Sekiz yıldır kadınlara okuma yazma öğreten arkadaşım
Evnur’la Solfasol’de ders verdiği kadın eğitim merkezine gittim.
Dışkapı’dan sonra kötü apartmanlarla kaplı tepelerden
saptık. Bir yamacı TOKİ karabasanları, diğerinde hâlâ gecekondular olan vadide
ilerledik. Kursun en yaşlısı, 71 yaşındaki Sacide hanımı evinden aldık. Yolda
arkadaşımla ortak tanıdıklarının, akrabalarının evlerini gösterdi. Sahiplerinin
sebze-meyve (bir de ceviz, nefismiş buranın cevizi) yetiştirdiği bahçe içinde
evler. Baharlarda yeşererek ev aralarının yeşil zeminini göğe yükselten
kavaklarla buraları hâlâ toprağa bağlı, soluk alabilen yerler. Tapuları varmış
ama imar izinleri yok. Ve karşıdan TOKİ gelmiş, neredeyse burunlarının dibine
dayanmış. Sıfırlanmış bir toplumsal hafızanın beton kurusu, rant açı
küntlüğüyle kabaran bir dalga gibi, zamanı yaşanmışlığa bulanmış bu son adaları
da yutmaya iştahlı.
Eğitim merkezi bakımlı, tertemiz bir bina. Mutfağında Sacide
hanım bizimkileri bardaklara, kendi çok açık çayını da bira maşrapasına koydu,
öyle içermiş. Söylesem mi, duraksadım. Sonra dayanamadım. Ne var ki bunda der
gibi güldü. Birleşmeden önce on yıl Berlin’de çalışmış, bira maşrapası neye
benzer, elbette biliyor.
Yirmi kişilik sınıfın en arka sırasına oturdum. Biraz
gecikmeyle iki kadın daha geldi. Üç saatten haftada üç günlük dersler hiç bu
kadar az kişiyle geçmezmiş. Şansıma.
Biraz hoşbeş, ardından defter kitap açıldı, ders başladı.
Ödev olarak yazdıklarını okumaya Zübeyde hanımla
başladılar. Okumayı yeni sökenlerin doğuştan sağırların konuşmasını andıran
tutukluğuyla, eşinden hiç yardım görmeyen bir kadının ağır yüklü gündelik
mücadelesini okudu. Esaslı. Yakınma değil, dümdüz bir saptama. Peki yazısının
başlığı? Güldü. Hafif kuşkulu, hafif gururlu, “Eşi olmayan bir yarış” dedi.
Bizden bir yaş büyükmüş ama akvaryumda yaşamayan bütün
kadınlar gibi epey daha fazla gösteriyor. Dört çocuğu, on dört torunu varmış.
Hayatı da yazdığı gibi geçmiş, geçmekte.
Sacide hanımın ödev başlığı “Dayan yürek dayan”dı.
Makbule hanım da kadın hakları üzerine yazmış.
Okuma yazma öğreniminden ibaret sandığım derslerin
ilkokulu dışarıdan bitirmeye yetecek bir program izlediğini gördüm. Yurttaşlık
bilgisi, aritmetik, genel kültür.. Hepsi de bir yandan okuma yazma alıştırması
olan birçok konu. (Evnur bunları hayatlarına yedirerek veriyor. Sözgelimi
ödevlerinden biri, birer yemek tarifi yazmakmış. Kurs sonunda bunları toplayıp
çoğaltıp anı olarak dağıtıyormuş.)
Karacaoğlan’dan bir şiiri sırayla okudular.
İş
düşününce gelir başa
Düşünceler
gider gelir.
Sıra hocanın söylediklerini yazmaya geldi.
Ablamlar Ankara’da yaşıyor.
İstanbul’a gezmek için gidiyorum.
Türkiye Belçika’dan daha büyük bir ülkedir.
Henüz alışkanlık haline gelmemiş her faaliyetin akıntıya
kürek çekme zorluğu içindeydiler. İkinci cümlede saat tuttum. İşittikleri sesin
hangi harf olduğunu seçmeleri için abartıla abartıla tekrarlanan hecelerle 1
dakika 40 saniye sürdü.
Bir kez daha harf atlayan Makbule hanım, yılgınlıkla özür
arası bir tonla, “Bende akıl olsa, ama yok ki..” dedi. Akıl bir kez okumuşlukla
birleşmiş, değiştirilmesi, aşılması güç bir önyargı görünüyor.
61 yaşındaymış. Nüfusa göre 9, gerçekte 14 yaşında kocaya
verilmiş. Sonra çoluk çocuk, göç.. Bir gün otobüs şoförüne Ulus’tan geçer mi
diye soracak olmuş. Şoför, kör müsün, Ulus arabası arkada diye tersleyince
utancından kahrolmuş. Ben şehri çok gezerim, dedi, elaleme muhtaç olmadan
otobüstü minibüstü bulup binmek ne nimetmiş.
Bu iki taraflı sabır sınavında Evnur’u, hayatının
gördüğüm her alanında hiç gösterişsizce etkin arkadaşımı izledim. En ufak bir
sabırsızlık hissedilmiyor, rahat ama konudan fazla da uzaklaşmayan
odaklanmışlığıyla kadınlara güven, şevk veriyordu. (Bu işi ben nasıl yapardım
diye düşündüm. Muhtemelen sabırsızlık ataklarını, bastıran can sıkıntısını
uyarıcılığı artıran dürtüsel ilhamlarla aşmaya çalışırdım –gelinini azarlayan
kaynana, torununa ninni söyleyen nine, kah fısıltı kah bağırma vs
yöneltmeleriyle okutarak dikkatlerini doğrudan okumadan almaya bakabilirdim
mesela. Ama belki ben onlardan sabırsızlığı mum gibi eritmeyi öğrenirdim ki
bu da beni alışverişten kârlı çıkan taraf yapardı, kim bilir.)
Bir şiir daha.
Bir
yıldız kaysa
Bizim
eve düşse
Karyolama
gelse
Benimle
uyuyakalsa
Bir
yıldız kaysa
Bizim
sınıfa konuk olsa
Benimle
aynı sırada otursa
Gelmişken
okuma yazmayı da öğrense
Bir
de şöyle küçücük olsa
Parmağıma
takılıp yüzüğüm olsa
Karanlıklarda
hep yolumu aydınlatsa.
Altında anonim
yazıyordu. Üç kadın da bunun anlamını biliyor çıktı! Şiirin sahibi gerçekte
okuma yazmayı bu kurslarda öğrenmiş bir kadınmış, adını vermek istememiş.
“Şimdi de bu şiire kendinizden bir satır ekleyin.”
Yarı sesli heceleyerek yazmaya yumuldular. İlk Makbule
hanım okudu:
“Bana gece huzur verse.”
Arada bahçeye çıkıp zamanı geçmek üzere olan lalelerin
fotografını çekiyordum ki Sacide hanım çayımın soğuduğunu seslendi. Gözleme
yaptırıp getirmiş, hep birlikte yedik.
Dönüş yolunda Evnur’a bunun son derece ayakları yere
bastırıcı bir iş olduğunu söyledim.
Akvaryumun dışına dokunmak. Dokunmak. İlişkilenmek.
Gördüğüm en tuhaf göbekte (bir kere, açılan yolların
ortasında değildi) aman dikkat diye uyardı. “Tam karşısı, havaalanından gelen
çevreyolunun çıkışı, tek yönlü.” (Hiçbir uyarı yok, var olan yön tabelaları da
yorum gerektiriyor.) “Bir keresinde yanılıp girdim. Karşıdan gelenleri görünce
ecel terleri döktüm. Allahtan yolun kenarında keçi otlatan bir çoban vardı da
trafiği kesip bana u dönüşü yaptırdı.”
O tarafta yamaca “güzelleştirme amaçlı”
diyecekleri kayalık taklidi beton bloklar yığmışlar. Cılız çimenlere de her
yerde görüp ihalesini kime verdiklerini laf olsun diye merak ettiğim Ankara
keçisi heykellerinden bolca serpiştirilmiş.
Dönüşümün nereden nereye yöneldiğinin nişanı gibi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder