Canhıraş bir açılış ile sırtım koltuğa gömüldü. Güçlü bir
film vaadi ile birbirini izleyen sahneler iyi bir görsellik ve akış sunuyordu.
Çiçero, Erdal Beşikçioğlu’nun canlandırmasında trajedi ile yoğrulmuş bir
insanın gizemli, yoğun, nüfuz edilemez cephesiyle karşımızdaydı. Bırakmış bir
koca, tutkulu bir aşık.
Pek iyi (konuşulan İngilizce ve Almancaların kulak
tırmalayıcılığına, bu dilleri konuşanların yer yer karikatürleşen bir
indirgemecilikle oynanmasına aldırmamaya çalıştıkça) pek güzel derken acaba
öyle miydi dediğim olgulara (Cornelia Kapp’ın down sendromlu çocuğu) geçtik.
Ardından von Papen’e düzenlenen başarısız suikastın düpedüz çarpıtılmasıyla
film bir Çiçero kahramanlık destanına doğru savrulmaya, gözü yaşlı ve pek bir
aşk güzellemesine yuvarlanmaya başladı ve yok artık! dedirten bir Mustafa Kemal
ile her şeyin üzerinde ve (kendisine atılan kazık dahil) her şeye ta başından
hakim olunduğu final mesajla duvara tosladı.
Yazık oldu! Müthiş bir malzeme ile eli yüzü düzgün bir
anlatım potansiyeli güdük bir bakışın ve aşk her türlü güdük bakışı dayanılır,
hatta çekici kılar kanaatinin kurbanı olmuş Çiçero.
Bu ağlamalı-ağlatmalı çözülüş ve sığ bir idealleştirme
yerine bütün çelişkileri ve çok boyutluluğu ile sunulacak bir Çiçero, bu
karakteri üretmiş İkinci Dünya Savaşı dünyası ile Türkiye’sine esaslı bir
pencere açabilirdi. Onun yerine kapıyı arkasından gümbürtüyle çarparak ufak bir
dokunaklı aşk hikayesine kapadı.
*
Ben Çiçero karakteri ile Murat Yetkin’in Meraklısı İçin Casuslar Kitabı’nda
karşılaştım. Filmin başlangıcı kadar ve tek bir sayfasında tökezlemeyen bir
sürükleyicilikle ilerleyen kitap, derinlemesine ele alınan bir casuslar geçidi.
Ve tam da filmin çuvalladığını başararak dönemler, koşullar ve kişilere
baktıran ve gördüren pencereler açıyor.
İdealleştirme- yargılamadan uzak, temiz, net bir
objektifle detaya inme ve bütüne açılma arasında usta bir fotografçı gibi gidip
geliyor. Olaydan olaya, uyandırdığı ilgiyi hiç kaybetmeden geçiyor. Büyük
oranda tesadüflerin, kişisel zaaf ve inançların yön, biçim verdiği kişiler ve
koşullarla yazılmış tarihi önümüze pay çıkarılacak bir şey değil, oraya buraya
çekiştirilmeden objektif bakılsa çok daha fazla şey gösterecek (ve
kazandıracak) bir akış olarak getiriyor.
Casuslar Kitabı’nın Çiçero’su, taşıdığı suyun tarihin
akışını etkilediği, filmde idealleştirilenden çok daha çiğ, keskin; atmadığı
çalım kalmamışken sonunda bir kenarda tükenip gitmiş bir tanrı kulu. Kitabın kapsamı
gereği onun kişiliğinden çok yaptıklarına eğiliyor; nasıl biri olmuş
olabileceğine dair ipuçlarını bunlarda buluyor, oradan itibaren farklı (ve çok
açılı) Çiçerolar canlandırabiliyoruz.
İlerde tarih denilecek harala gürele akışın içinde güçlü
iradelerin yön değiştiriciliğini teslim ediyor (bu sırada tarihi belirlenimcilik
gibi katı indirgeyiciliklerden uzaklaşıyor), hayatın tesadüf ve irade
arasındaki sonsuz git gel zemininde şekillendiğini hatırlıyoruz. Olaylar öyle
gelişir ki tek bir insanın dokunuşuyla bütün bir konserve piramidi yerle bir
olabilir.
Casuslar Kitabı işte böyle dokunuşların kitabı. Zaaflarının, inançlarının, korku ve
öfkelerinin güdümündeki güçlü iradelerin (casusluk bu, çelik gibi bir sinirağı
ister!) akışta yarattıkları değişimlerin kitabı.
Murat Yetkin, kişileri tekilliğin sınırlı ama bütün
içinde belirleyici olabilen bir gücün sahibi olarak (ve bağlamı içinde) sunuyor
ki kitaptaki Çiçero’yu filmin Çiçero’sundan çok daha ilginç kılan da o.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder