30 Mayıs 2021 Pazar

Mr. CHAUHAN

Karşıdakilerin işimiz bitti deyişlerine bu kez güvenip camları temizlemiştim ki yatak odası penceremin önünde bir iskele belirdi.

“Köşe kalmıştı da..” Evet, üç aydır oradaydı, gözlerden ırak bir duvar parçası, taşlar üst üste konmuş, şöyle bir boya vurulmuş, öylece duruyordu. Dikkat çekmekten çoktan vazgeçtiğim yalapşap bir iş daha.

Derken yanımın yanında bir kıyamettir koptu. Yeni açılmış yan yola nasıl sığdıysa bir kamyon yükünü boşalttı. Koca koca taş bloklar, çimento çuvalları. Yolun kenarına duvar örülecekmiş.

Geçmiş olsun dedim camlara.

*

Hintli yazarları okumayı seviyorum. Bizden, az gelişmişlikten çok şey var. Çok daha kalabalık, daha karmaşık, barışık, renkli, kirli, aydınlık, egzotik bir aynada sıkça çakan tanıdık yansımalar.

Anuradha Roy’un The Folded Earth romanında bir kez daha ayrı babadan üvey kardeşimle buluşmuş gibi oldum. Himalayalarda bir dağ kasabasında ne hızlı, ne ağır bir tempoyla akıp gidiyor -galiba en çok da bu sakin zaman duygusunu sevdim. Askeri bir üssü olan Ranikhet’i usul usul tanıyoruz, karakterler günden güne açılıyor, gelişiyor. Dağların, mevsimlerinin, muson yağmurlarının hissi oturuyor. Ufak ama katmanlı bir Hindistan kesiti önümüze seriliyor.

İngiliz egemenliğinden kalma, harabeye çeyrek var yapıları ve sonrakilerle çok tanıdık, derme çatma bir yerleşim. Ama dağların görkemli sahnesinde onun bu güzelim konumuyla kaçınılmaz sefaleti Mr. Chauhan’ı kamçılıyor. Yeni atanan mülki amir, Ranikhet’i Himalayaların İsviçresi yapma hevesiyle kolları sıvıyor. Gerisi isimler uyarlanarak herhangi bir Türk belediyesi olarak okunabilir. Aralarından otlar, çiçekler fışkırmış taş bordürler kaldırılıyor, yerine beton dökülüyor. “Stratejik noktalara” yarısı hemen çalınan ferforje banklar yerleştiriliyor, dağ taş Mr Chauhan’ın kafiyeli aforizmalarının (sakızlardan çıkan manileri andıran kurallar, yasaklar, sloganlar) boyandığı levhalarla donatılıyor, kaymak gibi olacağına söz verilen yol malzemeleri yığılıp bırakıldıkları yerde sellere kapılıyor.

Hayır! Ranikhet Ranikhet ve ondan dağların zirvesi kadar kopuk bir adamın kafasındaki İsviçre kartpostalına elbette boyun eğmeyecek.

*

Kapının önündeki molozlarla selamlaşıp bakkala giderken kendime “Ah burası şöyle, böyle olsa” derken Mr. Chauhan’ın İsviçre’sini hatırlarsın artık dedim.

Burnunun dibinde mafya lağımının patladığı Yalıkavak marina, patlayan diğer lağımlar, el değiştiren sermaye ile yeni güç sahipleri ve eskinin devamı, ilişkileri, sonu gelmez bir dikiş tutmazlık. Güneşin altındaki karanlık.

Mr. Chauhan ile şu sıralar en sevdiğim özdeyişteki deve, küpe ettiğim kulağımda epey bir zaman kalacak gibi görünüyor.

28 Mayıs 2021 Cuma

MICHELIN

Psikoterapist, zihinsel hapishanelerimizden katılıkta tutsak kalmış danışanına günde birkaç kez “duygusal ateşini” ölçmeyi alışkanlık haline getirmesini salık veriyor:

“Her nerede, ne yapıyorsan dur ve içini yokla. Sıcak ve yumuşak mısın, soğuk ve katı mı?”

*

Varsayılan ayarlarında keskin ve köşeli olmaktansa yuvarlak olmak, katılık ve soğukluktansa sıcaklık ve yumuşaklık.

Bu hallerim birbirinden ne kadar farklı!

İlkinde bedenim bütün dünyaya karşı bir zırha dönüşüyor, onu dışarıda tutacağım derken beni içe kapatıp eziyor.

İkincisine ayrımlar, zıtlaşmalar, hüsran mesele olmaktan çıkıyor. İçime ışık, hava giriyor, serbestçe dolanıyor. İç ne dış ne, ayırt etmeden yaşıyorum.

*

Sabah, kapının yanına eklenen yeni inşaat döküntülerini gördüğümde kendime, “Gevşet ölçütlerini” diyordum:

Çünkü burası “kendime göre” bir yer olmaktan koşar adım uzaklaşıyor. Tasavvurun ve olgu birbirinden koptukça açılan uçuruma yuvarlanıyorsun. Kendini korumak için kasıldıkça (fiziksel olarak da; katılaştığım zamanlar bakıyorum, karın kaslarım, ensem, omuzlarım kaskatı) kendin/den olmayanı o kadar şiddetle itiyor, onu delikleri daraldıkça daralan bir kalburdan geçiriyor, kalburun üzerinde hiçbir şey kalmadığında kahroluyorsun.

Sonuç?

Koca, zehirli bir hiç.

Madem bu yön çıkmaz, alışkanlıkla koyulduğunun tersine yönel.

Yoklamaya bedeninden başla. Kaslarını sık sık gevşet, nefesini derinleştir. Ve evet, duygusal ateşini al.

Katı, soğuk olduğunda bu hal ile pazarlık masasına oturma. Doğru ya da yanlış, yararlı ya da yararsız; hal orada. Kendine yumuşak ve sıcak olduğun zamanları hatırlat. Bırak, çok daha yeğlenir olana kendiliğinden yönelsin.

Araba lastikleri gibi. Kış zemininde savrulup gitmemek için sana gereken yumuşak lastik.

Yolla çekişir, kavga eder mi lastik?

İşine bakar, yolu tutar.

26 Mayıs 2021 Çarşamba

HOROZ AYNASINDA BİR SELFİ

Sesler perde perde yükselir, birbirine karışarak sahnenin açılışını yaparken balkonda çevirimin başındaydım.

Kahramanımız haftalardır, aylardır çözülemeyen bir tesisat sorununa yeniden bakmak için gelen ekibe içini döktü, onları bırakıp döndüğü kahvaltı sofrasında çalan telefonuna baktı. Telefondakinin hayli dikkat isteyen bir mesele olduğu anlaşılıyordu. Beklenen ama bir türlü gelemeyen mesajlarla kesintiye uğruyor, kahramanımızı sinirlendirmeye başlıyordu.

Bu sırada tesisatçılar aceleleri olduğunu söyleyerek onu çağırıyor, biraz bekleyip sıklaşan aralarla artık bir gelip bakmasını söylüyorlar, onunsa telefonu kapatabilmesi için önce onaylaması gereken mesajlar inatla bir yerlerde takılıp duruyor, adamcağızın beden sıvıları ısındıkça ısınıyordu.

Yüzüme yayılan hoşnut bir gülümsemeyle, kulağım oraya kayarken gevşeyen bir tempoyla çalışıyordum.

Duyduğum schadenfreude değildi, hayır. Bana bir halimi başka bir insan üzerinden gösteren bu fevkalade eğitsel piyesi bu kadar ben iken benimle hiçbir alakası olmayışının tuzu kuruluğuyla izlemenin keyfiydi -ama ayladır pisliği, gürültüsünden bunaldığım bir tadilatın rahatsızlığının nihayet başkalarına dokunduğunu görmek bir parça da yürek soğutucu değildi diyemem.

Kahramanımızın tam olarak neler hissettiğini, neden öyle hissettiğini, nasıl işlediğini elbette bilemem ama tepkilerinde bire bir kendimi görüyordum (daha doğrusu işitiyordum).

Bir türlü çözülemeyen can sıkıcı bir sorun.

Her girişimde onun da hüsranla sonuçlanacağına daha da kani olunan ama bir yere çıkmasa da adı üstünde girişimin kendisinin en azından bir şeyler yapma keyfiyetini geçiştirmesiyle biraz rahatlama/kendini oyalama.

Kritik (veya değil) bir şeyle uğraşırken kesintiye uğramaya dayanamama. Kesintiye uğradıkça sinirlenme. Kontrolü güçleşen öfkenin basınçlı bir hortum gibi sağa sola dönüp önüne geleni vurmaya başlaması. Sonunda bindiğin dalları kesip kıç üstü yere oturmak, hiçbir şeyi çözemediğin gibi tavrınla yeni düğümler eklediğini görüp karalar bağlamak.

Telefon nihayet kapandı. Ustalara haksız olduğu anlaşılan şeylerden ötürü epey bağırıp çağrılmıştı.

Ustalar öyleyse işini kendi başına halletmesini söyleyip (“Bizden bu kadar!”) çekip gitti.

*

Bu tepki kalıbında ne çok şey var. İçerdiklerini şöyle ya da böyle bir araya getirebilir, analizini yapma sanısı içinde hikayesini yazabilirim.

Ama artık böyle “açıklamalara” bir inancım yok.

Bir sorun karşısında neden ilk duyduğum, sorunun büyüklüğüyle orantısız, standart derinlikte bir boğuntu oluyor?

Zaman algım neden kısalıp daralıyor -sanki o an çözülmezse beni yutacakmış gibi hissetmeye başlıyorum?

Neden köşeye kıstırılmış bir hayvan gibi vahşi bir öfke içimde yükseliyor? Öfke mi bu, korku mu, kendime inançsızlık, dünyaya inançsızlık?

Telaş neden gözümü bürüyor? Beni başta kendi tepkim, başka her şeye körleştiriyor?

Bu telaşla “sabırsızsın!” deyip geçtikleri aynı kökten mi?

Nasıl bir kök bu? Dedeme kadar izleyebildiğim kuşaktan kuşağa bir aktarımla ilgisi var mı?

Ya bu aktarım? Genetik, ailevi, psikolojik, ne menem bir şey?

*

Tezahürlerinden başka bir şey bilemediğim bir daralma, sıkışma ve patlama işte.

Nedenlerini bilmesem de onu bir başkasında izlemek, neyin işe yarayacağını, neyin mutlak olarak çevreye ama önce insanın kendisine zarar, kendini baltalayıcı olduğunu başka hiçbir şeyin olmayacağı kadar ayan beyan gösteriyor.

21 Mayıs 2021 Cuma

BODRUM KUYRUĞU

İşçiden orta sınıfa, oradan zengine, 17’den 77’ye, saçı azala seyrele ensesinde kalandan bütün diğer tüylerle birlikte fışkırana, erkekler arasında at kuyruğu gözde bir “Bodrumluluk” nişanı. Taşıyana, onun kuyruksuz özgüvenine de bağlı tabii ama kuyrukları sallandıkça koltukları kabarıyor, burunları havalanıyor sanki. Havana hava katıyor, seni cool ediyor, hip ediyor kuyruk -şimdi olmasa da buradan kalkıp memlekete döndüklerinde belki.

*

İnsanların havalarından, tavırlarından yorumladığım kadarıyla bu Bodrumluluk pervasızlığın, bağırtkanlığın, aklına eseni kendine hak bilmenin ehliyeti.

Bir arkadaşım, bu kesimin bir alt türü kadın tipinden illallah dediğini anlatıyordu.

“Minivanların, ticari pikapların direksiyonunda, ellerinde sigara, dışarı sarkıttıkları kolları, erkeksileşen bir dişilik içinde etrafı hiçe sayan, terbiyesiz, saldırgan.”

Kendine, kıymeti kendinden menkul bir ayrıcalık atfı. Nişantaşı gettosunun sayfiye hali.

Etrafı hiçe saymaya gelince, Bodrumluluğu büyük ölçüde içine alan ama ondan çok daha yaygın bir var olma biçimi.

Oparlöründen duvar inleten arabesk müzikle geçen arabalar, molozunu senin kapının önüne atanlar, avaz avaz yaşayanlar.

*

Bodrumluluk.

Dün navigasyonun yanlış yönlendirmesiyle kendimi Yalıkavak’ın varoşu Dirmil’de, ana caddenin bir arkasındaki çıkmaz sokakta buldum. Sağ yanda yol, araba gibi sıra sıra park etmiş teknelerle (??) daralıyordu, geri dönmek için uca kadar gittim. Bitişik düzen evlerin önündeki üçgen avluda burnumu çevirip dönmeden bir süre baktım. İnşaat yeniydi. Bol mermerli. Evler hiçbir yeri görmüyordu, ön cepheleri olsa olsa işlek ana caddeye bakıyor olmalı. Birbirlerinden nefes alacak alanları yoktu. Çıkıp yürüyüş yapacak yer de. Yine de dünya kadar para dökülmüştür.

Adı, havası alıp yürüdükçe hayatın misliyle pahalanması, trafiği, tekleyen altyapısı. Ve yine de Bodrum!

Çekiminin köklerini düşünüyorum. Fikir ve isim kendi başına yeterli ama buna kurtarılmış bir cumhuriyet hali de etki ediyor. Dayatılan yaşam tarzından özgürlük. Eski renkli zamanların hayali.

Özgürlük de, ne yapmak, nasıl yapmak için?

Bodrum çarşısını düşünüyorum. Bir vakitlerin sandalet, boncuk atölyelerinin, dükkanlarının yerini almış çakma marka mağazalarını.

20 Mayıs 2021 Perşembe

SEMERE

Bitişikte taş kesmeye kaldıkları yerden devam ettiler. (Bu kadar taşla Tac Mahal iki kere giydirilirdi.) Dinlendirici bir araydı. Tozsuz topraksız ama asıl sessiz günler. İnşaat sessizliği, onca zamanın gürültüsünü hiç olmamış gibi yutuvermişti.

Sessizliğin en güzel yanı bu; gürültü ve onun nahoş hissini siliyor. Bunu keşfedeli her fırsatta ona yoğunlaşıyor, ruhumla birlikte bedenime verdiği şifaya kapılarımı ardına kadar açıyorum. Birbirlerini kovalar gibi görünüyorlar ama her şeyin zemini sessizlik. Sadece sessizliğin sürekliliği var, ses geçici. Tırmandığı gürültüyle birlikte ses, sessizliğin bazen gitmesi iple çekilen konuğundan ibaret.

*

Taşlar ince ince dilimlenirken aşağıdaki güya bitmiş tadilatın bir altındaki kata su sızdıran yanlış tesisat işi banyonun kırılmasıyla sil baştan alınadursun, haftalardır beklenen sokak kapısı da geldi ve hılti-balyoz-testere korosuna katıldı.

Suçiçeğinin zona olup hortlaması gibiydi - ölmek bilmeyen tadilat-tamirat-tadilat virüsü!

Bu arada moloz yüklü koca bir kamyon zaten dar olan bizim sokak ile ondan da dar ara sokak arasına sıkışmış, boğaza takılan iri bir kılçık gibi ufak ufak manevralarla kuaförün vitrinini, bitişiğinin bahçe girişini tarumar etmeden kurtarılmaya çalışıyordu. Başında bütün sokak ahalisi ve bitişik tadilattan birörnek “sıhhi tesisat” firması tişörtleriyle bunca insanın orda ne yaptığını merak ettiğim bir ordu işçi. Hop hop haykırışları, inleyen kamyon motoru, bağrışan insanlar.

Deniz ayaklarımın altından yükselirmiş gibi bir hisse kapıldım. Tatsız bir sersemlik, kaybolmuşluk (gürültüye rağmen baş ağrısıyla yattığım öğle uykusundan kapım “kapı geldi, arabanızı çekin” diye yumruklanarak koparılmıştım). Sürüklenme.

Taşlar bitip toz duman dağıldığında çevirimi alıp balkona çıktım. 1,5 m ötemde iki gri “sıhhi tesisat” tişörtlü işçi oturmuş, telefonlarıyla oynuyordu. Bekleyin denmiş ama ne beklediklerini kendileri de bilmiyormuş. Taş testeresi eksiğiyle gürültü devam ediyordu.

Çeviriyi açtım ve patırtıya, kargaşaya, burnumun dibindeki yabancılara rağmen anında gömüldüm. Bir küsur saat aralıksız çalıştım. Günün kotasını çoktan doldurup ertesi günkünden de epey yapmış, bıraktığımda sesler iyice, ben ise tümüyle yatışmıştım.

*

Geriye bakıp, tuhaf bir konsantrasyon yetisi diye düşündüm. Meditasyonun semeresi olmalı. Okumak gibi pasif işlerde henüz o kadar etkili değil ama çeviri, müzik (bunaldığımda zorlandığım bir pasaja çalışmak gibisi yok), yoğun dış uyarana karşı müthiş bir dengeleyici. Her şeyden çekilip tek bir noktaya odaklanarak iş görmek, onca hengamenin ortasında, yaşamayanın bilemeyeceği bir sığınak oluyor.

Meditasyon sağ olsun. Daraldığım an sağa sola dağılmama, savrulmama terbiyesi birçok yan ürününden biri oldu.

17 Mayıs 2021 Pazartesi

DUYGULAR NASIL OLUŞUR -2

Afektlerden bağımsız bir algı insan için mümkün değil: Dünyayı “olduğu gibi” (biz olmasak olacağı gibi) görmek. İçimizde ve kendi aramızda olup bitenle belirlenenden öte bir dünya yok bize.

Ama doğamızı gözeterek sınırlarımızla daha bilinçli, sağlıklı ilişkiler kurmanın, ufkumuzu ve dağarımızı genişletmenin yolu her zaman açık.

Bunun için beden sağlığına yönelik önerileri sağduyunun da yap dedikleri. “Beden bütçesinin,” dolayısıyla afektlerin dengede olması için dikkat edilecekler:

Yeterli ve nitelikli uyku.

Sağlıklı beslenme.

Hareket. (Hareket üzerinde özellikle duruyor kitap. Sade bir yürüyüş algılarımıza bol girdi sunarak beynin öngörü repertuarını zenginleştiriyor, tek bir his ya da düşünce/duyguda sabitlenmenin önünü alıyor.)

Beklenmedik bir öneri de başka dillerden duygu nüanslarına ilişkin kelimeleri, ana dilimizde/kültürümüzde karşılığı olmayan duyguları öğrenmek. Yeni kelimeler, kavramlar öğrenmenin bize nörolojik olarak iyi geleceğini kim der diyor: Ama öyledir. Bir afekt/duygu halini ne kadar nüanslı yaşarsak dağarcığımız da ona göre genişler ve kabaca bir kategori adının (sevgi, korku, öfke, nefret vb) olumlu ya da olumsuz çağrışımlarından olabildiğince özgür yaşayabiliriz. Dar bir tanıma sıkışıp kalmaktan çıkabiliriz.

(Peygamberin bir lisan bir insan sözü sinirbilimsel bir yankı buluyor. Her dil insana kendi yelpazesini katıyor. Tek bir dilde belli bir duygu kataloğu ile yaşayıp gidecekken duyumsanabileceklerin bundan ibaret olmadığını ortaya koyuyor. Kitapta sadece o dile özgü bileşimlere ilginç örnekler var:

“Forelsket:” Norveçlilerin aşık olmanın yoğun sevincine karşılık gelen bir kavramı.

Danimarkalılar dostluğun verdiği belirli bir hissi “Hygge” kavramıyla karşılıyor.

Rusçadaki “Tocka,” ruhsal ıstırabı ifade ediyor.

Portekizcedeki “Saudade,” güçlü bir manevi özlemi.

Yazarın İngilizcede bir karşılık bulamadığı diğer bir duygu kavramı İspanyolcadaki “pena ajena,” başka birinin uğradığı kayba duyulan üzüntü kadar başka biri yerine rahatsız ya da mahcup olmayı da dile getiriyor.

Diğer örnekler:

Gigil (Filipin): Dayanılmaz ölçüde sevimli bir şeyi kucaklama ya da sıkıştırma dürtüsü.

Voorpret (Felemenk): Bir şey daha yaşanmadan duyulan haz.

Age-otori (Japon): Saç kesimi ardından daha kötü görünmenin hissi.

Başka dillerdeki kimi duygu kavramları tercümenin mümkün olamayacağı kadar çetrefil, bununla birlikte bunları ana dili olarak konuşan insanlar o duyguları kendiliğinden, gayet doğal olarak yaşıyor:

İfaluk (Mikronezya) kültüründeki “Fago” kavramı bağlamına göre sevgi, empati, acıma, keder ya da merhamet anlamına gelebiliyor.

Çek kültüründeki “litost” kavramı tercüme edilemez olduğu söylenmekle birlikte kabaca “kişinin kendi perişanlığından duyduğu eziyetin intikam arzusuyla katmerlenmesi” anlamını taşıyor.

Japon duygu kavramı “Arigata-meiwaku,” biri size talep etmediğiniz bir iyilik yaptığı ve bunun bir soruna yol açtığı ama yine de şükran duymanız beklendiği zaman hissedilen şey.)

*

Her şeyin başı ise burada da neyin ne olduğunun bilincinde olmak. Sapı samandan ayırmak, yanılgıların, yanılsamaların ayırtında olmak -ya da yer etmiş inançların, görüşlerin çürütülmesine her zaman hazır olmak. Böylece yapımızın kör noktalarının tuzağına daha az düşerek ve kültürel uzlaşmalarımızın elinde kukla olmadan yaşamayı sağlayabiliriz diyor kitap.

İlginç, tam da bunu farkındalık meditasyonu da diyor.

Her dürtüyle (afekt) yerinden fırlama! (Her topa çıkma.)

Kitabın da meditasyonun da önerdiği bir şey, her ne oluyorsa akıntısına kapılmadan içinde oturmak, izlemek, bir daha tekrarlanmayacak nüanslarına dek ayırtına varmak. Tıpkı yukarıdaki, başka kültürlerden, dillerden kavramlar öğrenme önerisindeki gibi, bir afekt/duygu halini kendi içimizde de ne kadar nüanslı yaşarsak dağarcığımız ona göre zenginleşir ve dar kalıpların dışına çıkarız.

Ki sırf bu bile etiketlerin ötesine geçmede, isimlerden, sıfatlardan ne korkup ne büyülerine kapılarak davranmada esaslı bir adım.

Dur, otur ve yaşa. Git gide incelik kazanan dokusuna kadar duy, bak bakalım nasıl bir şey bu yaşadığın? Bedeninde yokla onu, hislerinde. (Farkındalık meditasyonunda da söylenen bu. “Hikayeyi” bırak, hisse yoğunlaş. Ona iliştirdiğin “hikaye,” adı üstünde, hikayedir. Ve sıcak asfalttaki sakız kadar yapışkan. Sabit. Temcit pilavı.)

Duyguyu, afekti her seferinde değişen kendi içinde tanı.

İlk refleksin değiştirmek, onarmak, ortadan kaldırmak yerine anlamak olsun.

Sonuçta anlamadığın bir şeyi ne kadar değiştirebilir, dizginleyebilirsin ki?

*

Kalıpların altına indiğinde asla yinelenmeyen, akıl almaz bir değişkenlik ve akıcılıkla giden başka bir dünyaya kapı açacaksın, demeye getiriyor kitap. Evet, o da insan olmakla sınırlı ama ufku şu sabit fikirlerin, taşlaşmış inançların dünyasından ne kadar daha geniş.

*

Kendimden bir not: Dün gece balmumu kulak tıkaçlarıma rağmen aşağıdan gelen bir müzik sesiyle derin bir uykudan uyandım. Aşağıdaki (genelde sessiz, sorunsuz, güzel sesiyle arada bir türkü patlatan bir adam) birkaç gündür bir klarnet edindi. Pek çalmayı bilmiyor. Yarım havalar, bir iki de kıvrak cümle üfürüyor sadece. Klarnet bu! Sesi kendiliğinden yüksek, gecenin mutlak sessizliğinde top gibi patladı.

İşlenmemiş halimde kan beynime sıçrardı. Ne öyle oldu ne nabzım hızlandı. Saate baktım. Hiç beklemeden bornozumu sırtıma geçirdim, aşağı indim. Kapısını çaldım. (İri yarı adamın bir an hayalet görmüş gibi oluşunu hatırlayıp sırıtıyorum: Dizlerime kadar inen turuncu bornoz ve alnıma ittiğim göz maskesi ile pek tekin bir halim yoktu herhalde :)

Saat bir buçuk! dedim düz bir tonla. Ağzından tek söz çıkmadı, gözleri açılmış, başıyla belli belirsiz onayladı.

O kadar. Yukarı çıkıp yattım. Uyarılmış vücudumla uykuya dalmam zaman aldı. Alışkanlıkla hikayeye, “bunlar da böyle zaten, bu ülkede” vb yakınmalara sürüklenecek oldukça dikkatimi bedenime çevirdim. Yavaşça yatıştım ve sonunda temiz bir uykuya döndüm.

16 Mayıs 2021 Pazar

DUYGULAR NASIL OLUŞUR

Kimsenin olmadığı bir ormanda devrilen ağacın sesi var mıdır?

Çömezlere yüzlerce yıl sorulmuş bir Zen sorusu.

Zen yolunda değilseniz ya da sorudan kuşkulanmıyorsanız (var mıdır diye sorulduğuna göre olmaması olası mı acaba?) sorgulanmamış kanınızdan, gündelik deneyiminizden hareketle elbette vardır cevabını yapıştıracağınız, çok çok derinlere giden bir soru.

*

Birçok açıdan ilginç bir kitap okudum: How Emotions Are Made (Duygular Nasıl Oluşur), Lisa Feldman Barrett.

Dünyayı algılama biçimimize objektif bir gerçeklik olarak iman etmeyi ağır bir tiyatro perdesi olarak yana çekip “sihirbazın,” beynimizin uyandırdığı bu yanılsamadan vuruyor ve nerelerden çıkıyor.

Oldukça serbest bir biçimde özetleyip notlar düşerek bana en çarpıcı gelen noktaları sunmak istedim.

*

Baştaki sorunun cevabı hayır!

Devrilen ağacın bir etkisi olsa da bu sarsıntı, titreşim biçiminde olur. Bunu “ses” olarak duymak için ise bir beyine bağlı iki kulak gerekir, diyor.

Yani algılayandan bağımsız bir ses, görüntü, koku vd yoktur.

Kapalı bir kutu içinde, dış dünya ile bağlantısı duyu organlarıyla şekillenen ve onlarla sınırlı beynimiz, biz olmasak da aynı şekilde var olacak bir dış dünyayı fotoğraf ya da video kamerası gibi çalışarak kaydetmiyor, ona karşılık/tepki verecek şekilde işlemiyor. Bu muazzam bir veri işlem kapasitesi gerektirmekle kalmaz, hayatta kalmamızı imkansız kılacak bir hantallığa da mal olurmuş.

Geçmiş deneyimleri, ihtiyaçları ve içinde bulunduğu ortam (çevre, kültür) temelinde yaptığı öngörülerle çalışıyor.

Yani reaktif/var olana cevap veren değil, olabilecekleri öngören bir beynimiz var.

Dolayısıyla bizden (algılayandan) bağımsız bir dünya da yok. Öngörülerimizle biçimlendirdiğimiz bir dünya var. Bunun içinde atom altı parçacıklar gibi biz olmasak da olacak unsurlar olsa da çok büyük ölçüde sübjektif bir dünya bizimki. (Sıfatları düşünün; sert, katı, sıcak, sıvı, isimleri; bitki, hayvan, insan…. Bunlar bireysel ve kolektif algılarla oluşturulmuş kategoriler ve doğada ancak, sömürgecilerin cetvelle çizdiği ülke sınırları kadar karşılıkları olabilir. Hücre, atom ve altı düzlemde kartların toplanıp yeni ellerin dağıtılması gerekirdi.)

Gündelik gerçekliğimizde ise bize hiç de böyle gelmiyor. Neden?

Beynin en önemli görevi bedeni ayakta tutmak. Bunun için de “beden bütçesini” denkleştirmek. Solunum, kan basıncı, kalp atışı, metabolizma, bağışıklık ve sayısız diğer işlevi yerine getirebilmek için bedenin işleyişiyle kesintisiz bir ilişki içinde. Beden ile arasında sürekli bir veri alışverişi var. Bir aksilik olmadıkça orkestranın neyi nasıl çaldığı farkındalık alanımız dışında. Fakat bu durumda bile bedende olup bitenler algımıza şu ya da bu belirginlikte bir fon oluşturuyor. Buna afekt (duygulanım) adı veriliyor. Afekt, beden bütçesinin denklik durumuna göre gün boyu kendimizi genelde nasıl hissettiğimiz. Sakin, ilgili, enerjik, sıkkın, yorgun, huysuz. Duygu (emosyon) değil, ondan çok daha doğrudan bir his ve iki özelliği var. İlki ne kadar hoş ya da nahoş hissettiğimiz, ikincisi, ne kadar sakin ya da ajite olduğumuz.

Bizi ucunda oynatan ipler bu afektler.

Dünyamıza rengini, duygu ve düşüncelerimize kıvamını bunlar veriyor.

Ortaya çıkanları da tıpkı çiçek-ot ayrımı gibi farklı kategoriler olarak biliyoruz.

Sevgi, nefret, yakınlık, saldırganlık, pişmanlık, mesafe, korku, aşk, heyecan.

*

Kitap, bütün bu duygusal-davranışsal kategorilerin de devrilen ağacın sesi gibi olduğunu; algılayandan bağımsız olamayacağını (çok ilginç deney ve araştırma sonuçlarıyla) ortaya koyuyor.

Her bir duygunun belirgin “parmak izleri,” onu o yapan karakteristik özellikleri, beyinde sabit yeri ve işleyişleriyle, fiziksel karşılıkları (başlı başına bir “öz”ü) olduğunu söyleyen klasik görüşün yerini alan yeni (aslında pek o kadar da yeni olmayan) yaklaşım (“konstruktif beyin”) anlatılıyor.

Değişmez, objektif öz’ler yerine diyelim nöronların hareketinin, tek bir yerde değil, beynin bütününde oluşturdukları değişken ağların duruma göre çok çeşitli sonuçlara yol açtığı (daha doğrusu beyin tarafından öyle yorumlanan) son derece devingen bir arazide oturuyoruz.

Sözgelimi kan şekerimiz düştüğünde yaşadığımız hale duruma göre sinir, panik ya da korku, güvensizlik ya da saldırganlık, yorgunluk diyoruz. Dünyayı onun ardından görüyoruz. Ve beyin bu öngörüsüne göre birinci vazifesi olan beden bütçesini ayarlayarak atacağı adımı belirliyor. Saldırganlaşacak mıyız, yatışacak mıyız, geri çekilip dinlenecek miyiz; gereken hormonal dengelemelerle aynı afekte birbirinden çok farklı ayarlamalarla karşılık verebiliyor.

Öte yandan sihirbazın eli aklın alamayacağı kadar hızlı; bizi örneğin kesintisiz ve panoramik bir görüşe sahip olduğumuza (gerçekte kör noktalı, yamalı bir tarama söz konusu) inandırdığı gibi afektlerin de objektif tepkiler olduğuna inandırıveriyor. Dopaminim yerlerde sürünürken sizi dayanılmaz ölçüde can sıkıcı buluyorsam bunu elbette sizden biliyorum! Bu yanılsamaya (bedensel halimi objektif gerçek sanmaya) afektif gerçeklik adı veriliyor. Amerika’da yargıçların öğle molasından hemen önce ve hemen sonra verdiği kararlar incelenmiş. Moladan önce -açlık, kan şekeri- varılan hükümlerin bariz bir biçimde sanık aleyhine olduğu bulunmuş. Jüri üyelerinin sanıklara bakışında da kültürel önyargıların yanı sıra bu afektif gerçekliğin nasıl at oynattığının ilginç örnekleri kitapta bolca mevcut.

*

Beynin sınıflandırma, kategoriler oluşturma özelliği bize tepki hızı ve anlaşma kolaylığı sağlıyor.

Kategorileri genelleme yapmayı öğrenerek oluşturuyoruz.

Ve işte duygular da başlı başına birer olgu değil, çeşitli kategorilere girip çıkan afektler.

Örneğin öfke bir kategori. Ve bireysel ayrımları gözetmeyen hayli kaba bir genelleme.

Öfke dediğimde ne kast ettiğimi anlıyorsunuz. En azından bir ortalama olarak. Kafalarımızda “tipik” bir öfke hali canlanıyor. Bunu genelleme, sınıflandırma yetimizle kendiliğinden yapıyoruz. O kadar doğal ve kolayca ki yaptığımız bize dışımızda, objektif bir gerçeklik hissi veriyor. (Bedeli de bir kez daha sübjektif gerçekliği objektif gerçeklikle karıştırmak. Sonra da gelsin yanlış anlamalar, kavga gürültü, savaşlar, onca ıstırap.)

Oysa diyor kitap, öfke diye başlı başına bir şey yok. Meali: Ne beyinde buna ilişkin bir “merkez” var ne de öfke anında tipik bir şekilde ortaya çıkan nörolojik, fizyolojik değişimler ve kas hareketleri. Öfke kategorisi istatistiksel bir gruplandırmadan ibaret. Amerikalı sıfatı gibi. Amerikalı dendiğinde kast edileni anlasak da tipik bir Amerikalı bulamayız çünkü yoktur. (İnsanın Amerikan kültüründen etkilenmiş hali vardır desek?) Öfkenin ifade biçimi kültürden (cinsel kimlik rolleri, etnisite vd) kültüre olduğu kadar kişiden kişiye, dahası aynı kişide durumdan duruma değişiklik gösteriyor. Sizin çeneniz kasılırken benim yumruklarım sıkılıyor, bir durumda kan basıncı fırlarken diğerinde değişmiyor, anlık patlamalardan intikam planlarına kadar farklı davranış biçimlerine evriliyor.

Dahası, bir durumda bana öfke gibi gelen hareketlenme başka bir durumda korku olarak görünebilir veya panik hissi verebilir. Bağlam her şey.

(Bütün o mimik, beden dili okuma varsayımları, yalan makineleri vb de bu arada suya düşüyor. Kitapta Serena Williams’ın bir fotoğrafı var. Karede sadece yüzü yer alıyor. Kasları gerilmiş, dişleri görünüyor. “Tipik” bir öfke fotoğrafı. Mı? diyor yazar ve bizi kırpılmadan önceki kareye gönderiyor: Final maçını almış Williams kupayı kaldırırken, zafer sarhoşluğu içinde. Buyurun, buradan yakın! Durmadan öngörür/varsayar/varsaydığımızı hakikatin ta kendisi gibi hissederken -en beteri, ruhumuz bile duymadan!- ne çeviri yanlışları yapıyoruz.)

(bitmedi)

15 Mayıs 2021 Cumartesi

HAYRET!

Blogger com bir yazımı sildiğini bildirdi.

Aldığım mesaj aşağıda.

“Topluluk ilkelerine” aykırı hiçbir şey göremediğim yazıyı da (otomatik tarama motoruna bunun mu takıldığını merak ettiğim için başlığını kaldırarak) yeniden koyuyorum.

(Hello,

     As you may know, our community guidelines 
(
https://blogger.com/go/contentpolicy) describe the boundaries for what we 
allow – and don't allow – on Blogger. Your post entitled 'SKANDÂL!' was 
flagged to us for review. We have determined that it violates our 
guidelines and deleted the post, previously at 
http://aksi-seda.blogspot.com/2021/03/skandal.html.

     Why was your blog post deleted?
     Your content has violated our malware and viruses policy. Please follow 
the community guidelines link in this email to learn more.

     We encourage you to review the full content of your blog posts to make 
sure that they are in line with our standards as additional violations 
could result in the termination of your blog.

     For more information, please review the following resources:

     Terms of Service: 
https://www.blogger.com/go/terms
     Blogger community guidelines: 
https://blogger.com/go/contentpolicy

     Yours sincerely,

     The Blogger Team)

*

 

Bir gerçek köy ile doğanın ortasında bir ev ardından şehirli köyüme döndüm.

Nereden nereye geçtiğin önemli. Buranın üzerine İstanbul ne ise oralardan sonra burası da neredeyse öyle gelebilirdi. Ama hoş bir beklenmediklik oldu, insan çokluğundan önce ufak bir inek sürüsüyle karşılaştım. Halk plajının ucuna yığılmış, suyu kokluyorlardı. Başları fazla boş kalmadı. Gelen geçen, Bağdat Caddesini koyun sürüleri basmış gibi hayret ve kınamayla söyleniyor, cep telefonlarına davranıyordu. (Ben de davrandım ama torunum olsa yakın bir gelecekte bir zamanlar burada inekler bile görünürdü diye başlayıp anlatacağım bir dönüşüm vesikası bulundurmak için.)

“Bunlar da nereden gelmiş buraya?!”

“Kimin bu hayvanlar? Çobanları nerede?!!”

Fosfor yeşili yelekli belediye işçileri hayvanların başına geçti de millet yatıştı. Allah vermesin, yoksa nerede olduğumuza uyanmak vardı.

*

Sizi biraz bekleteceğim, döküm alıyorum da, dedi kasiyer.

Gözüm hemen yan kasaya gitti. “Oraya geçeyim.”

Arkadaş kahvaltıya gidecek, dedi, hemen bakacağım size.

İçimdeki, boşanmaya hazır zembereğin başını boş bırakmaya gelmiyor. Diz altı refleksi gibi, ortaya çıkıveriyor.

Başımı iki yana salladım.

“Şehir alışkanlığı işte. Acelem neyse?!”

Kasiyerle birlikte güldük.

Yolda, ne oralısın ne buralı dedim.

Ne köylü ne şehirli olanlarla birlikte şehri köye taşıyıp ne orası ne burası edenlerle yığıla çoğala, reflekslerimizi çok bileyip az gevşete yuvarlanıp gideceğiz anlaşılan.

10 Mayıs 2021 Pazartesi

20 DAKİKA

Sabahları çok erkenden çöpü çıkarıyor, arka yokuştan tırmanarak ufak bir çember çizip geri, eve kapanıyorum. Bir iki gün sonra, her zamanki gibi sola sapacağım yerde devam edersem çemberi (yakalanacak olursam bahaneme halel getirmeden) biraz daha genişletebileceğimi fark ettim. İki yanında hâlâ bahçe içinde köy evleri olan bir yol bu. Çamların gölgesinde, limon, yenidünya ağaçlı, zakkumlu, begonvilli, tavuklu horozlu, sardunyalı, gamsız derme çatmalığı, sere serpe çirkinliğiyle milyonluk gösterişçilikten, çirkinliğin debdebelisinden sonra insana (bana) nefes aldıran yüzü köyün.

Çöpü çıkarmışım da bir de ekmek alıp döneceğim alametleri


Şimdi kapanmadan istifade edip su borularını değiştiren belediyenin de bitmek bilmeyen inşaat-tadilat sefaletine eklenmesiyle delik deşik sokaklar toz toprak içinde. Akşamları çıkan sert rüzgar toz bulutlarına çerçöpü katarak ortalığı darmaduman ediyor. Bulanarak kıyıya vuran deniz, açılmaya hazır otelin cicili bicili iskelesine dizdiği bembeyaz şezlongları kuduran çamurlu diliyle yuttu yutacak. Otelin yanında komşu tesisin çimento torbaları, rüzgarın bir kısmını uçurduğu perdesinden daha hâlâ dünya kadar işi olduğu görülen tadilatı. Afganistan ile Côte d’Azur kırması bir yerde yürüdüğüm hissiyle çemberi tamamlıyorum.

20 dakika. 1.6 km. Kısa günün kârı.



Yürümek, algıya türlü gıda sunmak iyi. Ritmik hareket beden kadar zihne de yarıyor. Yüzeyini yapışmaz kılıyor.

8 Mayıs 2021 Cumartesi

TAKMA TAKIL

Birine, birilerine kafayı fena halde takmak üzereysen atı alan Üsküdar’ı geçmeden, tepkin şirazesinden çıkmadan içinden gelenin tam tersini yap.

Kaçınmak, arkanı dönüp tabanları yağlamak, kafanda yapışırken görünürde uzaklaşmak yerine muhabbeti dene. Gevşet kaslarını, kasılıp kalmış ruhunu, zihnini, arkadaşça bir ayaküstü sohbete giriş. Muhatap al. Gözünün içine bakarak söylediğin hafif, içten bir günaydın! bile iş görür. Tırmandırdığın tepkin kendi kendine çalıp oynadığın bir oyun olmaktan çıkıyor o zaman. Karşındakini de dahil ediyor, denklemi değiştiriyor.

Gözünün içine baktığın birisini profesyonel katil değilsen vurup öldürmenin çok güç olduğunu söylerler ya, bu da öyle.

Hiç kimse, fikri kafanın içine hapsolduğunda olduğu kadar beter değil.

Ona dair hükmünü değil, kişiyi muhatap aldığında bunu hatırlıyor, kendi yargının katılığıyla kendini hapsettiğin delikten çıkıyorsun.

Ne sesi batıyor o vakit, ne nefesi.

Sen sensin, ben de ben deyip yoluna devam ediyorsun.

Ve tanrım! Savunmaya/sakınmaya yığdığın ne çok enerji açığa çıkıyor.

6 Mayıs 2021 Perşembe

SES SESSİZLİĞE KARŞI

Komşu ve arkadaşları kapanmayı cümbüşe çevirdi. Akşamları balkonunda toplanıyor, yeme içme faslıyla şarkılara geçiyorlar. Saatler ilerledikçe sesler yükseliyor, çatlıyor, perdeler yekten kayıyor.

Dün kedileri lanetleyen kadın ile kocası da geldi. Bir iki aydır yoktular. Kadın kaldığı yerden sesini (yüksek ve çirkin) dirsek gibi kullanmaya, kendine bununla alan açıp bayrağını ortasında dalgalandırmaya devam ediyor.

Sesin bu işlevinin ayırtına onunla varmasam da gözlemi derinleştirmek için iyi bir numune.

Ses onun elinde etrafını meşruiyet tanımadan çevirmede, çevirdiği alanı genişletmede etkili bir araç. İki el belde, her an çaçaronlaşabilir sınıfından yıldırıcı bir silah.

Bir ara evin arkasında tuğlalardan bir çember yapmışlar. Gece, içinde ateş yakıp hep birlikte etrafını aldılar. Sohbet, şarkı-türkü. Ateş alevsiz, sesleri alevliydi. Yüksek, şen, duraksız.

Abartılı bir varlık gösterisi gibi aldığında topluluğun sesi karşısında senin sessizliğin.

Bunu tam okkanın altına gitme, sayılmama, silinme olarak alacakken ve sinirlenmenin eşiğinde ani bir frenle durdum.

Al sana mükemmel bir egzersiz fırsatı.

Yol ayrımında neler hissettiğimi yokladım.

Gürültüden fiziksel bir rahatsızlık.

Onların sesiyle benim sessizliğimin bir olup yutuculaşması.

Yalnızlık.

Dışlanma.

Hüzün.

Peki. Şimdi bu zemin üzerinde ya rahatsızlığın peşinden gider ve Vay! Sen ha, bana ha, bu ne saygısızlık, pandeminin ortasında densizlik diye heyheylenmeye başlar, ya kederi izler, ah benim kutsal sessizliğim diye hayıflanmaya, karalar bağlamaya koyulabilir, tepkim hızla çığ gibi büyür, beni içine alıp içimi kavurur, gözümü bürürken ondan ibaret kalırım.

Ya da

Kendimi geri çeker, olanı zerrece üzerime alınmaz, böylece ortada “hakları” için kılıç kınından çekilecek, tercihlerine boyun eğdirilecek, çevreyle bir sen mi-ben mi kavgasına girecek veya bunun ters kutbunda küsüp kabuğuna çekilecek bir özne bırakırım.

Gerçek bir seçim anıydı. Kefeler eşit, fizyolojim tutacağım yöne göre değişmeye hazır. İkinciyi seçerek serinledim. Derin bir nefes aldım. Tıkaçlarımı kulaklarıma tıktım. Sokak lambaları ve bangır bangır bahçe aydınlatmalarıyla gündüze dönen geceyi geri getirecek maskeyi uykum gelir gelmez gözüme indirivermek üzere alnıma yerleştirip yattım, kitabımı açtım.

4 Mayıs 2021 Salı

KAPANMA GÜNLÜĞÜ

İki hafta. Balkona ancak karşıki tadilat hız kestiğinde çıkabiliyorum.

Köpek gezdirilebiliyormuş. Bir arkadaşım sitesinin önünü mesken tutan sokak köpeğini sahiplendi. Veterinere götürüyor, bakımını yaptırıp besliyor. Onu gezdirme bahanesiyle yürüyüşe çıkabilmek için tasma almış. Ama buna herhangi bir anlam veremeyen hayvan durduğu yere oturup kayışını çiğnemeye başlıyormuş.

Başka?

Düşündüm. Her tür köpek serbestse bir süs köpeği ile hayali bir hayvan arasında fark pek az olmalı. Bileğimden ucunda bir tasmayla kayış sallandırsam? Bununla kendi hayvanımı dolaştırsam?

Çağırdım, geliverdi.

Bir fino ile Alman kurdu kırması. Çırpı bacaklı, bidon gövdeli, eşekçe kulaklı, kalkık burunlu. Sesi sinirlendiğinde çivi gibi tiz, heyecanlandığında camları inleten peslikte. Donuk bakışlı. Bir tez canlı, bir miskin.

Adı Fişenk.

*

Bugün onunla Migros’a yürüdük. Geldiğimizde açılmasına hâlâ 8 dk vardı. Kapısında dikilmek yerine etrafını hızla turladık. Ne kadar adım atsak kâr. Almaya geldiğimiz şeyler yokmuş. Harika! Yolu hafif dolandırıp koşar adım A-101’e gittik.

Fişenk’in sağ arka ayağı aksamaya başladı. Aniden çekiştirdiği kolumla omzum geriye savrula savrula yürüdüm. Hayvanın acısı kılımı kıpırdatmadı. Böylece biraz da tek kolum fazladan hareket ettiği için sevindim.

*



Önlem eza olmamalı. Günde bir saat, evinizden de 1 km.den fazla uzaklaşmadan yürüyüşe çıkabilir, egzersizinizi yapabilirsiniz deseler..

Ama işte kurallar, uygulanışları, delinişleri ile ciddi sorunları olan bir kümeyiz. Baskı ve laçkalaşma arası köpeğim Fişenk kadar kırma bir git gel.

Nasılsa delinecek diye soluk aldırmayan bir uzlaşmazlıkla dayatılan kurallar, her cins katı “yassah!” gerçekten de kısa sürede üzerinde hamur kesme bıçağı gezdirilmiş prezervatife dönüyor.

İlk gün kapanır gibi olduktan sonra arka sokağım şimdi sadece kamyonlar, traktörler vb değil, her türlü araçla vızır vızır.

*

Fişenk bu sabah önümdeki, kalan saçları it kuyruğu yapılmış, kolunun gösterişli denizkızı dövmesi pazusuyla birlikte pörsümüş, onun dışında işlediği cinayete tanık olsan robot resmini çizdiremeyeceğin kadar özelliksiz bir adamın gezdirdiği, tepe tüyleri pembe bir tokayla toplanmış süs köpeğine umulmadık bir saldırganlıkla hamle edip beni de peşinden sürükleyince korktum.

Belki yarın hafif bir torba çöple yürürüm?

1 Mayıs 2021 Cumartesi

İŞLE

Tam da kapanırken bir çeviri aldım. Uğraşı. Zamana da bir çıpa. Yapmak, eylemek geçen zamanı hesabı verilebilir kılıyor. “O 17 günde şu sayfaya geldim.”

Çevrilecek her bir kitap mesafeli bir tanışmayla başlıyor. Gözümü, kulağımı yazara açıyorum. Nasıl anlatıyor? Nasıl bir sesi var? Yalın mı, girift mi? Temposu? Dağarcığı?

Bazısında daha ilk cümlelerden yazarın teni altına yerleşiyorum. Bazısında birkaç sayfa sürüyor ya da bir bölüm. Ağır ağır ilerliyorum.

Eninde sonunda birbirimize geçiyoruz. Nefes alır verir gibi işlemeye başlıyorum. Bir dilde oku, diğer dilde yaz.

İşini bilen bir cerrah gibi. Artık güvenle tuttuğum neşteri nereye vuracağını, nasıl ilerleyeceğini kafamdan önce elim biliyor. Rüzgarı kolayına almış bir yelkenci.

Yazar, çevirmeni, gözler, parmaklar.. Hepsi bir dans. Alnımın boncuk boncuk terlediği de var. Arada bir yazarla kavga ettiğim, söylendiğim. Ama yazarı da konuyu da aşan bu işlerlik hep ağır basıyor.

Klavyem başka bir klavye oluyor. Başında, saçları uçuşarak doğaçlayan bir piyanistim.