29 Şubat 2020 Cumartesi

GÖÇMEN


Burada yaşanmaz deyip gidenler yerine böyle yaşanmaz deyip ülke, yönetimi ve gidişatıyla afektif bağımı kesip kalarak (belki gidenlerden daha uzağa) göçtüm.

Eylem insanı olmadığıma, bunları bir kıvılcıma dönüştüreceğim de olmadığına göre

hop oturup hop kalkarak

kahrolarak

öfke ve nefret saçarak

neyin değişmesini bekleyebilirim?

İstemediğim savaşların son bulmasını mı? İnsanların yok yoluna ölmemesini mi? Toplumsal barışın inşasına başlanmasını mı? Hukuk devletine doğru evrilmeyi mi? Daha makul, doğasına, insanına saygılı bir ülke haline gelmeyi mi?

Aczi kadar derin bir öfke ile kaynamaktan ne elde etmeyi umabilirim?

Birlikte nasıl yaşayacağımız sorusuna, üzerine tek bir taş daha koymak yerine idolleştirilerek taşlaştırılmış kurucu modele “Ben bir zamanlar böyle miydim” ah vahı ile bugünün yanıtlarını, çözümlerini nasıl bulmayı ümit edebilirim?

Büzüştüğü köşesinde ağlama kardeşliğinden kime ne medet geliyor?

Cılız, güçsüz, çaresiz bir “aynı gemideyiz” aidiyeti belki.

Peki nereye gidiyor o gemi?

Bir yere gidecek mi?

Bir başına tepkisel bağı, öfkeyi sadakatin, yürekten bağlı olduğu varlık için bir iş yapmanın gereği bilmiyorum.

Bu, sahip çıkmak için hiç mücadele vermemiş olduğu gücü elinden alınmış mağdur vatandaş kimliğinden “kimse” kimliğine göçüyorum.

Ve orada elimde olana odaklanıp daha geniş bir perspektif edinmeye, biraz daha anlamaya, kalıpların dışına çıkmaya bakıyorum.

Yüreğin kaygan kumlarından kavrayışın yürünebilir zeminine.

28 Şubat 2020 Cuma

ZATEN


Kışın kendine dönen yazlık bir köyde yaşıyor, bundan da hoşnutluk duyuyorsan birtakım şeyleri tersine çeviriyorsun demek.

Dışı içe

Telaşı akışa

Azı çoğa

Çokluğu sadeliğe

27 Şubat 2020 Perşembe

EŞİK


Sen bir balıksın, akıntının tersine yüz.

Uyarım eşiğinin yukarıya, hep daha yukarı pompalandığı bir zamanda eşiği düşür.

Bir anda tek bir şeye yönel, elinde, önünde ne varsa onunla kal. Bir insan, konu, nesne, durum, bir kaygı, korku, sevinç.

Uyarım eşiğinin kontrolsüzce yükselmesine geçit vererek kendini tek bir şeye veremez oluyorsun.

Yeterince uyarılmamak dayanılmaz, boş, renksiz, yavan, sıkıcı hatta tehdit edici geliyor. Sabrını zorluyor.

Eşik yükseldikçe ilk düşen sabır zaten. Hadi, hemen, çabuk, bir daldan diğerine, bir iki dal yetmez, aynı anda bir orman olmalı neredeyse.

Sabırla birlikte dürtü kontrolü, kaldırma gücü ve doyum da düşüyor. Dört elle sarıldığın uyarımların sahneye girişiyle çıkışı bir oluyor.

Daha ne var, daha daha neler var?!

(Aklıma bir Budist mecazı geliyor. Doymak bilmez hayaletler; kursakları daracık, mideleri devasa. Ne kadar yese o kadar aç kalan hedefini şaşırmış Arzu.)

Tek bir şeyde kalmaya bakıyorum. Kendini vermenin mucizevi bir yanı var: Ben-o ayrımı ortadan kalkıyor. Tümüyle açıldığım şey olduğumda sabırsızlık kayboluyor. Elimde, önümde ne varsa bunun algısı inanılmazca bereketleniyor. Durduğu yerde kalamamanın yerini doğal ve derinlemesine bir doyum alıyor. Taze algı. Anlayış, tanıma.

Onlardan da önce kaçma dürtüsü son buluyor. Kendinden, korkularından, kaygılarından. Eşiği yukarı doğru pompalayan bu değil mi zaten?

Kaçış oldukça kaçılabilecek hiçbir yer olmadığını insan kendini sürekli oyalayarak, daldan dala atlayarak göz ardı etmek istiyor.

Sonra gelsin kısırdöngü.

Laçka olmuş uyarım eşiği gözün önündeki en kalın perde belki.

26 Şubat 2020 Çarşamba

KIYAMET


Öyle rastgele bir yerden almadım, ne de ucuza.

Ama nesnelere özenle davranan benim elimde bile kullanımdan kullanıma kötüledi.

Daha ikinci seferdi, baktım çantasının ucu yırtılmış.

Bunu orada burada, bazen durduğu yerde yerinden çıkıveren tekeri izledi. Şimdi gözüm üstünde ki yol yakınken döneyim, yuvarlandığı yerden bulup toplayayım.

En berbat özelliğe ise baştan sahipmiş, sonradan anladım: Lastiği az tutulmuş tekerleriyle boşken ortalığı ayağa kaldıran gürültüsü!

Pazarların en civcivli anlarında bile bağıra çağıra malına davet eden satıcılardan bir köşede uyuklayan sokak köpeklerine, arabasındaki yavrucaklardan bastonlu ninelere, sayesinde önüme serilen bir dikkat geçidinden yüksek topuklarıyla kırmızı halıyı çalımla adımlayan sinema yıldızı gibi geçiyorum.

İşin tuhafı, alıştım. Pazaryerlerine bir napalm bombası gibi düşmekten zevk bile alıyorum.

Zaten şanı patates-soğan alana dek. Biraz ağırlaşıp zemine daha sıkı bastıkça tekeri oraya buraya fırlasa bile sesi azalıyor.

Şunu atsana, dedi bir arkadaşım. Kusurlu doğmuş bebeğine laf edilen bir ana gibi sapına yapıştım.

Kusurlarıyla kişileşen pazar arabama.

25 Şubat 2020 Salı

UYAN


Bir adamın kabusunda yaşıyoruz.

Ama bu adam içimizden biri.

Bu adam biziz.

22 Şubat 2020 Cumartesi

GEL GÖZÜM, SENİ GEZMEYE GÖTÜREYİM -2


Doğum günüme bayram çocuğu gibi uyandım. Heyecanı uykumda başlamış, fazla derin uyumamıştım zaten. Karlı dağ ile göz göze ama gözüm çokça da karşı duvardaki dev ekranda sesi kapatılmış müzik kanalı Dream’de akan birbirinden uçuk, psikedelik videolara kayarak kahvaltı ettim. (Eh, görsel uyaranlara bu kadar yüklenilirse gelinecek nokta da bu olacaktı. Anlamsız bir “daha daha!” zorlaması ve küntleşme.)

Çıktım. Navigasyon sağ olsun, kafamda kalan Fethiye ile neresi ne, hiç çıkaramazmışım. (Normalde çıkarabilirmişim gibi.) Balık pazarı etrafında toplanmış ufak bir yerleşim hatırlıyorum. Her yer gibi dallanıp budaklanmış, yayılmış. Yat limanının arkasında, yeşil yamaçlarla kıyı arasında hoş sayfiye evleri var ama derken göz biraz ötede o güzelim kayalıklara tıklım tıkış tırmanmış apartmanlara çarpıyor. Kendilerinden önce levhaları rekabete tutuşmuş dükkanlar, yazıhaneler dolusu sokaklardan kıvrıldım.




Telmessos’un kaya mezarları 4-5 km ötedeydi. Yamaçta. Ne yer! Şehre, denize, karşı kıyılara, karlı zirveye tepeden bakış. Soyulmuş, harap edilmiş soylu (elbette!) mezarlarının cephelerinden geri kalan hâlâ etkileyici. Öte alem ile beriki burada yanak yanağa. Kalıcı’nın belki biraz daha uzun soluklu geçici olduğunu birbirlerine fısıldar gibiler, başka da bir şey olmadığını.

Geçici-kalıcı. Güncel olaylar vd. İçimi yokladığım an içime sığmaz oluyor bugün. Doğum günüm. Gezi davası kısmi/geçici beraatlarla sonuçlanmış. Arayanlar ihtiyatlı bir iyimserlik ile kronik kötümserlik arasında bocalamaktan kendilerini alıp “Boş ver, iyi ki doğdun!” diyorlardı.

