Sarılı mavili allı morlu Pamukkale sabahı er vakit Felix’e
semerini vurdum, Denizli’den çıktım. Gecekondudan apartmanlaşmış herhangi bir
şehir gibi Denizli. Gemisini kurtaran kaptanların, benden sonra tufancıların,
çocuklara ve bize başımızı sokacak iki göz oda başlangıçlı yayılmacılığın
nursuz, yeşilsiz, ruhsuz yığılmışlığına diğer bir tipik örnek. Görmeyeli
büyümüş, yolları, alt, üst geçitleri dallanmış budaklanmış. (Bu yeni yol
ağlarında navigasyon, hele benim gibi yönsüzler için daha da değer kazanıyor.)
Ama Aydın yolunu tuttuğumda karşımda yemyeşil yükselen koca dağ ile öyle bir
doğa çanağında ki göz buna açıldıkça çapsız insan elinin çirkin marifetleri
yeryüzünden siliniyor.
Yükseldikçe şehir trafiği seyreldi. Bitti. Hava
bulutlanırken ferah dağ yollarında yalnızlaştım.
Aphrodisias?
Şansımızı bir deneyelim, evet. Hava izin vermezse müzesini
görürüz en azından.
Geyre’ye doğru bir 70 km boyunca büyük kısmı iyi
durumdaki yolun sonunda ören yerinin girişine vardığımda yağmur başladı.
Kendimi müzeye attım. Buz gibiydi, ısıtıcılar onarımdaymış. Yenilenmiş müzeyi gezmeye
Antik Çağın ünlü ve benzersiz heykel okulunun eski tanışlarıyla başladım. O
tanıdık hayranlık bir kez daha uyandı.
Roma imaparator-tanrı kültüne adanmış Sebasteion duvar
kabartmaları için yapılan dev salonda ilk kez karşılaştıklarımla ise ayaklarım
yerden kesildi. Ortada Aphrodisias’ın Mavi At’ı, duvarlar boyu her biri
mitolojiden bir sahne ile insan ve dizginsiz düş gücünü derinlemesine anlatan
kabartmalar, heykeller. Afallatıcı ifade güçleri.
Çıktığımda yüksek sanatla içim ısınmış, burnumun ucuysa buz
kesmiş, havayı filan unutmuştum. Başka şey görmesem bile gam yemeyecekken yağmurun
dindiğini gördüm, içim kabardı.
Aphrodisias büyülü bir yer. Hep öyleydi. Arda kalanın
görkemiyle değil sırf. Konumu ve telkin ettiği tanımlanmaz şey ile de. Yaz
kalabalıklarında otuz kırk kişilik turist kafilelerinin başında bile dipten
dibe hep hissettiğim farklı bir çekimi oldu.
Şimdiyse ıslak, serin havada yapayalnızdım. Yağmurun
canlandırdığı yeşil örtüsüyle şehre daldım. Kenan Erim’in bir kıyıdaki sade
mezarına gittim. Otuz yılını adadığı kısa yaşamında ortaya çıkardıklarına
teşekkür ettim.
Bulutlar tepemde kaynaştıkça oluşan dramatik ışık
oyunlarının sürekli değişimi altında Afrodit’in tapınağından güzelim şehir
meclisi amfisine, çok geniş bir alana yayılan kalıntılar arasında dolandım.
Toprak yamaçtan, en üst sırasına tırmandığın ana kadar gözden saklanan, tümüyle
korunmuş stadyumun şaşırtıcılığını onu neredeyse ilk görenin hayretiyle yeniden
yaşadım.
Birkaç kişilik bir Amerikalı grupla şöyle bir
karşılaştık. Yoluma bir süreliğine peşime takılan tatlı bir köpek yavrusuyla
devam ettim.
Bu mevsimde çırılçıplak ağaçların yağmurla cilalanıp
belirginleşmiş dalları, gövdeleri sütunlar, alınlıklar, sütun tamburları, işli
mermerle tutuştukları kah çekişme, rekabet, kah kaynaşma ile ayrı bir fasıl
açıyordu. Bir süre sonra ağaçlar, başlı başlarına ve kalıntılarla giriştikleri
ilişkileri ile gözümde iyiden iyiye öne çıktı.
Ve kavakları oldum olası sütunlarına tepeden bakan
Aphrodisias’ı bu kez bambaşka gördüm.
Aradan ve Kenan Erim’den beri geçen otuz yıl boyunca gün yüzüne
çıkarılanlarda çok yol alınmış. Karlı, yeşilli dağlar, tepelerin, sık bitki
örtülü düzlüğün arka planıyla avucunda kent iyice belirginleşmiş.
Hamamdan Hadrian tapınağına, agoradan tiyatroya, müzedeki
kabartmaların Sebateion’una, hepsi da anıtsal yapıların arasında turumu
tamamladım. Yükümü almış, zenginleşirken şifa bulmuş, bir kahve molası ardından
Aphrodisias’tan ayrıldım.
Google yolu kestirmeden tarif edeyim dedi. Denenmişten şaşma demeyi bilmediğimden sen bilirsin dedim. Beni anayollardan uzaklaştırıp o
köy senin, şu tarla-bahçe benim, dağların içlerine soktu. Bir traktörle yan
yana kılı kılına geçilen yollara saptırdı. Arada işlekçe yollara çıkıyorduk,
geniş bir nefes alıyordum ama çok sürmüyor, daha da içlere dönüyorduk. Hiç
görmeyeceğim yerlerden geçtik.
Yükseldikçe değişken bulutlu havanın ışığı çok uzaklarda,
karşı yamaçlarda kalan yerleşimleri aydınlatıp karartıyor, zaten baskın olan
doğayı daha da öne çıkarıp görünümü insanın dışına, zamanın ötesine taşıyordu.
Kaygılı ve büyülenmiş, devam ettim. Kendimi daracık, yılankavi bir dağ yolunun
uçurum kenarından tırmanır bulduğumda iyice kasılmadım değil. Felix’in utangaç
bir ergenin höt’ü kadar yükselen kornasının karşıdan hızla gelenin hikayeme son
vermesini ne kadar engelleyebileceğini bilemeden bir 30 km böyle gittim. Yağmur
başladı, durdu, arttı. Sonunda Yatağan yoluna çıktığımda navigasyonu kapayıp
derin bir nefes aldım ve Bodrum’a kadar yolun salonda çay içmek gibi gelen son
etabını Renée Fleming’in Guilty Pleasures albümünü dinleyerek yaptım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder