30 Nisan 2014 Çarşamba

YANSITICI

Biri seni çileden çıkardığında onda yansımalarını aran.

Olmaz deme; ben hiç o kadar düşüncesiz, sarsak, savruk vs değilim!

Yansıma bu. Kırınıma uğrar, bölünür, parçalara ayrılır, olmadık yüzeylere düşer. Belki söz konusu durumda değilsin. Ama ya hayatın başka alanlarında?

Didiştiğinin kendin, karşındakinin de bir yansıtıcıdan ibaret olduğunu idrak etmek omuzlarından ne büyük yük kaldırıyor.

Gerisi, koyverdiğin soluğunla birlikte açığa çıkan derin bir rahatlama ve geliveren anlayış, şefkat.


Kendine ve diğerine karşı.

.

27 Nisan 2014 Pazar

SEVMEK SEVMEMEK

Arkadaşlarım “Ankara’yı sever oldun!” diyor. Yüzlerinde “Ankara mı, off!” deyişlerimin izini süren bir yan gülüş.

Yokluyorum. Sevmek sevmemek değil bu. Başka şey.

Zorunluluğun itip açtığı, sonra aradan çekildiği bir kapı.

Olasılıklar, kurgularla o kadar zaman debelendikten sonra kendini nihayet olana bırakmak. İstemenin istememenin ötesinde, yaşadığına açılmak. Koşullanmanın seni ucunda kukla gibi oynattığı iki ipi bunlar.

İstek duyduğuna çekil, asıl, sürekli kılmaya çalış (kaybetmekten kork, yitirdiğinde acı çek). İstemediğini it, kaç.

Hayata temel tepkimiz açısından iki elektrotla sonsuza kadar itilip kakılacak bir tek hücreliden fazla farkımız yok.

Hoş dediğine koş
Nahoş dediğinden kaç

Herhangi bir yoldan (teslim olunan zorunluluk, aşamalı bir uyanış) bunun ötesine geçtiğimde direnç ve akış şeması yekten değişti.

Kapıyı ya istekli bir gülüşle (bin bir beklentiyle) açan ya da tıklatanın suratına çarpan bezirganbaşı aradan çekildi.

Ne sevilecek şey arıyor, yaşadığımı güzelleştirmeye çalışıyor ne de itici bulacağım şeylerden kaçıyorum.

Ama yansızlığın ölgün ilintisizliğine de kapılmıyorum.

Bambaşka biri oldum yani, öyle mi?

Evet ve hayır.

Hayatı kafanda, düşüncelerinde, lök gibi oturmuş hükümlerde yaşamadıkça zaten her an başkasın. Ama hep öyle olmuyor. Arada pekişmiş alışkanlıkların şarampolüne de güzelce yuvarlanıveriyorsun. Gözüne yeniden perde iniyor. Görüşün daralıp kararıyor. Sonra doğrulup üstünü başını silkeliyor, şarampolden çıkıyorsun.

Olanı yeniden olmaya bırakıyorsun.

Sıfat takıp dondurmaktansa sürekli bir ilgiyle yaşıyorsun.

Zoraki bir ilgi değil. Öylesi tüketici olur, sürmez. Yargı aradan çekildiğinde ortaya çıkan hakiki bir ilgi bu.

Güzelin çirkinin, isteyip istememenin çitinden atlatıp her ne ise olanın göbeğine götürüyor. Onunla hemhal ediyor.

Kıyaslamalarla bölünmeden yaşıyorsun. Yekpare. Som.


Bu durumda Ankara’yı seviyor mu sevmiyor mu oluyorum ben?

.

21 Nisan 2014 Pazartesi

İLİK

Karşılanmayan beklentilerden hüsrana uğramak, gömleği ters ilikleyip ters olduğu için iliğe bozulmak gibi..

16 Nisan 2014 Çarşamba

BAHAR ŞENLİĞİ

Berat, bize de gelsene, dedi. Ziçev’in (Zihinsel Yetersiz Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı) bahar şenliğine. Zaten gelecektim, dedim. Duyurusunu gördüğümde aklıma koymuştum.

Berat fotograf atölyesinde zihinsel engelli çocuklar, gençlere fotograf öğretiyor.



Gölbaşını çıkıp bozkırın kıyısında genişçe bir araziye yayılan yapılarıyla Ziçev’e saptım.

Tepedeki düzlükte ufak bir hareket vardı. Aralarına girdiğim an çocuklar sokuluverdi. Elimi tutup elleri arasına alanlar, kolumu okşayıp boynuma sarılanlar. Kayan dilleri, heyecanlı konuşmaları, gözlerime kilitlenen bakışlarıyla selamlayanlar. Kimsin, kimlerdensin, in misin, cin mi, hiç tartıp biçmeden bir içe alış. Sevilecek, sevinilecek bir varlık daha işte. Yürüyüp denize girmek kadar dolaysız bir karşılama!



Geç kaldın, dedi Berat, çoğu spor salonunda, maç yapıyorlar.

E o zaman oraya gidelim.

Tamam ama önce sepet içindeki renkli kağıtlardan çekmemi istedi. “Bugünlük kardeşin olacak kişi.” Çektim, Erkan çıktı. “En iyi fotograf çekenimi seçtin!”

“Ne sıcaklar!”

“Öyledirler. Safi sevgi. Sen asıl bir köşeye gizlenip onların sabahları servisten inişlerini seyredeceksin. Burada kalanlarla kucaklaşmalarını. Yürüyemeyen arkadaşlarını sırtlarına alıp sınıflarına taşımalarını.”

Engelleri onları sevgide engelsiz yapmış gibi. Kılıçsız kalkansız.





Spor salonunda kıyamet kopuyordu. Çocuklarla konuklardan bir kalabalık. Bir kısmı duvar dibine oturmuş, tek pota basket oynayan iki tarafa tezahürat yağdırıyor. Erkan’ı bulduk. Boynunda fotograf makinesi, oradan oraya koşturuyordu. Heyecan içinde yanımıza geldi. Sağır dilsizmiş. Yerinde duramıyordu. Berat, ilgisini ikimizin bir fotografını çekecek kadar tutabildi. O koşturmasına dönerken dışarı çıktım. Issızlığa.



Yoğun bir çarpılmışlık hissiyle yola indim. Metruk çiftlik binası boyunca yürüdüm. Pencereleri sökülmüş. Çatısı bel vererek yer yer göçmüş. Dachschaden lafı çaktı aklımda. Almanların kafadan sakat karşılığı kullandığı söz: Çatı hasarı. Allak bullak, gülümsedim.



Köşede, bir tel örgünün arkasında tüten kül yığını önünde öylece kaldım. Yabasının ucunda bir öbek çalıyla beliren adam “Yanlış mı yapıyorum?” diye sorunca irkildim. “Bakıyordunuz da, yanlış bir iş mi yapmışım diye merak ettim.”

“A, yok. Ben.. ateş seyretmeyi, fotografını çekmeyi severim de, onun içindi.”

O zaman size şöyle güzel bir ateş yakalım deyip çalıları yığına attı, dürtüp tutuşturdu. Alevler bir anda yükselip genişledi. Hareketleri, dağılıp asılı kalan içime yayıldı. Kısa sürede dumana kesip sönene kadar başında durdum.

Spor salonundan çıkanlara karıştım. Sıra pastadaymış. Yemek salonuna yürüdük. Aynı yerdeki yalnız kalma mekanını gösterdi Berat. İç içe, biri yatak, diğeri küçük mutfağı, sobasıyla oturma odası.



“Burada yalnız yaşamayı öğreniyorlar. Evlerini derli toplu tutma, ufak tefek yemek pişirme, misafir ağırlama, gündelik işler. Ana babalarının, bir bakanlarının olmadığı zamanlara hazırlanmaları eğitimlerinin önemli bir bölümü.”

Engelleri elverenlerin, ama burada daha ağırları da var. Tekerlekli sandalyedekiler.

Müzik de açılmış, salon cıvıl cıvıldı. Kucaklaşanlar, arada tutuşuveren çalılar gibi bir anda parlayan tartışmalar – “Hadi çocuklar! Yapmayın, öpüşün, barışın” denildiği an peki madem der gibi öpüşüp barışıp ağız kulaklarda bir sonraki ana geçiverişler. (Bir kez daha, engelliliğin engelsizliği işte.)

Ağır vakalar, dizildikleri duvar dibinden bakıyordu.



Dev pastanın gelişi heyecanı odaklayıp iyice yükseltti. Ne kocaman pastaydı öyle, hem de yaş! Kesildi, yenildi, danslar edildi. Baktım, bir grup tam da içimden geleni yapıyor; yerlerinde Masai gibi havalara sıçrıyor.



“Farkındalar mı?”

“Derece derece. Bir kısmı değil. Onlar mutlu. Sınırda olanlarsa bir şeylerin ters olduğunu anlıyor, o zaman bunalıma girebiliyorlar.”

Dans edenlere baktı. “Onlarla olduğunda dertlerinin çoğunun ne kadar tırıvırı olduğunu görüyorsun. Ve zaten.. kafanı dağıtmak için aralarında olmak gibisi yok. Sana her şeyi unuttururlar.”

Başka bir dünya. Madalyonun hiçbir zaman çok uzak olmayan hemen arka yüzü. Bir travma, kimyasal-sinirsel bir hata ve oradasın, yeni bir hizalanışla çoğunluktan koptuğun yerde. Sınır oynak, uçucu. Oradan buraya, buradan oraya geçirgen. Şu ortamlarındaysa öne çıkan hiç bu değil. Kaynaşma. Öğretmenler de, çalışanlar da ambalajı (normalliği, görünümü) çoktan aşmış, insana özünden dokunuyor. Diğerleriyse zaten öyle yapıyor.

“Bir kere göz göze gelmeye gör, yakalar, ta kalbine değerler senin. Ama sonra süreklilik isterler. Öyle iki gelmeyle olmaz. Üzülür, özler, sorarlar.”

“Görsel hafızaları iyi demek?”

“Hem nasıl! Fotografta da görürsün bunu. Her kareyi, nerede nasıl çektiklerini hatırlarlar.”

Ve başka bakarlar..

Konuklar demet demet papatya, daha birçok kucaklaşmayla uğurlandı. Servisin gelmesini beklerken fotograf atölyesine geçtik.

Berat onca sağlık, hayat sorununu bir kenara itip yedi yıldır bu atölyede ders veriyor. Ders vermiyor aslında, fotografı birlikte yaşıyorlar. (Oldukları yerde de değil, dolaşarak, dört bir yanda sergiler açarak. Geçenlerde trenle Kars’a gidip orada fotograf çektiler.) Bu blogun ilk yazılarından birinde sözünü ettiğim sergilerinin izlenimine dayanarak, fotografı kendisi de onların gözünden yeniden yeniden öğreniyor diyebilirim ( http://aksi-seda.blogspot.com.tr/2010/03/asil-art-brut.html ). Görüntünün, anlamın, anlatımın peşine hele onun gibi düşmüş birinin bu fırsatı kaçıracağını hiç sanmam.

Akıl almaz fotograflar bunlar. Çerçevesiz bir dünyadan odaklanmalar.



Sihirli aynalarla çalışıyorlarmış. Dalgalı yüzeyli koca aynalar. Birini alıp şövaleye yerleştirdim. Bir süre bana Uçan Hollandalı arkadaşlık etti, Hollanda’dan gelen Down sendromlu çocuk. İlgisi dağıldığında uzaklaştı. Onca saatin hareketinden yorulup uzun masanın etrafına çökmüş diğerlerine karıştı. Aynayı kanıksamışlar, bugünün yıldızı o değil.



Benim için farklı.

Kımıldadıkça benimle birlikte dalgalanan tüm bir içeriğin ekranı.


Ürkütücü, genişletici, özgürleştirici, bulup kaybettirici.


11 Nisan 2014 Cuma

RÜYADA RÜYA GÖRMEK: AYŞEDENİZ GÖKÇİN

Öyle hazır sınıflandırmalara, kalıplara, sınırlara gelecek biri olmadığı daha piyanonun başına oturmadan belli AyşeDeniz Gökçin’in. Ayrımları aşacağı, tarzlardan taşıp kendi coğrafyasını yaratarak keşfe çıkacağı. Dinleyeni de çıkaracağı.

Müzik, evet tabii ama ondan bile önce yaşamaktan heyecan duyduğu da. Araştırmaktan, kurcalamaktan, sorgulamaktan. Kurulmamış bağlantılarla haritalarını kendi elleriyle çizmekten.

Capcanlı, parlak, duru, sesler kadar sözlerle de iletmeyi seviyor. Karşımızda bir konser piyanistinden önce arkadaşlarına zihninde çakan, çakışan fikirleri soluk soluğa anlatan genç bir insan var –yaşça demiyorum, onlarca yıl sonra da çevresine bu tazeliği, ilk elden yaşama yetisini yayacak biri olarak canlandırıyorum onu.

Ve işte piyanonun başında.

Paravanları bir kez aradan, düşünceden kaldırınca Pink Floyd’da Liszt’i, Liszt’te onunla ters yönü tutmuş Chopin’i, bugünde geçmişi, geçmişte geleceği görmek, göstermek kendiliğinden geliyor. Ya da yakaladığı akıcılıkla öyle görünüyor.

Pink Floyd ateşin çırası. Tutuşturup geri çekiliyor. Parçacıklarına ayrılıp bambaşka bütünlüklere bölünüyor. AyşeDeniz kendi coğrafyasında. Meditatif, atak, derin, naif, yalın, alabildiğine girift, piyanoyu olabileceği her kıvama, karaktere sokup çıkarırken Pink Floyd da sudaki yansımalar gibi belirip kayboluyor.

Parça aralarında bu çevrimi nasıl katmanlandırdığını açıklarken bir ara ne uçlara gittiğiyle kendini bile hayrete düşürmüş gibi, “Onların doğaçlaması üzerine doğaçlama yapıyorum” dedi. “Rüyada rüya görmek gibi bir şey..”

Belki de budur. Rüyada görülen rüyalardır işin aslı.

Gerçeklikler arasındaki kapıları açmak, sonra da bir uçtan öbürüne bütün bir güzergahı kat etmek, aşmak.

Onu da böyle harlı, bulaşıcı bir yaşama sevinciyle yapmak.


Teşekkürler AyşeDeniz!

.

9 Nisan 2014 Çarşamba

EŞİ OLMAYAN BİR YARIŞ

Sekiz yıldır kadınlara okuma yazma öğreten arkadaşım Evnur’la Solfasol’de ders verdiği kadın eğitim merkezine gittim.

Dışkapı’dan sonra kötü apartmanlarla kaplı tepelerden saptık. Bir yamacı TOKİ karabasanları, diğerinde hâlâ gecekondular olan vadide ilerledik. Kursun en yaşlısı, 71 yaşındaki Sacide hanımı evinden aldık. Yolda arkadaşımla ortak tanıdıklarının, akrabalarının evlerini gösterdi. Sahiplerinin sebze-meyve (bir de ceviz, nefismiş buranın cevizi) yetiştirdiği bahçe içinde evler. Baharlarda yeşererek ev aralarının yeşil zeminini göğe yükselten kavaklarla buraları hâlâ toprağa bağlı, soluk alabilen yerler. Tapuları varmış ama imar izinleri yok. Ve karşıdan TOKİ gelmiş, neredeyse burunlarının dibine dayanmış. Sıfırlanmış bir toplumsal hafızanın beton kurusu, rant açı küntlüğüyle kabaran bir dalga gibi, zamanı yaşanmışlığa bulanmış bu son adaları da yutmaya iştahlı.



Eğitim merkezi bakımlı, tertemiz bir bina. Mutfağında Sacide hanım bizimkileri bardaklara, kendi çok açık çayını da bira maşrapasına koydu, öyle içermiş. Söylesem mi, duraksadım. Sonra dayanamadım. Ne var ki bunda der gibi güldü. Birleşmeden önce on yıl Berlin’de çalışmış, bira maşrapası neye benzer, elbette biliyor.



Yirmi kişilik sınıfın en arka sırasına oturdum. Biraz gecikmeyle iki kadın daha geldi. Üç saatten haftada üç günlük dersler hiç bu kadar az kişiyle geçmezmiş. Şansıma.



Biraz hoşbeş, ardından defter kitap açıldı, ders başladı.

Ödev olarak yazdıklarını okumaya Zübeyde hanımla başladılar. Okumayı yeni sökenlerin doğuştan sağırların konuşmasını andıran tutukluğuyla, eşinden hiç yardım görmeyen bir kadının ağır yüklü gündelik mücadelesini okudu. Esaslı. Yakınma değil, dümdüz bir saptama. Peki yazısının başlığı? Güldü. Hafif kuşkulu, hafif gururlu, “Eşi olmayan bir yarış” dedi.



Bizden bir yaş büyükmüş ama akvaryumda yaşamayan bütün kadınlar gibi epey daha fazla gösteriyor. Dört çocuğu, on dört torunu varmış. Hayatı da yazdığı gibi geçmiş, geçmekte.

Sacide hanımın ödev başlığı “Dayan yürek dayan”dı. Makbule hanım da kadın hakları üzerine yazmış.

Okuma yazma öğreniminden ibaret sandığım derslerin ilkokulu dışarıdan bitirmeye yetecek bir program izlediğini gördüm. Yurttaşlık bilgisi, aritmetik, genel kültür.. Hepsi de bir yandan okuma yazma alıştırması olan birçok konu. (Evnur bunları hayatlarına yedirerek veriyor. Sözgelimi ödevlerinden biri, birer yemek tarifi yazmakmış. Kurs sonunda bunları toplayıp çoğaltıp anı olarak dağıtıyormuş.)



Karacaoğlan’dan bir şiiri sırayla okudular.

İş düşününce gelir başa
Düşünceler gider gelir.

Sıra hocanın söylediklerini yazmaya geldi.

Ablamlar Ankara’da yaşıyor.

İstanbul’a gezmek için gidiyorum.

Türkiye Belçika’dan daha büyük bir ülkedir.



Henüz alışkanlık haline gelmemiş her faaliyetin akıntıya kürek çekme zorluğu içindeydiler. İkinci cümlede saat tuttum. İşittikleri sesin hangi harf olduğunu seçmeleri için abartıla abartıla tekrarlanan hecelerle 1 dakika 40 saniye sürdü.

Bir kez daha harf atlayan Makbule hanım, yılgınlıkla özür arası bir tonla, “Bende akıl olsa, ama yok ki..” dedi. Akıl bir kez okumuşlukla birleşmiş, değiştirilmesi, aşılması güç bir önyargı görünüyor.



61 yaşındaymış. Nüfusa göre 9, gerçekte 14 yaşında kocaya verilmiş. Sonra çoluk çocuk, göç.. Bir gün otobüs şoförüne Ulus’tan geçer mi diye soracak olmuş. Şoför, kör müsün, Ulus arabası arkada diye tersleyince utancından kahrolmuş. Ben şehri çok gezerim, dedi, elaleme muhtaç olmadan otobüstü minibüstü bulup binmek ne nimetmiş.

Bu iki taraflı sabır sınavında Evnur’u, hayatının gördüğüm her alanında hiç gösterişsizce etkin arkadaşımı izledim. En ufak bir sabırsızlık hissedilmiyor, rahat ama konudan fazla da uzaklaşmayan odaklanmışlığıyla kadınlara güven, şevk veriyordu. (Bu işi ben nasıl yapardım diye düşündüm. Muhtemelen sabırsızlık ataklarını, bastıran can sıkıntısını uyarıcılığı artıran dürtüsel ilhamlarla aşmaya çalışırdım –gelinini azarlayan kaynana, torununa ninni söyleyen nine, kah fısıltı kah bağırma vs yöneltmeleriyle okutarak dikkatlerini doğrudan okumadan almaya bakabilirdim mesela. Ama belki ben onlardan sabırsızlığı mum gibi eritmeyi öğrenirdim ki bu da beni alışverişten kârlı çıkan taraf yapardı, kim bilir.)




Bir şiir daha.

Bir yıldız kaysa
Bizim eve düşse
Karyolama gelse
Benimle uyuyakalsa
Bir yıldız kaysa
Bizim sınıfa konuk olsa
Benimle aynı sırada otursa
Gelmişken okuma yazmayı da öğrense
Bir de şöyle küçücük olsa
Parmağıma takılıp yüzüğüm olsa
Karanlıklarda hep yolumu aydınlatsa.

Altında anonim yazıyordu. Üç kadın da bunun anlamını biliyor çıktı! Şiirin sahibi gerçekte okuma yazmayı bu kurslarda öğrenmiş bir kadınmış, adını vermek istememiş.

“Şimdi de bu şiire kendinizden bir satır ekleyin.”

Yarı sesli heceleyerek yazmaya yumuldular. İlk Makbule hanım okudu:

“Bana gece huzur verse.”

Arada bahçeye çıkıp zamanı geçmek üzere olan lalelerin fotografını çekiyordum ki Sacide hanım çayımın soğuduğunu seslendi. Gözleme yaptırıp getirmiş, hep birlikte yedik.

Dönüş yolunda Evnur’a bunun son derece ayakları yere bastırıcı bir iş olduğunu söyledim.

Akvaryumun dışına dokunmak. Dokunmak. İlişkilenmek.

Gördüğüm en tuhaf göbekte (bir kere, açılan yolların ortasında değildi) aman dikkat diye uyardı. “Tam karşısı, havaalanından gelen çevreyolunun çıkışı, tek yönlü.” (Hiçbir uyarı yok, var olan yön tabelaları da yorum gerektiriyor.) “Bir keresinde yanılıp girdim. Karşıdan gelenleri görünce ecel terleri döktüm. Allahtan yolun kenarında keçi otlatan bir çoban vardı da trafiği kesip bana u dönüşü yaptırdı.” 

O tarafta yamaca “güzelleştirme amaçlı” diyecekleri kayalık taklidi beton bloklar yığmışlar. Cılız çimenlere de her yerde görüp ihalesini kime verdiklerini laf olsun diye merak ettiğim Ankara keçisi heykellerinden bolca serpiştirilmiş.


Dönüşümün nereden nereye yöneldiğinin nişanı gibi.

8 Nisan 2014 Salı

BAŞKALARININ ANILARI

Kütüphanede bir defter geçti elime. Rehberlik yaparken turistlerden dinlediğim anekdotları kaydetmişim. 1986-90 arası olmalı.

Açtım, okumaya başladım.

*

Çocukluğumun, izi bir karabasanınki gibi hiç silinmeyen anılarındandır: Macar İsyanı. 1954’teydi galiba.. Macar sınırına yakın bir kasabada oturuyorduk. Ortaokuldaydım. Bir sabah radyodan duyduk. Macarlar Özgür Dünyanın yardımını istiyorlardı. Çağrı aralıksız ve her dilden yapılıyordu: ‘Düşman kapımızda. Direneceğiz. Yardım edin.’ Aralıksız. ‘Sonuna kadar-Direneceğiz.’ Yoldaydık. Bir yere gidiyorduk. Ve açıktı radyo; kulaklarımız, gözlerimiz. ‘Sonuna kadar..’ Direndiler de. Bütün bir gün. Ruslar radyo istasyonun kapılarını tekmelerle indirene kadar. Sonra silahları duyduk. Kurşunlardan biri mikrofonu ve yinelenen sözcüğü parçalayana dek. Direne..

*

Aramızda kamp kurma deneyimi olan vardı kuşkusuz. Ama daha önce kimse bir ciple çöl geçmemişti. Cipi kiraladık. İtalya’dan Kuzey Afrika’ya gemiyle ulaştık. İşte önümüzdeydi. Büyük Sahra.

Çöl bir hayatta kalma savaşıdır. En yakındaki yerleşimden yüzlerce kilometre uzak, kısa sürede içgüdülerle birleşir akıl. Kum fırtınalarını kollamak –Çadır kurarken renginden kum katmanının ne kadar eski olduğunu olabildiğince doğru kestirmek zorundasındır. Çok yeni olmamalı ne de çok eski. Bu katmanlar tıpkı açık deniz dalgaları gibi metrelerce yüksek, çölün topografyasını sürekli değiştirir. Zehirli yılan, böcek yuvalarına dikkat etmek. Kuyuları bulmak. Bütün bunlar bir süre sonra soluk almak kadar doğal bir eyleme dönüşür.

En kötüsü sinekler. Bedevi fotograflarında görmüşündür: Yüzü sinek dolu insanlar. Tehlikeli hastalık taşıyıcısı küçük sinekler göz, burun ve ağza üşüşür; nem çeker onları.

*

Doğu ve Batı Almanya arasındaki politik gerilim olanca yoğunluğuyla sürüyor. Doğu’ya geçiş, herhangi bir yabancı için Federal Almanlara kıyasla çok daha kolay. Ama bizim başımıza gelenler diğerlerine de gelmiyor değil. Bir İtalyan kamyon şoförü. Sınır kapısını geçip henüz tarafsız bölgede bir köprü üstündeyken kağıtlarını kontrol kulübesinde unuttuğunu fark ediyor. Yanındaki arkadaşına hemen döneceğini söyleyip kamyondan iniyor, köprüyü yaya geçerken ateş açılıyor. Ölüyor.

*

Gazetecilik beklenmedik durumlarla sıkça karşılaşılan bir meslek olduğu için kıvrak bir zeka gerektirir. Teknik bir sorun yüzünden bir gün fal köşesini yetiştiremedik. Başka bir iş için odasına girdiğimde yazı işleri sekreteri telefonda konuşuyordu. Karşısındaki kadının öfkeyle yükselen sesi rahatça işitiliyordu:

Bu ne rezalet! diye gürlüyordu kadın. Bugün fal köşesi çıkmamış. Bütün gün ne yapacağım şimdi ben?!

Sekreter kibarca teknik sorundan söz ettikten sonra ‘ama fal köşemiz hazırdı; yıldızınızı lütfederseniz önümdeki metinden derhal okuyabilirim’ diyerek bizim rakip bulvar gazetesinin fal bölümünü açtı. Elimdeki dosyaları bırakmış, ilgiyle izliyordum. Falı okunan kadın daha da artan bir öfkeyle bağırdı:

‘Skandal! Utanmazlık! Söyledikleriniz bugünkü (…) gazetesinde aynen yazıyor!!’

Sekreter alabildiğine soğukkanlı, cevabı yapıştırdı:

‘Görüyor musunuz hanımefendi, yıldızlar hiç yalan söylemez.’

*

Doğu Almanya’yı kat ederken özellikle bir Batı Almanın benzin istasyonu, yol kenarı, köy gibi ara yerlerde durup insanlarla herhangi bir alışverişte bulunması kesinlikle yasaktır. Sürekli denetlenir buraları. Doğu Almanya’da ender bulunan şeylerden biri de portakal. Leipzig gibi, fuarları dolayısıyla politik propaganda merkezi olmuş, görece bir bolluğun olduğu bir kentte bile portakal yoktur. Sıradan bir Alman, arabasıyla Doğu’ya geçiyor. Dönüş yolunda, yanında getirdiği portakalların arttığını hatırlıyor. Durduğu benzin istasyonunda küçük çocuklu bir aile görüp kalan birkaç meyveyi onlara veriyor. Sınırda Doğu Alman polisi tarafından tutuklanıyor. Uzun süre hiçbir haber alınamıyor. Günler sonra cesedi, kalp krizi sonucu öldüğünü bildirir doktor raporuyla birlikte ailesine gönderiliyor. Göğüs ve boynundaki morluklar raporda kısaca şöylece açıklanıyor: Sorgu sırasında ruhsal gerilime bağlı kalp kriziyle oturduğu iskemleden düşerken masa ve zemine çarpmıştır.

.

5 Nisan 2014 Cumartesi

KEMERLERİNİZİ BAĞLAYIN

Ferzan Özpetek’in anlatımı hoşuma gidiyor. Yüzleri çizgi romansı, manga’msı öne çıkarışı (oyuncuları sıkça dükkanların önüne konulan gerçek boyutlu karton insanlar gibi algıladım). Renkler ve hareketle oynayışı. Vurguları. Ve öykü akışı. Dram, trajedi dahil, sıradan bir hikayeyi insanı güldürürken (o İtalyan usulü aile curcunası, insan ilişkileri..) birden gidip iliğine dokunan kuşatıcı bir yelpazede anlatıp şemsiye sapı biçimli yarım bir U dönüşüyle bitirmiş.

.

1 Nisan 2014 Salı

KÖR NOKTA

Biz ve onlar.

İçine doğduğumuz toplumsal ortamın bakışı, değerleri, tepkileriyle yoğrulmuş Biz.

Ve kültür çemberimizin dışında kalmış ötekiler.

Oyunu iki torba erzak ile bir çuval kömüre satıyor dediklerimiz. Bölücü bunlar, terörist dediklerimiz. Başı örtülüyse kafası çalışmıyordur, çalışıyorsa da kötüye çalışıyordur dediklerimiz. Yargılarımızla bile görüş alanımızda yer tutmayan nice diğeri.

Nasıl olur da ortalığa dökülmüş bunca pisliğe, yolsuzluğa, haksızlığa bakmaz, aynı partiye oy verirler, havsalamız almazken açıklamasını tabii canım, koyun bunlar, Aziz Nesin haklıydı, adam olmuyorlar, olmayacaklar tekrarında aradıklarımız.

Görüşümüzün keskinliğinin, doğrularımızın mutlaklığının, burnumuzun biçimi, dünyanın dönüşü kadar doğa yasası hükmünde ve değişimden muaf olduğundan ne kadar da eminiz.

Gitmesek de, görmesek de, uzaklarda olsa da elbette bizim köyümüzde, köylerimizde olan bitene nasıl baktık? Neyin ardından baktık? Ne gördük? Gördüğümüz tavrımızı nasıl değiştirdi?

Akan onca kan ile yaşanan acının bizim olan şehitlerimizle yakınlarına düşen yarısına göz ucuyla bakarken kalanı, bütünüyle ne yaptık misal?

Resmi kurgu, seçtiğimiz gazeteler, maruz kaldığımız diğer medya ve olduğu gibi tekrarladıklarımız dışına çıkıp ucu açık sorular sorduk mu? Tıkandığımız yerde “dış güçlerin oyunu”ndan öte söyleyebilecek şeyimiz oldu mu?

Yolsuzluğa gitmesine kahrolduğumuz milyarlarca doların kanla bir olup oluk gibi aktığı en kronik iltihap, sorunları hep aynı şekilde koyup hiçbir zaman çözememiş partilere gidip gidip oy vermemize engel oldu mu?

Dirliğimiz düzenimizden ötesini ne kadar düşündük?

Oysa bizim oyumuz elbette dağdaki çobanınkiyle bir olamazdı değil mi?

Dolarların ayakkabı kutularına istiflenmesiyle çileden çıkarken birlikte yaşamayı bir türlü becerememenin çözümü olarak silahlara akıtılmasına ne kadar aldırdık?

Birlikte yaşamaktan ne anladık? Ayağımıza dolanmadıkça, hadlerini bilip bizim onlara çizdiğimiz çerçevenin içinde kaldıkça ötekilere lütfedeceğimiz tahammül müydü? Ben başkayım demeyi kendimiz kadar onlara da hak gördük mü?

Ne oldu bunca sahiplendiğimiz uygarlıktan anladığımız? Görünürde Batıya benzemenin derinine ne kadar inebildik?

Vicdanımızı Ata’mızın kemiklerini sızlatmaktan başka neler rahatsız edebildi?

Şimdi nasıl yaşayacağımız, hangi kimliğe bürüneceğimiz en kabul edemeyeceğimiz şekilde dayatılırken duyduğumuz öfke içinde dayatmanın ne adına yapılırsa yapılsın dayatma olduğunun ne kadar farkındayız?

Çember burasından kırılmadıkça sarkaçtan kurtuluş olmadığının?

Özdeşleştiklerimizin, inançlarımızın, doğru bildiklerimizin kör noktasında neler kaldığını ne kadar merak ediyoruz?

Başımızdakiler uzaydan gelmediyse aynı topraklardan bitişimiz elim bir kaza, dış güçlerin oyunu ya da savunma zafiyetinden başka bir nedene dayanıyor olabilir mi?

Eleştiriye, daha yakıcısı özeleştiriye ne kadar açılacağız?


Açılacak mıyız?

.