Evet! İyi ki doğduk. Başımızı “iç-dış koşullar” yorumlarımızdan, gündelik (öyle olduğu için de gerçekliği su götürmez hale gelmiş) olandan alıp da şu aslolana, hayata uyanamıyoruz. Doğum günü benim için bunun bahanesi. Ön planla arka planın, yüzey ile dibin yer değiştirip yerli yerine oturduğu bir aralık. Enerji hattına çıplak elle, kaygılarından soyunan yürekle dokunmak. Dalga dalga coşku.

Sonu gelmez tamir çalışmalarıyla kazılmış alt sokağın toprağı, çamurunda, bitişikteki köy evlerinin aralarında eşelenen tavukların, horozların sesi mezarların sessizliğiyle şehrin buraya yükselen uğultusuna karışıyordu.

Amintas’ın mezarına tırmanmadım. Gücümü başka tırmanışlara bıraktım. Onun yerine hafızamdaki mezar, lahit kabartmalarına, taşa oyulmuş methiyelere, burada gerçekleştirilmiş abartılı hayallere dokundum. Şu taş, etten ne kadar daha güvenilir, değil mi? Değilmiş işte, dönüp bunları yağmalayan “et” düşünülürse. Ne varsa şu anda varmış.



Vurdum Kayaköy’e. Mübadele ile birlikte boşalan hayalet Rum köyüne. Eteklerine kebapçı, kahve vs açılmış ama sit alanına dokunulmamış.



Serindi ama pırıl pırıl bir gün. Güneş ve tırmanış ısıtır deyip ceketimi almadım. Çiğ, aralarından otların fışkırdığı yuvarlak sırtlı taşları, kaplamasını üzerinden atmak ister gibi kabara çöke dalgalanmış zemini kayganlaştırıyordu. Aman, bastığın yere dikkat et, bu konuda sabıkalısın, üstelik şimdi boynunda iki, cebindekiyle birlikte üç kamerayla dolaşıyorsun, uçma bir yerlerden aşağı!




Yamaç boyu, çatı hizasında iskeleti kalmış, aşağıdaki güzelim ovaya, karşıda karlı Nif (?) zirvesine kafatasının göz çukurlarından bakar gibi baka kalmış evler. Bir iki baca, incelikli işi seçilen kemer, şurada bir ocak, burada kuyu. Tırmandım. Pencerelerden, kapılardan ağaçların bu mevsim çıplak dalları fışkırmış. Duvarları patlatmış kökler. Bugün ilk cemre düşmüş, beride baharlar açmış. Ovaya, aşağıdaki kiliseye, komşu evlere hizasına geldiğim ya da teleobjektifi getirdiğim hayalet pencerelerden baktım. Aşağıdan yükselen elektrikli testere ile köy seslerini terk edip gitmiş Levissi seslerini hayal ettim. Dumanı tüten ocaklarda pişenleri, akıp giden hayatı. Tırmandıkça önüme yeni açılar seriliyordu. Sıvalarda hayali kalmış renkleri seçtim. Umulmadık bir kızıl, mavi, lavanta, sarı. Uçuk. Bastığım yerdeki canlı sarı, turuncu küf benekleri onları yankılıyordu. Ve sarılı morlu tek tük narin çiçek ile papatyalar. Tepenin hemen altına kadar çıktım. Gözüm köyde, kulağım kutlamak için arayanlarda, güneşi, havayı içime çektim.




Dönerken Arapça konuşan genç bir turist çifte rastladım, başka kimse yoktu. Onlar da şöyle bir çıkıp indiler.

Murat’ın önerdiği, Louis de Berniere’in buradan esinlenmiş Birds without wings’ini indirdim. Su şişesini başıma dikip devam ettim.



Kaya mezarları ile Kayaköy’ün ardından sezonluk ölümünü yaşayan Ölüdeniz. Kovboy kasabasını andıran sokaklar dolusu kapalı pansiyon, yeme içme yeri, dükkanı geçip bir uçtan Ölüdeniz lagününe kadar uzayıp giden ak çakıllı kumsala indim. Ta ilerde mayolu bir çift vardı, sonra ben, öbür uçta da 3-5 kişi. Güneşin alnında koca yerin insan mevcudu ve ona gözlerini dikmeye devam eden yeşil tepeler.

Kumlara gömülüp çakıllara çıka yürüdüm. Hayalet barakalar geçip lagüne ulaşan patikaya döndüm. Çamların arasından kıyıya geldim. Su ağaçların yansımasıyla yeşildi. İlerideki çekiç seslerine karışan bir pop müzik ortalığı inletiyordu. Buranın et et üzerindeki anıları canlandı. Reçine kokulu eritici sıcağı hatırladım. Suyun yüzeyini ağır bir katarakt gibi kaplayan güneş kremi tabakasını. Neyse, artık teknelerin girişine izin yokmuş.



Ya hep ya hiç. Şimdiyse oturup bir bardak çay içecek açık yer yoktu. Arabaya dönüp güzelim virajlardan kıvrılarak diğer tarafa, Kelebekler Vadisine uzandım. Daracık dönemeçler kayalık derin uçurumları izleyerek tırmandıkça tırmanıyor. Dikkat kesildikçe yoğunlaşan bir hayranlık duyuyordum. “Olağanüstü! Bir yığın para harcayıp uzaklara gitmeye ne gerek, şuraların dip bucak keşfi ömre yeter.”

Derme çatma lokantaları, bir iki pansiyonuyla kış uykusuna yatmış uçurum kıyısındaki Farilya’ya kadar çıktım.

Patara’ya giderim diyordum ama birden yorgunluk çöktü. Geri dönüp otelden tavsiye ettikleri Yengeç Restorana girdim. Günün şerefine biralı da bir yemek yiyince odamın yolunu anca buldum. Topu topu 60-70 km yapmıştım ama onca viraj ile inip çıkma bunu birkaç katına çıkarmış. Derin bir uykuya yuvarlandım.

Akşamüzeri benden umudunu kesmemiş Pınar’a gittim. Antalya Konyaaltı’nı hatırlatan upuzun bir kordon boyunca şehrin öbür ucundan içlere. İnanılır gibi değil, dedim, ne kadar büyümüş burası. Güldü, “Eh, buraları da çocukluğumda tarlaydı.”

Güneş batarken şehrin merkezinde kızının işlettiği Kukina’ya gittik. Ancak milyonluk bir şehirde yadırganmayacak bir ölçekte yapılmış iddialı alışveriş merkezinin yanından geçerken ağzım açık kaldı. Bu da ne?! Ne yaparsın diye omuzlarını silkti. “Tek sinema da burada ama ve ben sinemaya gitmeye bayılırım.”

“Eskiden açık hava sineması var mıydı?”

“Olmaz mı? O zamandan beri severim zaten.”

Arabaya birkaç sokak ötede yer bulabilip indik. “Gel seni balık pazarından geçireyim de geçmişi hatırla.” Çepeçevre balık tezgahlarının ortasında meyhaneler sofralarını açık havaya kurmuş, hayli de doldurmuştu. Sayfiye yanının ölgünlüğüne inat canlı bir şehir hayatı. Türkiye’nin en zengin ilçesi deniyormuş Fethiye için. Şaşırmam.

Tepesi ters çevrilmiş renkli şemsiyelerle kaplı Cumhuriyet Sokağına döndük. Kukina’ya girip avlusuna çıktık. Hafta içi erken bir vakit ama şimdiden arı kovanı gibi işlemekteydi. Bir uçta barı, sevimli, kentli müşterisiyle de gencecik bir mekan.

“Yer ayırtmış mıydın?!”

“Tabii.”

Allahtan.

Kızı Meryem yanımıza geldi. İrade ve adanmışlık ışıyan genç bir kadın. Şef dışında çalışanlar da kadın. Siparişimizi verip söyleşmeye devam ettik.

Tez aşamasında bıraktığı doktorasını aftan yararlanıp tamamlarsa Pınar sonradan master, doktora yapan, ikinci branşını okuyan dördüncü arkadaşım olacak. “Bu yaşta mı?!” yapay engeline aldırmayan az insan değil. Şevk verici.

Masalar dolup boşalıyordu. Yabancılar da vardı.

“Burada da çoklar mı?”

Evet. Üç bin aile olduğu söyleniyormuş.

Eli ve gözünü mekandan ayırmayan Meryem’i izledikçe Kukina’nın farklı bir yer olduğunu görmeye başladım. Pınar’ın laf arasında söyledikleriyle de biçimlenen bir başkalık.

“Sobanın yanında oturan adamı görüyor musun? Her akşam gelir. Yemeğini yer, çayını içer, müziği dinler, gider. Hiç konuşmaz. Para almazlar ondan.”

“Şu kız da burada takılır. Zengin bir ailenin çocuğu. Para almadan çalışır, yardım eder.”

Arkadaşlarımın yatağını bulmuş ırmak gibi akan çocuklarını görmek beni mutlu ediyor.

Şansıma canlı müzik akşamıymış. Bir gitar-ses ikilisi geldi. Kalburun beklenmedik ölçüde üstü bir müzik başladı. Doğum günüm olduğunu telefonlardan öğrenen Pınar iki taşın aralığı bir kutlama doğaçladı. Ne oluyor demeye kalmadan mumlu, maytaplı pasta dilimi geldi, doğum günü şarkısının da farklı akort yürüyüşleriyle hoş bir çeşitlemesi.

Keyifle çıktık. Orası da biraz hareketli barlar sokağından, tek tük kalmış (ama nasıl da albenili) Rum evi etrafından geçtik.



“Gelecek sefer sende kalırım. Patara’ya, çevredeki diğer kazılara birlikte gideriz. Bir arkeologla dolaşmak başka olur.”

Bu zaten onun önerisiydi ama bu kez böyle oldu.

Sağ olasın Pınar. Ne güzel bir final oldu seninle.

*
Nasıl da bir hava durumu aralığına denk gelmişim. Ertesi gün asık suratlıydı.

Dönüş yoluna koyuldum. Göçebe ruhum gıdasını almış, birlikte olduklarımla yüreğim ısınmış, çıkınım izlenimler dolu, Felix’i mahmuzladım.



Yolda Stratonikeia’ya uğradım. Köyü geçip kalıntılara yürüdüm. Başlayan yağmurda şemsiyenin altından ışık ayarını gölgeye getirdiğim kamerayla sepyamsı fotoğraflarını çektim.



Günün duygusuna çok uydu.

*

Fotograflar:

Kayaköy


Fethiye yolculuğu


21 Şubat 2020 Cuma

GEL GÖZÜM, SENİ GEZMEYE GÖTÜREYİM


Kafamda Fethiye’nin işaret fişeğini ateşleyen Pınar’ın daveti olmuştu. Babamın ardından çağırdığında yapamadım. Bir yıl sonra, doğum günüm yaklaşırken gel seninle Fethiye’ye gidelim dedim kendime.

Ve yüreğim hop etti. Hedef ile istek hizalandığında olduğu gibi.

Hep elimin altında, her dem de kafadar yol arkadaşıyla yola koyuldum. Kendi başıma.

Daha evin su vanasını kapamamla beynim ödül hormonlarının kapağını açtı. Kapıyı arkamdan kilitlememle de göçebe ruhum pırpır etmeye başladı.

Sen hiç yollardan geri kalma. Yelken ile rüzgar bu sana.

Yatağan cinnetiyle toz dumana boğulan güzel tırmanışla Muğla’ya çıktım. Ne il! Kendisi ne kadar özelliksizse ilçeleri o kadar sıra dışı. Ufak kafasından uzaklara açılmış, her birinin ucu başka bir harikaya dokunan uzun bacaklarıyla dağların ortasında bir örümcek gibi. Datça, Marmaris, Bodrum, Fethiye.



Derken Sakar Geçidi. Arabayı kenara çekip indim. Yükselişin tepe noktasından aşağı, Gökova’ya bakış alışılır gibi değil. Her seferinde sarhoş ediyor. Özene bezene hazırlanan heybetli bir kreşendoya denk. Müzik! Telefona uzandım. Marmaris’e taşınalı yıllardır görmediğim arkadaşımı aradım. Murat Köseoğlu’nu. Müziği de hayatı da alabildiğine ciddiye alan, hakkını vermeye odaklanan müzisyen arkadaşımı. Parçalı bulutların grili açıklı ışık akışını seyrederken şaşırttım onu. “Haydi gel, Günnücek orman parkında yürüyüş yaparak arayı kapatalım. Sonra kıyıda bir yerde otururuz” dedi.

Geçidi indim. Marmaris yönüne saptım ama.. yol artık o harika okaliptüs tünelinden geçmiyor, yana alınmış. Sakar’dan aşağı bakış bir, iki yanı okaliptüslü yol iki, buralardaki ruh tazeleme duraklarımdı.

Bulutlar sıklaşmış, arada bir iki damla attırıyorlardı ki Murat aradı. 20-25 km ötede adamakıllı yağmaktaymış, ormanda yürüyüş kaldı. Biz de “Senin seveceğin gibi” bir kahvede oturduk. Tavana kadar kitap dolu, güzel müzikli. Kaldığımız yerden sohbetimize döndük. Sohbeti ciğerlerimi açanlardandır Murat. Müzikten girdik, hayattan çıktık. İyi ki var böyleleri dediğim bir iki saatin ardından yola devam ettim.

Buraların ne kadar güzel olduğunu unutmuş muyum? Yollarla birlikte perspektiflerin de değişmesi mi her şeyi yeni bir tabakta sunuyor? Belki de güzelliği takdirin yaşadıkça derinleşmesiyle ilgilidir ama yoğunlaşan bir büyünün sarmalına girmiş gibiydim.



Köyceğiz tabelasından sapıverdim içeri. Dümdüz uzanıp giden taş parke yol, vaadini saklı tutuyordu. Ucunda kasabaya girdim. Arabayı bir arka sokakta bırakıp kıyıya yürüdüm. Karşılaştığım görüntüyle bir banka çöktüm. Yağmur geride kalmış, gökte kümülüsler salınıyor, usulca akışları olduğu gibi gölün sakin yüzeyinde yankılanıyor, suyu engin bir gökyüzü aynasına çeviriyordu.



Geniş bir kordon, kıyı boyu devam ediyor. Ara ara kahvelerin sahildeki masaları, bir yanı göl aynası, diğeri palmiyeler; komşusu, yolun öbür tarafında okaliptüslü yaban alanlar olan upuzun bir şerit. Gölün öte tarafındaki tepeler de uzayıp giden düzlüğün gidip dayandığı dağ yamaçlarıyla karşı karşıya.



Aklı baştan alan bir coğrafya bu. Turistsiz de. Tenha. Olanlar da telaşsız, rahat. Kitabını okuyan, sigarasını tellendiren, suların seyrine dalmış, hal hatır sorarak selamlaşan buralılar.

Kalkıp sazlıklarla sonlanan uca kadar yürüdüm.




Köprüyü geçip sazlığın arasına dalan toprak yola girdim. Bir anda bataklık curcunasının da içine. Sayısız kurbağanın vraklaması, onları göğe yükselten keskin kuş çığlıkları. Bataklığın yeşil kaymak bağlamış balçığında kaynayan yaşam.



Al sana müzik. Bunu da sesler bohçana at.



Islak toprağın her tonundan bir zeminin metrelerce boy atmış sazlar, sarı otlar halinde öbeklendiği çok çok sesli görüntünün ortasında tek tanrı kuluydum. Başım vahşi bir hazla döndü.



Köyceğiz “cittaslow” üyesi imiş. Nüfus, trafik, genel yaşam temposu bakımından belirli ölçütleri yerine getiren, insanca bir gelişim için zıvanadan çıkmamış bir tempo hedefleyen İtalyan kökenli bir dünya küçük yerleşim belediyeleri birliği ve hareketi. Temponu ruhuna göre seçme bilinci. Vesaire. Eh, etrafına biraz bak, git, bataklıktaki kurbağalara kulak ver, çık kafanın dışına, doğanın esinlediğini al, metronomun ruhunla uyumlu tempoya kendiliğinden gelir.



Kordonun diğer ucundaki kahve, lokanta ve barların camlarında yavaş yaşam hareketinin simgesi, kabuğunda kentler taşıyan salyangoz çıkartmaları.



*
Çam kaplı yamaçların eteklerinden, standart kasabaların içinden geçerek yola devam ederken kayalık tepeler her şeyden sıyrılarak görüş sahnemin orta yerine geliyordu. Bir kapayıp bir açan havada başları pusa bulanmış, yeşili külrengi bir ışıkta handiyse fosforlu bir canlılık kazanan, kütleselliği ve keskinliğiyle huşu uyandıran varlıklar.



Çanağındaki marinadan yelken direkleri ormanının yükseldiği avuç içi Göcek’i geçtim. Hiç görmemiştim ama merak duymadım. Tüneline daldım. 1 km ötede sıkı bir sağanağa çıktım. Silecekler soluk soluğa kaldı ama bir iki dakika sürmedi, ortalık yeniden süt liman oldu. Yeşilin tonlarını sayarken birden sağımda beliren görüntüyle yerimden sıçrayışımla dikiz aynasına bir bakış atıp direksiyonu toprak yola kırmam bir oldu. Aşağıda depremlerin, yer hareketlerinin oyup yükselttiği, adacıklar serpiştirdiği yeşil uçurumlu, lacivert denizli bir kıyı. (Katrancı Koyu imiş. Böyle bir yere öyle bir kasaba taciri adı.)





Akşamüzeriydi, Fethiye’ye yaklaşırken tarlalardan bir gökkuşağı belirdi. Topraktan lohusa şerbeti renkli bir buğu gibi yükseliyor, renklerini biraz yukarıda alıyordu. Alacakaranlığa kadar da sürdü. Adına gülerek seçtiğim Cennet Life oteline vardığımda, yerleşip marinaya yürürken hep orada, şimdi denizden, karşı Mendos’un karlı zirvesine doğru uzanıyordu. Teknelerini buraya çekmiş, ertesi gün denize açılacak Aytenlere gittiğimde alacalanan sudaki yansımaları seyretmeye birlikte devam ettik. Güneş batarken bastıran sağanakla içeri kaçtık. Tepemizde tıpır tıpır yağmur, loş ışıkta gülüşmeye devam ettik. Kökü karada, işi ile gücü denizde sevgili çocukluk arkadaşımı bir daha kim bilir ne zaman, nerede görürüm. Ne iyi denk düştü.



-devamı yarına

6 Şubat 2020 Perşembe

AKÇAAĞACIN NEFESİ


İlk ahşap flütüm nefesimi daha ona üflemeden, heyecanla açtı.

Açık buğday teniyle ilk gözüme dokundu.

Kutusundan çıkardım. Ele gelişi ne farklı. Ortam sıcaklığını soğuk neon gibi yansıtan plastikten ne kadar daha canlı.

Ahşap saz canlıdır derler. Bir üflemelide ise doğrudan nefesin uzantısı. Ona bir hançere, ikinci bir boğaz. Başlı başına ve çalanın organizmasının bir devamı olarak organik!

Eklemlerinin mantar kaplamasını yağladım, parçaları birleştirdim. Dudaklarıma dokunuşu gözüm ile ellerime dokunuşunun devamı oldu. Olgun, hazır.

Sesine gelince, hayal ettiğimden çok daha kararlı, sıcak. İşbirliğine yatkın.

Kaptırıp ilkten epey terlettim onu. Oysa yavaş gitmek gerekirmiş. İlk hafta günde 20 dakika. Teninde ısıtmadan da çalmamak.

Şimdi onu bağrıma basıp plastikle başlıyorum. Alıştırmaları, ısıtılmadığında en fazla nemle tık nefes olan, hızlı bir üfürüşle de açılan emektar Yamaha ile yapıyorum. Plastik ama o da güzel ses verir, fazladan bakım da istemez. İşi bittiğinde musluğun altına tutup köşesine bırakıyor, sıcağımı almış akçaağacı bağrımdan çıkarıyorum.

Sesini ondan duymak istediğim parçaların notalarını açıyor, koyuluyorum üflemeye. Kulağım onda, nasıl bir nefes istediğini öğrenmeye bakıyorum. Başta daha kumlu çıkan tizler berraklaşıp derinleşecek mi acaba? Ben canlılığına hakkını ne kadar verebileceğim, akçaağaç ne kadarını alacak?

Nefesim açtığı yolda nerelere kadar gidecek?

Yeni bir coğrafyayı şevkle keşif yolu bu.

Birbirimize ısındıkça nasıl bir ikili olacağız?

Süresi dolduğunda parçalarını ayırıyor. Özenle kurutuyor, ertesi güne kadar gözümün önüne seriyorum.



Gidip gelirken bir bakış atmak içimi ısıtıyor.

5 Şubat 2020 Çarşamba

İRLANDA HAVASI


Görmediğim ülkenin hayalimdeki doğasıyla adlandırdığım hava.

Yeşil tepelere kat kat inen pus, bulutlardan ara sıra sıyrılan güneşle gri-beyaz-maviyi her türlü çeşitliyor. Temposunu rüzgarın belirlediği ışıktan bir müziktir gidiyor dışarıda.

İçerde Haendel aryaları (Lorraine Hunt Lieberman).