29 Ocak 2019 Salı

TRAVERTENLERDE YALINAYAK

Ankara’nın pahalı ve sakil oyuncaklarından Batı Kapısından geçtim. Çok sürmedi, ötelerden melteme kapılmış isli bürümcük gibi dalgalanır görünen sisin içine girdim. Yol kenarlarındaki çıplak ağaçlarla diğerleri, berideki tarlaların yalnız bekçileri, sonra kar kaplı tepelerin ve kırsal arazinin konturları renkleriyle beraber dalga dalga sise kapıldı, soldu, belirsizleşti, andan ana farklılaşan bir eksilmeyle silindi gitti. Bir süre soğuk bir hiçlikte yüzdüm. (Şuna bak dedim, gözüm burnumun dibinde her an bitebilecek bir araç kıçında, alt tarafı su buharı, sıksan avucunda durmayacak bir var desem yok-yok desem var’lık ama işte nasıl da körleştirici! Psikolojik düğümler gibi..)



Eskişehir yolu boyunca aralıklarla sis tünellerine girdim çıktım ama hava bunun dışında pırıl pırıldı. Afyon yolundan Bolvadin-Çay tarafına saptığımda dağlar sol yanımdan yükseldi. Arada tarlaların yemyeşil düzlüğü, karlı başları bir de dumanlı (kardan buluta geçiş nasıl da göz dolduran bir nüans!), yol boyu gülümsedi durdular.

İnsansızlık içinde böyle akıp gitmek ne güzel. Bir süre sonra kafayı vızıltı, gümbürtü, uğultu, kendi insani parazitinden de temizliyor. Büyük şehir sıkışmışlığı ardından cennet!

Ah Acı Göl! Buzsu bir ayna olmuş, dağların sureti şimdi de ona vurmakta. Çardak’ta su kıyısında kafilelere fotograf ve çay molası verirdim ama iktidar övüncü yeni duble yol çok yukarılardan geçiyor. Yollar otuz yıl önceden o kadar farklı ki yerleri de yabancılaştırıyor sanki. Buraları hem çok tanıdık hem değil.



Pamukkale’ye böyle afili bir fiyonktan geçip saptım. Yolu neredeyse törensel bir geçit olmuş. Bir yanı palmiyeli, yeşil tarlalar ve uzakta karlı dağlar arasından kaymak gibi uzanıyor.

Arabadan inip turnikeden geçerken konaklama ve diğer turistik tesisleri travertenlerden uzaklaştırıp aşağı düzlüğe almaları ne iyi olmuş dedim. Akça kayaların kirlene kirlene bir sigara tiryakisinin dişlerine dönmüş hali pek acıklıydı. Şimdiyse hele şu kartpostal göğünün altında ışıl ışıllar. Tepelerinde alev toplarını patlata patlata geçen seyir balonları, süzüm süzüm süzülen yamaç paraşütleri, rengarenk. Ve tepelere tırmanan rengarenk insan. Enlice yeşil bir tür paspası geçiyordum ki bir görevli durdurdu.



“Ayakkabıyla yürümek yasak. Lütfen pabuçlarınızı çıkarın, çorapla gidebilirsiniz.” (Sırt çantamın kenarından hiç çıkarmadığım karabina kancası iyi iş görüyor; pabuçlarımı ona astım da ellerim fotograf çekmeye serbest kaldı.)



Sıcaklık 9 dereceydi. Ankara’nın üzerine bahar sayılır. Kireçtaşı da taş gibi değil; onu bırakan suyun ılıklığı sinmiş. Suyun açtığı kıvrımlar da sert, batıcı değil. Beyazı kadar ılık, yumuşak bir basış sunuyor kayalar ama bir de suya girip ıslanmayı göze alamadım. Bunun bir de sonrası var.

Sezon dışı olsa da epey hareketli. Yerli turist, Orta Asyalılar.. Etrafta çay bahçesi ve kafe kadar Çin lokantası var. Haşema, bikini, tesettür ve deniz simidi dükkanları.



Yamaç paraşütçülerinin indiği düzlükle yanağı üzerine yayılmış balonların (ne kadar büyüklermiş) arasından Karahayıt’a uzandım. Tepeden, eğri büğrü, kısmen toprak bir yoldan giderdik. Ufak bir köyün içinde, tüterek fışkırdığı kayayı minerallerden oluşma paletiyle rengarenk boyayan bir suydu. Turistler elleri, ayaklarını sokar, fotograflarını çeker, sonra yolumuza devam ederdik.

Yol burada da aşağı alınmış. Yanına (hayatında bir bisiklet ve bisikletli görmemiş, dolayısıyla bunun ne kadar yer kaplayacağını hiç kestiremeyen bir belediye görevlisine çizdirilmişçesine gerçekdışı bir darlıkta fakat tam iki şeritli ve özenle maviye boyalı) bir bisiklet yolu yapılmış ama kaldırım yok. Bir tür taç kapıdan turistik bir kasabaya giriliyor. Pansiyonlar, oteller, lokantalar, meydanda bodur bir Atatürk heykeliyle elektrik-aydınlatma direğinin görsel karmaşası arasında, rengarenk mumlara şamdan olarak kullanılan bir şişe misali elvan elvan izli tüten kayalardan bir tanesi, bir tane de beride bir tesisin bahçesi içinde. Bir cami, tesettür, bikini, Osmanlı, Japon, Çin lokantası kaynaşması da burada.



Önce Hierapolis’i, antik kenti gezsem daha iyi olurmuş, dönüşte aşağı kapısı kapanmıştı (17.30). Yukarı kapı altı buçuğa kadar açıkmış ama fotograf makinesinin pili bitti. Belki yarına diyerek pas geçip otele döndüm. Çoğu boş ama hiç de bomboş olmayan yemek salonunda, bir gıda denetçisinin “Siz siz olun, ASLA ve HİÇBİR otelin açık büfesinde yemeyin!” deyişini hatırlayarak tabağımı kafiyeli şeylerle abartmadan doldurdum.




Erkenden odama çekildim.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder