Ankara’nın pahalı ve sakil oyuncaklarından Batı
Kapısından geçtim. Çok sürmedi, ötelerden melteme kapılmış isli bürümcük gibi
dalgalanır görünen sisin içine girdim. Yol kenarlarındaki çıplak ağaçlarla
diğerleri, berideki tarlaların yalnız bekçileri, sonra kar kaplı tepelerin ve
kırsal arazinin konturları renkleriyle beraber dalga dalga sise kapıldı, soldu,
belirsizleşti, andan ana farklılaşan bir eksilmeyle silindi gitti. Bir süre
soğuk bir hiçlikte yüzdüm. (Şuna bak dedim, gözüm burnumun dibinde her an
bitebilecek bir araç kıçında, alt tarafı su buharı, sıksan avucunda durmayacak
bir var desem yok-yok desem var’lık ama işte nasıl da körleştirici! Psikolojik
düğümler gibi..)
Eskişehir yolu boyunca aralıklarla sis tünellerine girdim
çıktım ama hava bunun dışında pırıl pırıldı. Afyon yolundan Bolvadin-Çay
tarafına saptığımda dağlar sol yanımdan yükseldi. Arada tarlaların yemyeşil
düzlüğü, karlı başları bir de dumanlı (kardan buluta geçiş nasıl da göz
dolduran bir nüans!), yol boyu gülümsedi durdular.
İnsansızlık içinde böyle akıp gitmek ne güzel. Bir süre
sonra kafayı vızıltı, gümbürtü, uğultu, kendi insani parazitinden de
temizliyor. Büyük şehir sıkışmışlığı ardından cennet!
Ah Acı Göl! Buzsu bir ayna olmuş, dağların sureti şimdi
de ona vurmakta. Çardak’ta su kıyısında kafilelere fotograf ve çay molası
verirdim ama iktidar övüncü yeni duble yol çok yukarılardan geçiyor. Yollar
otuz yıl önceden o kadar farklı ki yerleri de yabancılaştırıyor sanki. Buraları
hem çok tanıdık hem değil.
Pamukkale’ye böyle afili bir fiyonktan geçip saptım. Yolu
neredeyse törensel bir geçit olmuş. Bir yanı palmiyeli, yeşil tarlalar ve uzakta
karlı dağlar arasından kaymak gibi uzanıyor.
Arabadan inip turnikeden geçerken konaklama ve diğer
turistik tesisleri travertenlerden uzaklaştırıp aşağı düzlüğe almaları ne iyi
olmuş dedim. Akça kayaların kirlene kirlene bir sigara tiryakisinin dişlerine
dönmüş hali pek acıklıydı. Şimdiyse hele şu kartpostal göğünün altında ışıl
ışıllar. Tepelerinde alev toplarını patlata patlata geçen seyir balonları, süzüm
süzüm süzülen yamaç paraşütleri, rengarenk. Ve tepelere tırmanan rengarenk
insan. Enlice yeşil bir tür paspası geçiyordum ki bir görevli durdurdu.
“Ayakkabıyla yürümek yasak. Lütfen pabuçlarınızı çıkarın,
çorapla gidebilirsiniz.” (Sırt çantamın kenarından hiç çıkarmadığım karabina
kancası iyi iş görüyor; pabuçlarımı ona astım da ellerim fotograf çekmeye
serbest kaldı.)
Sıcaklık 9 dereceydi. Ankara’nın üzerine bahar sayılır.
Kireçtaşı da taş gibi değil; onu bırakan suyun ılıklığı sinmiş. Suyun açtığı
kıvrımlar da sert, batıcı değil. Beyazı kadar ılık, yumuşak bir basış sunuyor
kayalar ama bir de suya girip ıslanmayı göze alamadım. Bunun bir de sonrası
var.
Sezon dışı olsa da epey hareketli. Yerli turist, Orta
Asyalılar.. Etrafta çay bahçesi ve kafe kadar Çin lokantası var. Haşema,
bikini, tesettür ve deniz simidi dükkanları.
Yamaç paraşütçülerinin indiği düzlükle yanağı üzerine
yayılmış balonların (ne kadar büyüklermiş) arasından Karahayıt’a uzandım.
Tepeden, eğri büğrü, kısmen toprak bir yoldan giderdik. Ufak bir köyün içinde,
tüterek fışkırdığı kayayı minerallerden oluşma paletiyle rengarenk boyayan bir
suydu. Turistler elleri, ayaklarını sokar, fotograflarını çeker, sonra yolumuza
devam ederdik.
Yol burada da aşağı alınmış. Yanına (hayatında bir
bisiklet ve bisikletli görmemiş, dolayısıyla bunun ne kadar yer kaplayacağını hiç
kestiremeyen bir belediye görevlisine çizdirilmişçesine gerçekdışı bir darlıkta
fakat tam iki şeritli ve özenle maviye boyalı) bir bisiklet yolu yapılmış ama
kaldırım yok. Bir tür taç kapıdan turistik bir kasabaya giriliyor. Pansiyonlar,
oteller, lokantalar, meydanda bodur bir Atatürk heykeliyle elektrik-aydınlatma
direğinin görsel karmaşası arasında, rengarenk mumlara şamdan olarak kullanılan
bir şişe misali elvan elvan izli tüten kayalardan bir tanesi, bir tane de
beride bir tesisin bahçesi içinde. Bir cami, tesettür, bikini, Osmanlı, Japon,
Çin lokantası kaynaşması da burada.
Önce Hierapolis’i, antik kenti gezsem daha iyi olurmuş,
dönüşte aşağı kapısı kapanmıştı (17.30). Yukarı kapı altı buçuğa kadar açıkmış
ama fotograf makinesinin pili bitti. Belki yarına diyerek pas geçip otele
döndüm. Çoğu boş ama hiç de bomboş olmayan yemek salonunda, bir gıda denetçisinin
“Siz siz olun, ASLA ve HİÇBİR otelin açık büfesinde yemeyin!” deyişini
hatırlayarak tabağımı kafiyeli şeylerle abartmadan doldurdum.
Erkenden odama çekildim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder