29 Aralık 2010 Çarşamba

BİR YIL DAHA

Bir yıl.

Bir yıl daha.

Üst üste mi koymalı, yan yana mı dizmeli?

İyisini kötüsünü, ışığını gölgesini mi seçip öbeklemeli?

Umudu sonraya bırakıp hep başlangıçları mı kutlamalı?

Yok yahu, yaşamışlık da mühim deyip sonları da mı onurlandırmalı?

Sonu-başı, kutlamak iyi şey deyip bir vurgu atmalı ama.

Öyle paralar saçarak değil de, dikkatim sende dercesine: Farkındayım. Akan zamanın, getirdiklerinin-götürdüklerinin..

Hayatın!

20 Aralık 2010 Pazartesi

DİYET

Yeni, yepyeni bir icadın tanıtım videosunu seyrettim: 6. duyuyu geliştirmek demişler adına. Başınıza takacağınız bir kamera, boynunuza asacağınız cep telefonu-bilgisayarcık, parmaklarınızdan birkaçına geçireceğiniz sensorlardan oluşan (ileri kuşaklarında iyice ufalıp şıklaşacağı vaat edilen) bir donanımla çıkıyorsunuz sokağa. Baktığınızı sizinle birlikte algılıyor bu yeni mucize. Fotografını çekmek istediğiniz bir şey mi karşınıza çıktı, yüksük biçimli sensorları geçirdiğiniz parmaklarınızla kadraj alır gibi yapmanız yeterli; gerisini bu hareketin “foto çek!” komutu olduğu belletilmiş donanımınız hallediyor. Çekim yapılıyor. Yansıtmak için ekrana bile ihtiyacınız yok, bulduğunuz ilk boş yüzeye yansıtıyor, oradan dilediğiniz gibi kesip biçip (sensorlu parmaklarınızla) oynuyorsunuz çekimlerinizle.

Mutfak alışverişinizi yaparken almayı düşündüğünüz ürünü donanıma “göstermek” yeterli; önceden belirlenmiş ölçütlerinize göre (ekonomik-çevreci-dayanıklı vb) sizin için notunu veriyor ve mal üzerine yansıtıyor.

Kullanım alanları böylece uzayıp giden bir parlak keşif daha.

Arkasındaki dâhiyi ayakta alkışlıyor heyecan dolu sesler çıkaran izleyiciler. Bu ve benzerlerini edinebilme telaşı uykularını kaçırmazsa düşlerine girecek yeni bir “olmazsa olmaz.”

Üretimine katılmadığım şeylerin tüketimi beni yoksullaştırıyor mu, zenginleştiriyor mu? Bu çağda üretimine doğrudan katılabildiğim kaç şey olabilir, doğru. Sorduğum, dengenin giderek sırf tüketici yana doğru bozulması. Tükettiğimden olsun dişe gelir bir şey üretemez olmak. Üretemedikçe doyumu daha da fazla tüketimde aramak. Sekiz yönden çılgınca bir hızla burnuma uzatılan birbirinden leziz havuçlara hamle ederken neyi kaçırıyorum?

İpin ucundaki kukla olduğuma uyandığımda ne yapabilirim?

Üretemiyorsam hiç değilse tüketimime karar vermek bir başlangıç olabilir mi?

Kendimi arzulatılmaya bırakmak yerine durup iki dakika gerçekte neye ihtiyacım olduğunu düşünmek, seçimimi de ucu açık parlak vaatler yerine buna dayandırmak (cep telefonumdan yumurta da çırpmasını, bilgisayarımın hiçbir zaman kullanmayacağım özelliklerle dolu olmasını beklememek vb)?

*

Çok yakın bir geçmişte Thoreau’nun Walden’ını bu çağda yazamayacağını düşünüyordum. Kullandığımız teknolojinin algılama biçimimizi geri dönüşsüzce değiştirdiğini. Zaman algımızın, yoksunluk tanımımız, oyalanma ihtiyacımız, hayattan tatmin olma yetimizin bir daha eskisi gibi olmayacağını. Geçmişe biraz da burun kıvırarak, çok kanallı beyinler haline geldiğimizi.

Ama işleyişi hâlâ evrim takvimini izleyen beyinlerimiz değişti mi, yoksa sel sularına kapılıp gidişe umutsuzca ayak uydurmaya mı çalışıyor sadece?

Kavrayış hızı şartlı refleks marifetiyle artan aklımla daha mı zekiyim? Bir oyun daha öğretilen evcil hayvana mı benziyorum daha çok?

Walden’ın Thoreau’sunu bu çağın tadına bir kez vardıktan sonra (ne demezsiniz!) getirip ormanın ortasına bıraksalar, uyaran açlığından (ya da bağımlılığının yoksunluğundan) ölür giderdi diyordum.

Şimdiyse dediğim, acaba? Neyle nasıl, ne kadar besleneceğime hâlâ karar verebilir miyim?

Çağı yakalamak derken kendimi, insanı kaçırmamak için.

19 Aralık 2010 Pazar

SESLERİN ARKASI

Seslere ne yer var hayatınızda?

İnsan sesi. Doğal sesler. Gürültü. Müzik.

Başka?

Dün, Gitar Kafe’de Yiorgis Sakellariou’nun seslerini dinledim. Sokakta, dışarıda kaydettiklerinden dönüştürdüklerini.

Ondan söz edildiğinde kafamda (kulağımda) canlanan daha başka bir şeydi. Algısı ses ağırlıklı biri olarak içinden geçtiğim seslerle benim kendi kendime yaptığıma yakın bir şey.

Sıklıkla sesi fon olmaktan çıkarır, ön plan algısı haline getirir, sonra içlerinden seçtiklerimi daha da öne çıkarıp birbirleriyle bağlarım. Martı çığlığının devamı olur mesela tramvay tekerinin kavislenen raydaki gıcırtısı. Biraz ötedeki bağırış ona bir ok çeker. Küçük kompozisyon, dükkanın birinin önüne boca edilen bir kova su ile tamamlanır.. Öyle şeyler.

Ama benimkiler hala tanınabilen seslerdir. Var olanı yeni biçimlerde bir araya getirmekle yetinir.

En iyisi kapayın gözlerinizi -zaten görecek bir şey de yok- ve dinleyin, dedi, ince uzun parmakları bilgisayarına bağlı mikserin tuşları üzerinde hazır bekleyen genç Sakellariou. Işıklar kısıldı. Arkadan vurup şarabımın kızıllığında oynaşan ufak mumun dairesine çektim bakışımı.

Ses başladı.

Olacağını canlandırdığım gibisi değil; kulağın tanıdığı seslerin işlenmişiydi. Blenderden geçirilmiş sebzelerin karşılığı bir tür.

Anında kabul ettim ve açtığı kapıdan içine daldım.

Düşüncenin aradan çıkmasıyla (açıklık denen budur belki) bedenimle karşıladım sesleri. Puslu bir uzaklık olarak başlayıp tekdüze, belli belirsiz bir tırmanışla sürüp genişleyerek yakınlaşmalarını. Bir kapı kemerinin ötesinden, korunaklı bir yerden izlenir gibiyken üzerime gelerek ya beni dışarı çıkarmış ya da kendileri içeri dalmış gibi büyük bir dalga halinde içine alışlarını. Gövdemde açtıkları büyük delikten öteme akışlarını ya da beni içlerine emişlerini. Kimi net, doğal halinde, kimi buzlu cam ardında gibi işitilen tanıdık seslerin (aniden bir martı kahkahası-gök gürültüsü-yağmur-bir kapı ya da palamar gıcırtısı belki..) serpiştirilmesiyle yüzümün gülüverişini..

Işıklar yandığında bu kıvamlı sesler akımı içimi hoşnutlukla doldurmuştu.

Sevdim mi?

Alakasız kalıyor bu soru. Deneyime sevmenin-sevmemenin ötesinde açıldım. Sıfatı yoktu, çünkü kendisi yeniydi.

Algıma, bildiğinin arkasına geçerek seslerin yeni bir çeşitlemesini kattı.

Genişletti.

15 Aralık 2010 Çarşamba

KLİK!


İnsanlar senin bir halinin şöyle bir fotografını çekiyor; en sık, belirgin halin oluyor bu, dikkatleri ancak öyle çekiliyor çünkü. Sonra seni düşünmeleri gerektikçe bakmak üzere o resmi bir yana atıyorlar. Artık öyle olmayalı çok uzun zaman geçmiş, bir bakıyorsun karşına çıkardıkları bu imgen oluyor.

Resmin uygun bir anda çekildiyse ne ala. Bir vakitlerdeki halinle şimdiki arasındaki fark ayyuka çıkmadığı sürece önceki gibi biliniyorsun.

Kafalarına sabitlenecek bir imge haline gelmenin ikinci yolu sevimsizleşmek. Olumlu halinin dondurulması kadar sık tekrarı gerekmiyor bunun. Şöyle bir iki, kredin yüksekse üç kez rahat boz, damgan hazır.

Mürekkebi de çok daha sabit. Eh, ayakkabına giren taşı mı hatırlarsın daha çok, beklenmedik anda yüzüne esen tatlı sabah yelini mi?

Söylenecek şey yok. İnsan kafası böyle işliyor. Hemen hiçbir şeye iki karelik zaman ayıracak halde olmadığımızdan bir sönüp bir çakan flaş misali ediniyoruz izlenimlerimizi ve sorgusuz sualsiz bunların hemen üzerine bina edilmiş fikirlerimizi.

Kendini karelerden kurtarmaya çalışmanın anlamı yok. Bırak, imgen dilediklerince hapsolsun.

Sen filminde akmaya bak.

14 Aralık 2010 Salı

I-NA

Bir yakınımdan:

"I-pod I-pad I-phone derken 'I' siliniyor, yaşam başkaları ile paylaşılması gereken ıvır zıvıra indirgeniyor (başkaları ise pek algılayıcı değil gerçekte, zira onlar da karşı yönde lüzumsuz bilgi üretmekle meşgul). Yani herkesten bol bol çıktı, ama kim bilir ne kadar cüzi parçası birilerine makbule geçecek girdi oluyor?

Bienal sanat fikri: Bir terazi, bir kefede bütün bu I-zımbırtılar, öbüründe ise küçük bir ayna, adı da I-na!"

12 Aralık 2010 Pazar

SOĞUK DUŞ

Claude Chabrol’ün 1975 yapımı Les innocents aux mains sales (Kirli Elli Masumlar) filmini seyrederken öne çıkan ne oyunculuk, yönetmenlik ne de öykü akışı oldu.
Zenginlik ve onun, statünün simgesi nesnelere sivrildi dikkatim.

“Son model” spor Datsun. “Şahane!” bir yat. Pahalı ve “zevkli” mobilya ile koca bir ev..

Erişilmek için ömürler harcanan, harcanan ömürlere bunlarla değer biçilen, başarı ölçütü nesnelerin 35 yılın ardından büründüğü görünüm. Neredeyse şefkat uyandıran acıklı-gülünç geçkinlik.

Sahip olmak için ölünüp bitilen şeylerin 35 yıl sonra göze nasıl görüneceğini hayal etmeli.

Saçma düşten soğuk bir duşla uyanmak için!

11 Aralık 2010 Cumartesi

İYİ DİNLEMEYİCİ

Dinleyicinin değilse de dinlemeyicinin iyisini bulmak ne kolay! Aramaya bile gerek yok. Gözünüzü kapayıp iki, bilemediniz üç körebe adımı attınız mı birini yakalarsınız. Olmadı, yakalanırsınız.

İyi dinlemeyici, kulağını size verdiğini sanırken (hiç değilse ilk iki dakika boyunca sanabilirken) ilgisi ilk temasta sizden sekip kendi alemine dönendir. Daldan dala sıçrayan odaklanmamışlığına. Size, iletmeye çalıştığınıza açılmak yerine sizi kendi bildiğine kapamaya kalkışır. “Derdiniz” daha dökülememiştir bile, teşhisleri, reçeteleri, çözümleri sıralamaya koyulur. Kafasındaki imgenizi mi bozuyorsunuz, bunları dostça bir paylama (nedense şifa vericiliğine pek bir bel bağlanan yoldur bu) ve eleştiriler izler, belki bu bile izlemez. Sizi bir anda tuval eder, üzerine sadık bir zemberek gibi döndüğü kendi deneyimlerini çizer-boyar.

Bunca zahmete neden giriştiğini sorarsınız kendinize; çoğu zaman dinlenmek isteyen bile olmamışsınız, onlar istemiştir “içinizi dökmenizi.”

Bir parçası dökülmüş içinize hırsız girmiş gibi hissedersiniz iyi dinlemeyiciyi. Kendi kendiliğinizi çalmış, kalanı ortalığa saçmış, kulağını sizden çok önceden doldurmuş kendi gürültüsüne karışıp gitmiştir.

İçinizden, işaret parmağınızı sokup kulağınızı bir güzel silkelemek gelir. Orada bıraktığı nahoş izi silmek.

7 Aralık 2010 Salı

Diyelim evinize birilerini çağırıyorsunuz. Söz konusu olan düğün ya da cenaze değilse konuklarınız belirli bir başlık altında toplananlar olur, değil mi? Konu, komşu, aile, yakın dostlar, kumar, iş vb. arkadaşları.

İlişkilerinizin her bir sektörünün canlandırdığı bir kimliğiniz vardır. En kolayı da bunları birbirleriyle uyumlandırmaya çalışmadan ayrı ayrı yaşamaktır. Patronunuz ve canciğer arkadaşınızla birlikte içmek istemezsiniz çayınızı; bu bileşim sizi ne deve ne kuş bir iki aradalığa zorlar çünkü.

Bilgisayarda belgelerinizi nasıl tek bir dosya altına kaydetmiyorsanız ilişkilerinize de kendiliğinden öyle ayrı alanlar açarsınız.

Facebook’un getirdiği bir “yenilik” de, etrafınızda, etrafınızın etrafında, geçmişinizde olan (ve bu araç sayesinde daha da oldurduğunuz) kim varsa aynı salona buyur etmeniz (ya da kendinizi buyur ettirmeniz).

Yarım yüzyıl geride kalmış çocukluklarda nasıl misket, gazoz kapağı, artist-sporcu resmi biriktiriliyor idiyse koleksiyonun bugün insan suretleriyle sürdürülmesi.

Ve bu sosyalleşmenin getirdiği dil, jargon: Öyle bir ortalama tutturacaksınız ki (derdiniz kartvizit toplar gibi insan biriktirmek değilse) alt kişilikleriniz bir çatı altında uyum içinde yaşasın. Sulu siz ile bir konuyu ölümüne ciddiye alan, suya sabuna dokunmayan gündelik hasbıhalden haz alanla, hayır, ele aldığının dibine kadar giden, “entel!” yaftasından cüzamdan kaçar gibi kaçanla bu yaftayı hak eden, alabildiğine mesafeli olanla alabildiğine yakın olan… yanlarınız uyum içinde, bunlara karşılık gelen çevrelerinizle aynı anda varolabilsin.

İlginç bir sosyo psikolojik olgu ve beraberinde getirdiği yanıt bekleyen bir soru olabilir ama ara duvarların kalktığı, sanal-gerçek, hayatıma girmiş ne kadar farklı yönde kişi varsa hepsinin tek bir bohçaya döküldüğü bu sosyal ağa takılmış istavrit gibi hissetmeye başladım ben kendimi!

6 Aralık 2010 Pazartesi

GENEL OBEZİTE

Obeziteyi nasıl bilirsiniz?

Yükte ağır-pahada hafif diyebilir miyiz?

Halaç dayağından geçmiş pamuk gibi kabarık.

Kof.

Bunların hiçbiri işlevini yadsımak olmamalı. Sağlıklı olup olmaması bir yana, her türden obezitenin esaslı bir işlevi var çünkü. Ya da iki: Tampon ve uyuşturucu, obezite.

Dikkati hedeften, çok can yakıcı ya da ziyadesiyle emek gerektiren nokta her neyse, ondan uzaklaştırmaya hizmet ediyor.

Açlığın doyurulmasına olmasa da doldurulmasına.

Hizmetinin bedeli, doymak ile dolmak arasındaki farkta saklı.

Uykunun devamı için fiziksel ihtiyacın, mesela susuzluğun rüyalarda giderildiğinin görülmesi gibi. Gereksinimin karşılandığı yanılsamasıyla uykunun sürdürülmesi, obezitenin hizmeti ve bedeli.

Ve galiba her tür bağımlılık obezite.

Uyaran bağımlılığımızı düşünüyorum. Geçende biri, Zürih’teki metronun duvarlarını anlatıyordu. Trenin hızında sabit algılanacak tempoda görüntüler yansıtılıyormuş.

Üç dakika da boş duvara bakıversinler! diye isyan ettim: Uyaran bağımlılığımız dolduruldukça içimiz boşalıyor.

5 Aralık 2010 Pazar

SOSYAL OBEZİTE

Kısa, isabetli vuruşlarıyla turnayı hep gözünden vuran bir yakınım böyle deyiverdi Facebook için.

Geçende oturdum, kurucusu cin fikirli Mark Zuckerberg ve başımıza sardığı Facebook’u üzerine yapılan filmi seyrettim, Sosyal Ağ’ı. Anlatılan o sıkıcı, akamayan, kasvetli yasal savaş değildi beklediğim. Ama gözler önüne serdiği kader cilvesi, ayırdığım zamana yine de değdi: Başına yapışanların, bağımlısı oluverenlerin 500 milyonu bulduğu bu fenomen, sosyal yandan pek yoksul büyük bir zekanın ürünüydü. Eksikliğinin hıncını çıkarma, yarasını yalama yolu.

Bir gedik onu dengeleyecek bir zeka, ardından da büyük bir taleple birleşince ortaya çıkan Facebook olmuş.

Facebook Zuckerberg’in ruh yaması.

Peki ya bizim, benim?


Ona sosyal obezite diyen yakınımın başka bir saptaması da insanın hayattaki bütün amacının “oyalanmak” olduğuydu. İnsan ilişkilerinden başlayıp inceltilmiş, yüceltilmiş biçimlerinde bilimi, sanatı, felsefeyi veren bütün bir yelpazenin oyalanma dürtüsü, ihtiyacı ile özetlenebileceği.

Aşk, tutku, arayış, yaratıcılık, idealler vb. baş tacı edilen etiketlerin bir anda soyulup çıkarılması ve geride kalanın sıradanlığı pek gönül okşayıcı değil tabii. İrkiltici. Ama onun bütün saptamalarında olduğu gibi itirazlara girişmeden durup şöyle bir evirip çevirmek de ayıltıcı.

Sonuçta insana en iyi gelen bu değil mi; şeker-çikolataya bulanmamış, damak buran gerçeklik.

Enerji en kolay akacağı yolu seçer. Arada suyu ters akıtacak, insanı sarp kayalıklara yalınayak tırmandıracak özel bir tutku yoksa yapacağı odur.

Facebook’un da sunduğu bu. Elinizin altında bir bilgisayar, biraz elektrik, bir de modem varsa bağlanın gitsin! Oyalanma ihtiyacınızı kapıya çıkıp çenenizi komşularınızla yormadan, sinemaya, kahveye kapağı atmadan oturup kaldığınız yerden gidermenin en kestirme yolu; yemek pişirmekle kim uğraşacak, damardan serumla beslenmenin.

Ah Zuckerberg, kız arkadaşınla işler bir ilişki kurmanın yolunu bulsaymışsın keşke, diyemiyorum.

Kendi yarasını yalarken zaten oracıkta olan genel ihtiyacın da kolay yoldan giderileceği yatağı açmış o sadece.

Tencere paldır küldür yuvarlanmış, kapağını bulmuş!