırıyor sanki. Buraları hem çok tanıdık hem değil.



Pamukkale’ye böyle afili bir fiyonktan geçip saptım. Yolu neredeyse törensel bir geçit olmuş. Bir yanı palmiyeli, yeşil tarlalar ve uzakta karlı dağlar arasından kaymak gibi uzanıyor.

Arabadan inip turnikeden geçerken konaklama ve diğer turistik tesisleri travertenlerden uzaklaştırıp aşağı düzlüğe almaları ne iyi olmuş dedim. Akça kayaların kirlene kirlene bir sigara tiryakisinin dişlerine dönmüş hali pek acıklıydı. Şimdiyse hele şu kartpostal göğünün altında ışıl ışıllar. Tepelerinde alev toplarını patlata patlata geçen seyir balonları, süzüm süzüm süzülen yamaç paraşütleri, rengarenk. Ve tepelere tırmanan rengarenk insan. Enlice yeşil bir tür paspası geçiyordum ki bir görevli durdurdu.



“Ayakkabıyla yürümek yasak. Lütfen pabuçlarınızı çıkarın, çorapla gidebilirsiniz.” (Sırt çantamın kenarından hiç çıkarmadığım karabina kancası iyi iş görüyor; pabuçlarımı ona astım da ellerim fotograf çekmeye serbest kaldı.)



Sıcaklık 9 dereceydi. Ankara’nın üzerine bahar sayılır. Kireçtaşı da taş gibi değil; onu bırakan suyun ılıklığı sinmiş. Suyun açtığı kıvrımlar da sert, batıcı değil. Beyazı kadar ılık, yumuşak bir basış sunuyor kayalar ama bir de suya girip ıslanmayı göze alamadım. Bunun bir de sonrası var.

Sezon dışı olsa da epey hareketli. Yerli turist, Orta Asyalılar.. Etrafta çay bahçesi ve kafe kadar Çin lokantası var. Haşema, bikini, tesettür ve deniz simidi dükkanları.



Yamaç paraşütçülerinin indiği düzlükle yanağı üzerine yayılmış balonların (ne kadar büyüklermiş) arasından Karahayıt’a uzandım. Tepeden, eğri büğrü, kısmen toprak bir yoldan giderdik. Ufak bir köyün içinde, tüterek fışkırdığı kayayı minerallerden oluşma paletiyle rengarenk boyayan bir suydu. Turistler elleri, ayaklarını sokar, fotograflarını çeker, sonra yolumuza devam ederdik.

Yol burada da aşağı alınmış. Yanına (hayatında bir bisiklet ve bisikletli görmemiş, dolayısıyla bunun ne kadar yer kaplayacağını hiç kestiremeyen bir belediye görevlisine çizdirilmişçesine gerçekdışı bir darlıkta fakat tam iki şeritli ve özenle maviye boyalı) bir bisiklet yolu yapılmış ama kaldırım yok. Bir tür taç kapıdan turistik bir kasabaya giriliyor. Pansiyonlar, oteller, lokantalar, meydanda bodur bir Atatürk heykeliyle elektrik-aydınlatma direğinin görsel karmaşası arasında, rengarenk mumlara şamdan olarak kullanılan bir şişe misali elvan elvan izli tüten kayalardan bir tanesi, bir tane de beride bir tesisin bahçesi içinde. Bir cami, tesettür, bikini, Osmanlı, Japon, Çin lokantası kaynaşması da burada.



Önce Hierapolis’i, antik kenti gezsem daha iyi olurmuş, dönüşte aşağı kapısı kapanmıştı (17.30). Yukarı kapı altı buçuğa kadar açıkmış ama fotograf makinesinin pili bitti. Belki yarına diyerek pas geçip otele döndüm. Çoğu boş ama hiç de bomboş olmayan yemek salonunda, bir gıda denetçisinin “Siz siz olun, ASLA ve HİÇBİR otelin açık büfesinde yemeyin!” deyişini hatırlayarak tabağımı kafiyeli şeylerle abartmadan doldurdum.




Erkenden odama çekildim.


26 Ocak 2019 Cumartesi

GİTAR

(Eskilerden bir de öykü)


*

Kapıyı arkasından kapadı. Kirli beyaz kılıflı gitarı duvara dayadı. Yağmurluğunu astı. Eğildi. Çamurlu pabuçlarını çıkardı. Giriş loştu, gözlükleri buğulanmış. Gitarını aldı, içeri geçti.

Masanın dantel taklidi naylon örtüsünde geç edilmiş Pazar kahvaltısının artıkları duruyordu. Babası gazeteden başını kaldırdı, gözlüklerinin üzerinden baktı, göz göze geldiler. Mutfaktan yayılan karnıbahar kokusuna anneannesinin öfkeli sesi karıştı. Babası bakışını gazeteye indirdi.

Sofrayı topladı. Dolu tepsiyi mutfağa götürdü. Islak bir süngerle döndü, örtüyü sildi. İnatçı bir reçel lekesinden televizyona kaydı gözü: doğabilimci, balta girmemiş ormanlarda dalları iki eliyle iterek kendine yol açıyor, konuşarak ilerliyordu. Kamera ondan ayrıldı, yükseldi, yükseldi. Bir ağacın tepesinde durdu. Sonra, kendini boşluğa bırakarak süzülen alacalı bir kuşla birlikte düştü. Parmakları dalgın bir saplantıyla, soluk bir iz bırakarak silinen reçel lekesini ovuyor ovuyordu. Yanık bir And kavalı alacalı kuşa eşlik etti. Ezgi ve kanatlar beklenmedik atılışlarla havalanıp daldan dala uçtular.

Anneannesinin çatlak sesi çağırdı. Süngerini alıp mutfağa döndü.


Tebeşir uzun bir çizginin ortasında kırıldı. Öğretmenin tırnağı tahtaya sürtünürken iç ürperten bir ses çıkardı. Sınıf sinirli bir irkilişle dalgalandı.

O duymadı. Eli, belli belirsiz kağıt mendili sıktı bir an. Bakışı pencerenin ötesindeydi. Parmaklığa konan kargayı izledi. Gagasını göğüs tüylerine daldırışını. Zorlanan motoruyla bir kamyon yokuşu tırmandı. Karga başını kaldırdı. Simitçi çocuk, tablasını başından indirdi, kapının yanına yerleştirdi, çevresine bakındı. Olduğu yerde sıçradı ısınmak için. Soluğunun buğusuyla eğlendi. Tüylerini kabartan kargayı gördü. Bir taş aldı yerden, fırlattı. Uçtu gitti kuş. Taş, parmaklıklara çarpıp boğuk bir sesle düştü.

Hey! Sana soruyorum! Öğleyin pastaneye geliyor musun? Kolunu çekiştiren arkadaşına başını salladı. Evet.

Öğretmen bezgin yüzünü sıvazlayarak formülü yineledi. Önlüğünün ön cebinde, kırmızı iplikle işli isminin altında iri bir leke vardı. Mor, şekilsiz.


Lacivert eteğini, üstünden tebeşir tozları yükselmeyene dek silkti. Geri çekildi, kapadı pencereyi. Perdeleri. Eteği iskemlenin arkasına yerleştirdi. Işığı açtı. Duvardaki turizm afişinin laleleri pas renginden kurtulup birden kızardılar.

Nota sehpasını duvarın dibinden alıp odanın ortasına koydu. Kirli beyaz kılıfın fermuarını açtı. Ağır, ses vermeyen, cilası yer yer çatlamış gitarı usulca çıkardı.


Üçüncü sahibiydi. Elden düşme satın alan tanıdıklarının oğlunun hevesini tükettiği, ev taşırlarken ona bıraktığı bir alet. Bir gün, kapı aralığından, tam kendisine uzatılanı seçecekken aydınlığın ışığı sönüverdiğinde. Ağırlığını kestiremediği için ellerini çok daha fazlasına hazırlayarak kavradığı -belki japongülü saksısına düşündükleri o tahta ayaktır- karanlık bir şekil.

Oysa bir gitardı..

Eşyaları aşağıda kamyona yükleyen işçilerden biri otomatın düğmesine basarken ikincisi de japongülü saksısına düşünülen tahta ayağı kapıya bıraktı. Gitarın deminki sahibiyle bir baş işaretiyle anlaştılar: tamam! Doğru parçayı getirmişti. Taşıdıkları kanepenin öbür ucunu yüklendi, arkadaşıyla birlikte merdivenlerden indi.

..Oysa bir gitardı

“Bizim takıma heves ettim. Cahit, Cafe’de org çalar. İbrahim’i de bilirsin, on parmağında on marifet, ud, gitar, allah ne verdiyse. Bunu aldım. Tıngırdattık işte bir iki. Kolay değildir ha! Tellerin öyle telgraf teli gibi sessiz sakin uzandığına bakma. Adam gibi ses çıkaracağım diye canın çıkar. Heves işte. Aldık. Şey falan da çalıyorduk.. Edip Akbayram, Julio filan. İşte biraz. Ama geçti. Şu aydınlığın ışığı da amma kısa yanıyor! Herifler kanepeyle beşinci kattan yuvarlanacaklar. Neyse. Şimdi taşınıyoruz. İş de bulduk. Bize yaramaz artık. Atsan atılmaz satsan satılmaz. Sen geldin aklıma. Müzik dersi de almıştın. Ağız armonikası mıydı? Sende kalsın.”

Bir gitar.

Anneannesi ardından bağıradursun, odasına çekildi. Kirli beyaz kılıfı içindeki bu şeyi usulca yatağına uzattı. Yanına oturdu. Baktı. Galiba kendisine söylenen karmaşık bir sözü anlamaya çalışır gibi. Garip, beklenmedik, kuşkulu bir ilintiyi yakalamaya uğraşır gibi baktı.

Nota sehpasına, ucundaki hafif kıvrımı dikkatle düzelterek bir fotokopi kağıdı koydu. Başının gölgesini sakınmaya çalışarak notalara doğru eğildi. Gözlerini kıstı. Dondu yüzü, öylece kaldı. Güçtü. Kendisiyle ne olduğunu bilmediği bir yer arasında duvar gibiydi sanki. Geçit vermiyordu. Oradaydı hep. Anlamak.. Tellerden birine rastgele bastırdığı parmağının ucundan çekildi kan. Et beyazlaştı. Anlamak istiyordu. Gözü bir notadan ağır ağır ikincisine geçti. Üçüncüsüne. İlkine döndü. Gitara eğildi. İlk sesi aradı. Buldu. Çaldı. Parmağı.. parmağı kaymıştı. Başını kaldırdı. İlk notaya baktı. Gitara eğildi. Sol eline baktı dikkatle. Çaldı. Yok, sağ eli yanlış teli çekti. Ötekini. Ben.. yüzü kızardı hafifçe. Gözlüğünü düzeltti.



Camın buğusunu sildi. Basık gökyüzü altında yapılar kararan yüzlerle birbirini izledi. Alçak, yüksek, külrengi, beton rengi. Kaldırım çizgileri, insanlar, adımlar.. Görüntüler birbirini çoğaltarak minibüsün penceresinden akıyordu. Akıyordu. Bir şeyi hatırlatıyordu. Hatırlatacaktı. Akış.. Acı veren bir yoğunlukla yakalamaya çalıştı. Ne olduğunu bilmediği yerle kendisi arasındaki o duvar. Şoför, radyonun ibresiyle oynuyordu. Bir aryanın doruğuna doğru tırmanan üç uzun notadan geçti. Acele kan arandığı duyrusunda oyalandı. Bir banka reklamı. Ege bölgesinde sıcaklık. Bir keman. Çok güzel bir şey çalıyordu. Sevinçle, güvenli. Sirkteki cambazlar gibi. Ama hep gülümseyerek. Hayranlıkla kırpıştırdı gözlerini. O keman gibi yaşasaydı. Kızarmasaydı yüzü. Hiçbir şeyden korkmasaydı. Orkestra da katılıyor işte. Kendisini de böyle karşılayan insanlar olsaydı. Arkadaşları. Şoför, minibüsünü iki yandan sıkıştıran araçlar arasından ustalıkla kurtardı. Oh be birader! dedi yanındaki gence. Kasketini başının arkasına itti. Yok mu! Şu çukuru açıp unuttular. İş çıkışı oldu mu kördüğüm mübarek. Keman başka bir kemanla söyleşiyordu. Öteki keman onu saygıyla dinliyor, ağırbaşlılıkla yanıtlıyordu. Daha yaşlı olmalıydı. Genç keman.. genç keman.. o yeri anlatıyordu sanki! Kendisinin bilmediği. Havagazı borusu döşeyeceklermiş, dedi şoför. Kayıtsız bir tavırla radyonun düğmesini çevirdi. “.. sarı çoraplı bir erkek cesedi..” Uzandı, camın önündeki paketten el yordamıyla bir sigara çekti. Yaktı.



 Arkadaşı koluna dirsek attı. Gülüşünü ardına gizlediği elini uzatıp sigara dumanıyla düzgün halkalar üfleyen oğlanı gösterdi. Haydi Mithat! Biraz daha çalışırsan Red Kit gibi kurukafalar çıkaracaksın! Mithat, ciğerlerindeki son dumanı dümdüz, sonra da burun deliklerinde ikiye bölerek üfledi. Pastanenin alçak arkalıklı koltuğuna yaslandı. Başını geriye atıp ıslık çalmaya koyuldu. Garson çayları getirdi. Eğilirken tepsi, Disko Kemal’in havada salladığı eline çarptı.

“Hop dedik usta! Ne filmdi ulan. Adamı boş bi depoda kıstırıyorlar tamam mı. Herif umutsuz ya, asılıyor tetiğe. Elindeki de gıcır makineli. Taga taga taga cıuvv! Binbaşının yüzü patır patır dökülüyor. Seninkinin gözlerinde iki damla yaş..”

“Ay ne feci! Nasıl bakabildin?!”

“Şu karı takımı! Ne varmış. Salça, kızım. Hem kan olsa ne çıkar!”

“Bir sigara versene Mithat.”

“Otlakçı. Al bakalım. Pederin görecekti ki.. ‘Duman Olcay’ı duman edecekti.”

“N’olacak! O da içiyor. Hem çağımızda kadın-erkek eşitliği var.”

“Kemal lan! Kalk da diskoluğunu göster. Bi Maykıl itele şu makineye.”

“Sahi. Amma sessiz bugün burası.”

“Tabi ya. Sen filmine takılmışın. Pastaneye de moruk bakıyor. Teybe çiftetelli sürmediğine şükür.”

“Herif kebapçıymış memleketinde.”

“Kim?”

“Cavit amca. Levent tutturmuş da açmışlar burayı. Öyle babaya böyle oğul.”

“Ay gene yumurtladı.”

“Karşınızda.. da.. da.. Maykıl Ceksın.. sınn. Sağolunn.. varolunn.. canlarım.. rım..”

“Ne o be! Zekiyle karıştırdın.”

“Karışır karışır. İkisi de o biçimler.”

“Terbiyesiz!”

“Mayk’a laf yok.”

“Ona yok da Zeki’ye var mı!”

“Aman Zeki de Zeki.. Haminnemden beri aynı herif.”

“Bak onun yeri ayrı.”

“Doğru.”

“Adam sanatçı.”

“Orası kesin!”


Gözlerini dışarda tezgahını toplayan işportacıdan ayırdı. Tabağın kenarından ıslak, yarı yarıya ermiş şekerleri aldı, artık soğuyan çaya attı. Karıştırdı. Müziğin karmakarışık notaları her şeyi örttü.



Omuzları düşük oturuyor, uyuşmaya başlayan ayağını yükselticiden indirmeye çekiniyordu. Sol eli, kucağında sıkı sıkı tuttuğu gitarın boynunu kavramış, hocanın söylediklerini izlemeye çalışıyordu.

Biz, yani batı dünyası artık diatonik müzik yapıyoruz. Tek sesli müzik çoktaan terk edilmiş. Aklı başında olan, ne yaptığını bilen, duygularını analiz edip belli etkileri yaratmak için belli yolları bilimsel olarak arayanlar terk etmiş onu. Her müziği çalacağız. Çünkü bu çağın insanlarıyız. Nasıl ki insanlar geçmişte fasülye pilavla yetiniyordu ama artık çin mutfağından amerikan yemeklerine kadar her gıdayı merak ediyor, istiyor, lokantasını açıyorsa bu da öyle. Bach da çalacağız, ispanyolunu da inkasını da, efendim, klasik türk musikisini de. Ama çok seslendirip. Yine hep ben konuştum, sen kafa salladın. Haydi göster bakalım, ne yaptın geçen hafta.

Daha da doğruldu. Ellerini düzeltti. Nota sehpasına eğildi. Gitara baktı. Hangi sesti.. Unuttu. Notalara baktı. Gitara eğildi. Ürkek bir titreşim.. Hoca, takma dişleri arasından faa! diye gürledi. Sabırsız, sevecen, öfkeli. Fa! Sen sol çaldın.



Masanın dantel taklidi naylon örtüsünü serdi. Dolgun, kırmızı ellerini kıvrımların üzerinden geçirdi. Tabakları yerleştirdi. Su şişelerini. Rakı şişesini. Mezeleri. Kendini bildi bileli hasta annesine yemeğin hazır olduğunu söyledi. Kapıdan giren küçük abisinin paltosunu aldı, terliğini verdi. Banyodan çıkan büyük abisine temiz gömleğini yetiştirdi. Gözlüklerini buldu anneannesinin. Babasının kadehini doldurdu.

Sofradaydılar.

N’aptın bugün? Hiç işte, her zamanki gibi, stajla iştigal ediyoruz. Ya sen? Dükkan doldu taştı. Yeni bir yer açsak diyorum. Soba satışlarına ağırlık vermeli. Düşünürüz. Anne! Anne! Soğanı uzatsana. Buz da ister misin? Yok oğlum, dokunuyor artık şu meret, bir de buz katmayalım hele. Hadi sağlığa! Sağlığa! Ne o valide? Ağzını bıçak açmıyor? Amaan sen de! Bıçak açacak da n’olacak! Kızım olacak karının derdi yetmiyor.. şuna bak, limon gibi.. bacaklarım ağrıyor yine.. doktor demiş ki.. Geçeer! Hem sorarsın hem de bırakmazsın lafımı bitireyim. Geçer dedik ya valide. Oğlum buz koy şurdan. Dükkana daha sık uğrasan baba. Niye o? Pekala yürütüyorsun. Evelallah, evelallah da sana meşgale, bana destek olur. Düşünürüz. Maaşallah hanım, avurtların takır da takır öğütüyor ha! Ha ha! Yarasın.. Aşkolsun, şunun şurası iki lokma, onu mu sayıyorsun. Ayıbettin ana! Sen ye hele, ye ki babama süt olsun, he he! O ne len kerata, şakacı aslanım benim! Ye kızım, ye yavrum, şu kocan sana yedirmeyecek de kime yedirecek, hem doktor.. Üüf! Ne sıcak! Cam açın hele biraz, al valide, tat şu çiğ köfteden, ellerimle yuğurdum bak. Hadi şerefe! Cümlemizin! Kızım kalk da bir bant koy bakayım, şöyle kıvrak, neşeli olsun. Hah şöyle! Allaah! Sağlığa! Sağlığa! Nereye kayboldu bu kız, koydu bandı, gitti. Ödevi vardır. Onu çoktan bitirmiş, gitar tımbırdatıyordur. Hocasını gördüm evvelsi gün. Şu bizim musikişinas İbo’yla haber yollamış. Gelsin abisi de görüşelim, senin hatırına ders veriyoruz amma.. demiş. Ee? E’si, gittik, adamı gördük. İyi insan hoş da, allah çene vermiş, sağanak gibi konuşuyor. Derdi neymiş? Doldur bakalım kadehini. Çiğ köfte de nefis olmuş baba, yuğuran ellerinin sağlığına! Evet, lafın kısası, hocası bizim kızdan usanmış. İki yıldır elimden geleni yaptım, dedi. Elimden o kadar talebe geçti, hiç bunun gibisini görmedim, dedi. Öğrenemiyormuş. En basit, kolay parçaları daha da basitleştirip veriyormuş. Ama kız gitara hortlağa bakar gibi bakıyormuş sanki. Ödü kopmuş gibi ya da pek şaşırmış gibi. Allah allah! Bir garip alet işte, nesine şaşırıyormuş?! Ne bana soruyorsun, kardeşine sorsana. Hadi şaşmasını anladık, dımbır da dımbır, peki korkmak neyin nesi? Nerden bileyim baba, hocası dedi ki, şimdi ben söylesem şok olur, psikolojik dengesi bozulur, siz lisanı münasiple, yavaş yavaş.. Kıza da günah yahu! Elalemin kızı ne yollara sapıyor tövbe, onun ne eğlencede gözü var ne bir şeyde, dersleri idare eder, ev işini de görüyor, bir merakı bu, önünü keselim de ne idüğü belirsizlere mi karışsın, bırak allasen!


Perdeleri kapamadı. Lambayı açmadı. Camın önüne oturdu. Yola baktı. Geçen arabalara. Işıklarına. Geçen arabalara. Işıklarına. Işıklara. Evlerin pencerelerine. Göğe. Tozlu karanlığa. Işık. Karanlık. Iş.. karan..ı.. Karanlık pencereler, aydınlık gökyüzü. Şimdi gözleri görüntüleri beklemiyor, seçiyor, çözüp bağlıyordu. Kapadı. Açtı. Anladı.

Yerinden kalktı. Sert bir devinimle yatağının üzerinden alırken gitarı sönük lambaya çarptı. Fark etmedi. Yüzlerce kez baktığı notaları gözlerinin gerisinde gördü. Telleri kavradı. Telgraf telleri gibi sessiz, sakin.. Keskin bir gülümseme yarıldı kapalı dudağından.

Gideceği yere doğru perde perde açılan titreşimlerle basitleştirilmiş parçayı basitleştirilmemiş şekliyle çaldı.

                                                                                                                                                                                              Ocak 1986


25 Ocak 2019 Cuma

ESKİ YAZILARIN İSLİ SAYFALARI ARASINDA

Güneydeki ev tamamlanmak üzere; içini gezdiriyor babam. Geniş salonda bir işçi, elinde mala, tavanı sıvalıyor. Bir odadan çıkıp ötekine giriyoruz. Ne güzel bir armağan bu böyle! Kimi ayrıntıda babamın beğenisini paylaşmıyorum. Bir duvarın rengi, tavanlardan birindeki alçı süsleme.. Ama öyle büyük bir ev ki, öyle rahat.

Dışarı çıkıyorum. Üç tarafta deniz. Kabarık. Çırpıntılı. Beride buğday tarlası. Rüzgar, biçilmemiş başakları dalgalandırıyor. Güneşin ışığı turuncu.

Biraz yürüyorum. Bitişik evlerin bahçeleri kalabalık. Kırmızı tırnaklı bir kadınlar topluluğu kağıt oynuyor. Yüzme havuzundan çıkmış gençler. Boyunlarında havlu, ıslak ayaklarla çimlerin üzerinde dolanıyor. Mangalın başındaki adamı çevreleyen erkekler. Ellerinde rakı kadehleri. Yüzümde hoşnut bir gülümseme, selamlıyorum insanları. Fark etmiyorlar.

Evleri geçiyorum. Şimdi etraf bomboş. Tozlu bir yol, asfalt değil. Yaprakları tozdan beyazlaşmış ağaçlar.

Yitiriyorum yönümü.



Birden görkemli bir yapı çıkıyor karşıma. İçeri giriyorum. Kimse yok. Pencereleri ağır perdelerle örtülü bir kabul salonundayım. Değerli halılar. Ceviz ağacı dolaplar. Klasik möble. Her şeye koyu vişne çürüğü rengi egemen ve yarı karanlık. Mat kristaller. Neden sonra elinde tepsiyle bir adam, camlı kapıdan giriyor. Yolu kaybettiğimi söylüyorum. Konuşmuyor. Aynı kapıdan üç dört kişi daha beliriyor. Öndeki kadın, ellerini basma entarisine kuruluyor. Yolu kaybettiğimi onlara da söylüyorum. Yorulmuşundur, diyor kadın. Yuvarlak masanın başındaki iskemleyi gösteriyor. Hep birlikte oturuyoruz. Artık dönmem gerek ama.. Çay ikram ediyorlar ve simit. Kaynayan semaver arkamızda.

Sessizlik. Bölmek istiyorum. Sizinle, diyorum, komşuyuz.. Buraları anayola uzak: yiyecek gereksinimini rahat karşılayabiliyor musunuz? Duymazlıktan gelinecek bir şey söylemişim gibi ağırlaşıyor sessizlik. İnce belli bardaklar sakin aralarla masaya konup kalkmaya devam ediyor. Çocuk simidini iki parçaya bölüyor. Çekingen, gülümsüyorum: Yani, yakıt almak istediğinizde.. uğruyor mu tanker?!!

Son hecede, işte o an, gözüm masaya bitişik pencereye takılıyor. Tek parça camı geniş, perdesiz. Dışarısı-
Dışarısı su. Deniz. İçerde, dibindeyiz. Ya da ortalarında.. bilmiyorum.. dip görünmüyor.
Görüşüm pencereyi çizgi çizgi yükselerek bir anda kavrıyor. Güneş ışınları
          güneş ışınları suyun rengini yukarıya doğru açmış.
          Bir teknenin dibi. Net bir karaltı. Çelik ciğerli bir dalgıç. Henüz çok uzakta, küçük bir nokta. Suyun çok koyu yeşil-lacivert olduğu yere doğru devinen paletler.

tanker?!!!

Ama buna gerek yok ki, diyor kadın. Ekliyorlar hep birlikte:


ÖLDÜN sen.

21 Ocak 2019 Pazartesi

SAKİN OL

Yeni bir hafta ile bürokrasi engelli koşusunda diğer bir etabın başlangıcı.

Gece rüyamda tüylü, iri bir kedi “Sen filanca yere gidiyor musun?” diyerek onu da götürmesi için kardeşimin üzerine sıçradı. Kanca gibi çıkmış tırnağının kardeşimin gözüne girerek ferini söndürüp bulanık ak bir perde indirdiğini gördüm.

Uykum kaçtığında birbirinden olmadık senaryolar kafama üşüşüp beni çarpıntılı bir cin haline getiriyor.

Ortak tema, kaprisli bir gücün fare gibi oynadığı küçük bir figür olduğum hissi.

*
Sıkı bir katarsis yerine geçen bir de terör rüyasından sarsılarak kendime gelmiş uyandım.

Senaryolara geçit verme, dedim. Kapılma. Ne yapsan hayatın getireceğine nasılsa hazırlanamazsın.

Bırak.

Kendini muhatap olarak görme (bu, ezilmenin en kestirme yolu). Olan hiçbir şeyi üzerine alınma.

Özü çıplak bir güç oyunundan ibaret kuvvetli/şiddetli VE iğreti bir sistem hükmünü yerine getiriyor.

Kızmak, sabırsızlanmak böcek sokuğunu kaşımak gibi. Kendi kendini tahrik ederek nefesini daraltmaktan, kendini daha da aciz issetmekten başka şey elde ettiğin yok.

Belirsizliğin böyle kaprislisi hiç çekilir şey değil ama bir olgu. Ona milim kımıldamayan mızraklarla senin kendi içinde saldırman karda-çamurda motor yaktırıcı bir patinaj yapmak gibi.

Bırak.

İpe serecekleri un elbet tükenecek.


Sakin ol.

20 Ocak 2019 Pazar

YOLDAN

Vefat edenin ikametgahı nerede görünüyorsa veraset işlemlerini orada yaptıracaksınız dedi bilgisayar çağının 30 yıl öncesinden hortlamış ses. Yani bulunduğum yerin 575 km güneydoğusundan. Şapkasından türlü çeşitli mahluk çıkaran bürokraside 2 ile 2 bu kez de 4 etmeyecekti demek. Kızgınlıkla eve döndüm. Diş fırçamı kapıp arabaya atladım. Kurt havasına dalıp kaprisleri dipsiz ulu parmağın gösterdiği vergi dairesinin yönünü tuttum.

Yerden ince karlı su püsküren karanlık ıslak kış havası dikkatimle birlikte yolda olmanın heyecanını da biledi. Nedenini koy bir yana, suyuna dönen balık oldum.

Yolda olmak soluğumu nasıl da ritme sokup derinleştiriyor.

Kirli (ama bunca yağmurla hiç değilse sulu) Tuz Gölü, Aksaray, geç onları, dağım Hasan ile güzergahın en ballı kısmı başlasın. Yerde kar, gökte bulutlar, önümde ufuk boyu açılan Toroslar, ışık ve bulutların oyunuyla nefesimi kesti. Çekildikten sonra aşırı işlenmiş bir fotograf gibi gerçeklik hissini zorluyorlardı. Varlık ile yokluk arası. Bir iki karakalem hareketiyle tersyüz edilmiş. Gözlerimin deklanşörüne ardı ardına bastım. Yolla birlikte değişerek akan kareleri epey bir zaman kalsın istediğim hafızaya attım.



*
Bir hoşluk da yeniden köyde, kuzenlerle olmak tabii.

“Nereden çıktın sen?!!”

“Vergi dairesi yolladı.”

“İyi. Yumurta törenini de yaparız.”

Araba yeni ya. Yumurta da bir can.

“Her tekerinde bir yumurta kıracağız. Alıp alacağın can bu olsun diyeceğiz.”

Her birimizin elinde birer yumurta, kaza belaya karşı törenimizi yaptık. Gecenin bir vaktiydi. Suratına yumurtayı yiyen kış lastiğinin hayretini hayal edip güldüm.

E, Felix, yeni araba, sen de sahibin ve yakınlarını tanımaya başla. Benim kanım şimdiden sana kaynadı. Kıvrak, uysal, oturaklı geliyorsun. Cantlarında da yumurta sarısı.

*
Ertesi sabah karanlık bir sağanakta ver elini son durak. Hava durup durup yükleniyor. Psikotik epizoduna yuvarlanmış bir bipolar dersin. Sakinleşir olmasıyla yeni bir rüzgar şamarı aşketmesi bir oluyor, ardından silecekler yine soluk soluğa.

Tam iki ay sonra yeniden merhaba Akdeniz! Yazın menekşe mavisi yerini kurşuni zeminli limon küfüne bırakmış, köpük köpük. İki ay deyip geçme, koca bir perde değişti oyunda. 

Yeni bir fasıl da devlet dairesinde.

“Yanlış gelmişiniz. İşlem vefatın gerçekleştiği yerde yapılır.”

Önümde ağır çekim yaklaşan bir yol ayrımı: Cinnet geçirmek ya da boynu bükük mağduru oynamak.

İkincisi.

“Aman yapmayın! Ta Ankara’dan geldim. Öyle dediler.”

Karşımdaki anlayışlı, medeni. “Ben burasıyla ilgili işleminizi yapayım da. Gerisi alanım değil. Size vergi dairesinde yardımcı olurlar.”

Vergisinin gücünü elinde bilip kullanan çağdaş vatandaştan fersahlarca uzakta, devlet kulu refleksinin işleyişi.

Allah razı olsun!

O da ne, kulluk ettiğimiz bürokrasi şapkasından yeni bir mahluk çıkarmıyor. Ciddi, anlayışlı memur sunduğum belgeleri kabul edip işlemi gün içinde bitirmeye çalışacağını söylüyor.

Öğle vakti. Gözde kitapçıma uğradım. Sonra yeni bir sağanak atağının geçmesini arabada bekledim. Dışarıyı damla-dalga ıslanan camın dinamik filtresi ardından seyrettim. Görünüm andan ana değişerek suluboyalaştı. Soğukça ama nefis bir seyir. Sürdü gitti.



Her zamanki kebapçım. Sıcağa karşı koca pervaneler yerine içeride bir dip köşede ısıtıcının altında büzüşmüş.

Yeniden araba. Başka bir açıdan suluboya seyre devam.

Ve müjde! Müteveffanın vergi borcu yoktur yazısı çıkmış.

Havanın ciğeri bir iniyor bir kalkıyor. Geçici sükunetle yer değiştiren rüzgar, sağanak. Körük ine kalka dursun Akdeniz artık düpedüz vahşi! Birkaç metrelik dalgalar üst üste, art arda, kıyı dövülüyor, palmiyeler iki büklüm, ileride dağlar, beride, bu düzenlemede neredeyse güzelleşen yapılaşmanın kahve tonları siluetleri.

*
Bir gün de dinlenmenin ardından geri dönüş.

Rüzgar Toroslardan ve çok sert esiyor. İki günde kar örtüsü yayılıp yükselmiş. Yolda yer yer kar-buz yamaları. Rüzgarın yola doğru tozuttuğu ince kar görsel bir lezzet ama onu mezelikte bırakıp dikkati yekpare tutmak gerek. Şakası yok, kara kış.



Otobüs şoförlerinin uğursuzluk getireceğine inanıp hiç hoşlanmadığını yapıp ne zaman nerede olacağımı hesaplayarak Aksaray’a yaklaşıyordum ki bir dönemecin ardında upuzun bir TIR kuyruğuyla karşılaşmamla trafiğin durması bir oldu. Sağımda TIR’lardan bir sur, arkamda Bağdad’dan gelen bir otobüs, önümde bir araba, iki sıra arasında, uyanıklık edip o kaygan zeminde araya girmeye kalkarak çaprazlamasına durmuş bir başkası: Çakılıp kaldığımız iki buçuk saat boyunca sahnemi oluşturdu. Araçlarına girip çıkanlar da figüranlar. (Yalnız yolculuk eden de, tek kadın da bendim.) Akıllı telefonun nimetleri. Uydu haritasında arkaya doğru uzayıp giden kırmızı kuyruk ile olan biteni anı anına izledim. Benzin deposu ile mesanem yarı yarıya, biri boşalırken diğeri dola dursun, haberdar olmak sabırsızlık ve çaresizlik karışımına iyi geliyordu. Süt kardeşim Aksaray karayolları müdürlüğünü aramış. Gülerek, kızkardeşim trafikte kaldı diye ağladım, dedi. TIR yattı da, çalışıyoruz, açmak üzereyiz demişler. Nice zaman sonra biraz kımıldayıp yeniden duran TIR’lar arasından, bulanan havanın kuşattığı karlı tepeler. Beyaz göz yakıcı. O da ne, trafik usul usul açılıyor ama silecek suyu tükeniverdi! Arada camdaki opak bulamaç, körlemesine bir gidişle 40 km daha ve deniz kazazedesinin kendini dar attığı ıssız ada misali konaklama yeri!



Yoğun trafikle yola devam. Artık adamakıllı yorgunum ama soluğunu bir kuvvetle üfürmesi insana haddini oracıkta hatırlatan doğa o kadar güzel ki. Akşamüzeri ışığı bilenmiş, diri, hemen ardından altınsı. Sefil Tuz Gölü bile Kuğu Gölü gibi görünüyor.




Sağ olsun yumurtalar ve Felix, bir yolculuk da çıkını alacalı şeylerle dolu, böylece sona eriyor.



(Yazmaya karanlıkta başladıydım.)

10 Ocak 2019 Perşembe

DÜNDEN DEVAMLA

Cep telefonu.

Bu şeker kavanozu gibi eğlencelik olmadığında hayat sana nasıl geliyor? Düz, renksiz, yavaş? Sıkıcı? Zamanla, kendinle, etrafınla ilişkin nasıl oluyor? Boşluk? Boşluğa katlanamamak? Doğal belirsizliklere, yapay tatlandırıcıların ötesinde farklı işleyen ödüllenmelere gelememek?

Hiçbir şey yapmadan oturmak, demişti babam, birçok şeyi yapmaktan daha zordur. Dene de bak.

Ama belki asıl doyum, asıl güç de oralarda bir yerde. Hayatın doğal akışı içinde sudaki balık gibi olmak.

Sanal bir selin bir girdabından diğerine sürüklenmektense.

Algıların duyarlık kazanıp keskinleşmesine, derinleşmesine zemin yaratmak.

Sanal uyaran bombardımanıysa algıyı tizleştirip çiğleştiriyor, ardından uyuşturup köreltiyor.

*
Cep telefonuyla güvenli mesafeli bir ilişki, iyi de bir dürtü kontrolü pratiği.

Sakıncaları arasında belki de başta geleni -her bağımlılık nesnesinde olduğu gibi- dürtü kontrolünü sıfıra indirmesi. Dürttü! Telefona sarıl. Dürttü! Oraya buraya dal, kaybol git. 
Dürttü! Demin baktığın posta kutunu yokla; belki şimdi.. (Aç oğlağın çoktan sağılmış anasının memesine bir daha asılması.)

Dürtünün oyuncağı olmak aşındırıcı. Gücü, güveni, dengeyi.

*
Cep telefonum ne kadar tenha, hayatım o kadar benim.

Yar bana bir eğlence diye mermere saplanmadığımda kedime ne kadar tatlı bir yarenlik sunduğumu görüyorum.


Organik mi organik bir gıda!