9 Nisan 2014 Çarşamba

EŞİ OLMAYAN BİR YARIŞ

Sekiz yıldır kadınlara okuma yazma öğreten arkadaşım Evnur’la Solfasol’de ders verdiği kadın eğitim merkezine gittim.

Dışkapı’dan sonra kötü apartmanlarla kaplı tepelerden saptık. Bir yamacı TOKİ karabasanları, diğerinde hâlâ gecekondular olan vadide ilerledik. Kursun en yaşlısı, 71 yaşındaki Sacide hanımı evinden aldık. Yolda arkadaşımla ortak tanıdıklarının, akrabalarının evlerini gösterdi. Sahiplerinin sebze-meyve (bir de ceviz, nefismiş buranın cevizi) yetiştirdiği bahçe içinde evler. Baharlarda yeşererek ev aralarının yeşil zeminini göğe yükselten kavaklarla buraları hâlâ toprağa bağlı, soluk alabilen yerler. Tapuları varmış ama imar izinleri yok. Ve karşıdan TOKİ gelmiş, neredeyse burunlarının dibine dayanmış. Sıfırlanmış bir toplumsal hafızanın beton kurusu, rant açı küntlüğüyle kabaran bir dalga gibi, zamanı yaşanmışlığa bulanmış bu son adaları da yutmaya iştahlı.



Eğitim merkezi bakımlı, tertemiz bir bina. Mutfağında Sacide hanım bizimkileri bardaklara, kendi çok açık çayını da bira maşrapasına koydu, öyle içermiş. Söylesem mi, duraksadım. Sonra dayanamadım. Ne var ki bunda der gibi güldü. Birleşmeden önce on yıl Berlin’de çalışmış, bira maşrapası neye benzer, elbette biliyor.



Yirmi kişilik sınıfın en arka sırasına oturdum. Biraz gecikmeyle iki kadın daha geldi. Üç saatten haftada üç günlük dersler hiç bu kadar az kişiyle geçmezmiş. Şansıma.



Biraz hoşbeş, ardından defter kitap açıldı, ders başladı.

Ödev olarak yazdıklarını okumaya Zübeyde hanımla başladılar. Okumayı yeni sökenlerin doğuştan sağırların konuşmasını andıran tutukluğuyla, eşinden hiç yardım görmeyen bir kadının ağır yüklü gündelik mücadelesini okudu. Esaslı. Yakınma değil, dümdüz bir saptama. Peki yazısının başlığı? Güldü. Hafif kuşkulu, hafif gururlu, “Eşi olmayan bir yarış” dedi.



Bizden bir yaş büyükmüş ama akvaryumda yaşamayan bütün kadınlar gibi epey daha fazla gösteriyor. Dört çocuğu, on dört torunu varmış. Hayatı da yazdığı gibi geçmiş, geçmekte.

Sacide hanımın ödev başlığı “Dayan yürek dayan”dı. Makbule hanım da kadın hakları üzerine yazmış.

Okuma yazma öğreniminden ibaret sandığım derslerin ilkokulu dışarıdan bitirmeye yetecek bir program izlediğini gördüm. Yurttaşlık bilgisi, aritmetik, genel kültür.. Hepsi de bir yandan okuma yazma alıştırması olan birçok konu. (Evnur bunları hayatlarına yedirerek veriyor. Sözgelimi ödevlerinden biri, birer yemek tarifi yazmakmış. Kurs sonunda bunları toplayıp çoğaltıp anı olarak dağıtıyormuş.)



Karacaoğlan’dan bir şiiri sırayla okudular.

İş düşününce gelir başa
Düşünceler gider gelir.

Sıra hocanın söylediklerini yazmaya geldi.

Ablamlar Ankara’da yaşıyor.

İstanbul’a gezmek için gidiyorum.

Türkiye Belçika’dan daha büyük bir ülkedir.



Henüz alışkanlık haline gelmemiş her faaliyetin akıntıya kürek çekme zorluğu içindeydiler. İkinci cümlede saat tuttum. İşittikleri sesin hangi harf olduğunu seçmeleri için abartıla abartıla tekrarlanan hecelerle 1 dakika 40 saniye sürdü.

Bir kez daha harf atlayan Makbule hanım, yılgınlıkla özür arası bir tonla, “Bende akıl olsa, ama yok ki..” dedi. Akıl bir kez okumuşlukla birleşmiş, değiştirilmesi, aşılması güç bir önyargı görünüyor.



61 yaşındaymış. Nüfusa göre 9, gerçekte 14 yaşında kocaya verilmiş. Sonra çoluk çocuk, göç.. Bir gün otobüs şoförüne Ulus’tan geçer mi diye soracak olmuş. Şoför, kör müsün, Ulus arabası arkada diye tersleyince utancından kahrolmuş. Ben şehri çok gezerim, dedi, elaleme muhtaç olmadan otobüstü minibüstü bulup binmek ne nimetmiş.

Bu iki taraflı sabır sınavında Evnur’u, hayatının gördüğüm her alanında hiç gösterişsizce etkin arkadaşımı izledim. En ufak bir sabırsızlık hissedilmiyor, rahat ama konudan fazla da uzaklaşmayan odaklanmışlığıyla kadınlara güven, şevk veriyordu. (Bu işi ben nasıl yapardım diye düşündüm. Muhtemelen sabırsızlık ataklarını, bastıran can sıkıntısını uyarıcılığı artıran dürtüsel ilhamlarla aşmaya çalışırdım –gelinini azarlayan kaynana, torununa ninni söyleyen nine, kah fısıltı kah bağırma vs yöneltmeleriyle okutarak dikkatlerini doğrudan okumadan almaya bakabilirdim mesela. Ama belki ben onlardan sabırsızlığı mum gibi eritmeyi öğrenirdim ki bu da beni alışverişten kârlı çıkan taraf yapardı, kim bilir.)




Bir şiir daha.

Bir yıldız kaysa
Bizim eve düşse
Karyolama gelse
Benimle uyuyakalsa
Bir yıldız kaysa
Bizim sınıfa konuk olsa
Benimle aynı sırada otursa
Gelmişken okuma yazmayı da öğrense
Bir de şöyle küçücük olsa
Parmağıma takılıp yüzüğüm olsa
Karanlıklarda hep yolumu aydınlatsa.

Altında anonim yazıyordu. Üç kadın da bunun anlamını biliyor çıktı! Şiirin sahibi gerçekte okuma yazmayı bu kurslarda öğrenmiş bir kadınmış, adını vermek istememiş.

“Şimdi de bu şiire kendinizden bir satır ekleyin.”

Yarı sesli heceleyerek yazmaya yumuldular. İlk Makbule hanım okudu:

“Bana gece huzur verse.”

Arada bahçeye çıkıp zamanı geçmek üzere olan lalelerin fotografını çekiyordum ki Sacide hanım çayımın soğuduğunu seslendi. Gözleme yaptırıp getirmiş, hep birlikte yedik.

Dönüş yolunda Evnur’a bunun son derece ayakları yere bastırıcı bir iş olduğunu söyledim.

Akvaryumun dışına dokunmak. Dokunmak. İlişkilenmek.

Gördüğüm en tuhaf göbekte (bir kere, açılan yolların ortasında değildi) aman dikkat diye uyardı. “Tam karşısı, havaalanından gelen çevreyolunun çıkışı, tek yönlü.” (Hiçbir uyarı yok, var olan yön tabelaları da yorum gerektiriyor.) “Bir keresinde yanılıp girdim. Karşıdan gelenleri görünce ecel terleri döktüm. Allahtan yolun kenarında keçi otlatan bir çoban vardı da trafiği kesip bana u dönüşü yaptırdı.” 

O tarafta yamaca “güzelleştirme amaçlı” diyecekleri kayalık taklidi beton bloklar yığmışlar. Cılız çimenlere de her yerde görüp ihalesini kime verdiklerini laf olsun diye merak ettiğim Ankara keçisi heykellerinden bolca serpiştirilmiş.


Dönüşümün nereden nereye yöneldiğinin nişanı gibi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder