29 Ekim 2012 Pazartesi

GÜNLÜK

Enfes Chopin Notları ardından André Gide’in kütüphanede rastladığım günlüklerinden seçmeleri üzerinde fazla durmadan hızla ve dokunaklı ölçüde berbat çevirisinin kaçırmadığı (tersine, olmadık bir şekilde arttırdığı) bir iştahla okuyorum.

Dönemin meselelerinin, çağdaşları ile ilişkileri, düşünceleri, duyguları, gündelik hallerinin dünyanın en önemli şeyleriymiş gibi bir ciddiye alışla boca edildiği bir aşure kazanı.

Kim tarafından yazılırsa yazılsın, günlüklerin genelde olduğu gibi.

Kendimin ya da başkalarının günlüklerine dalmanın dibindeki avuntu tam da burada. Arada merakı, kurcalama arzusunu körükleyen parlak anların da eksik olmadığı çamurlu, berrak, durgun, coşkun bir akışın (zamanın) içinden hızla geçiş, yaşarken takılıp kalma ve süreklilik yanılsaması uyandıran şeylerin gelip geçiciliğini ortaya bir güzel koyuyor.

Günlük okumak, dürbünün iki ucundan da bakmak demek.

Gün ve ötesini aynı anda kavrayış.

Yaşanırken onca mühimsenen şeylerin dürbünün tersinde ufalanıp gidişi insanın önem sıralamalarını diriltici bir kalburdan geçiriyor.

Geçmişe karışırken gücünü, tantana ve heybetini yitirerek zararsızlaşan günün dekor-kostüm farkıyla çağdan çağa tekrarında insanı umutsuzluğa ya da özgürleştirici bir gülüşe sevk eden bir şeyler var.

Benim için her seferinde renkli bir uyanış.

24 Ekim 2012 Çarşamba

BANA BİR MARUL SEÇ MEHMET

Sebzecinin sandıkların başına oturtulmuş, babasına kalırsa başka da işe yaramayacak oğluna bana bir marul seç, dedim.

Daldığı alemlerden çıkarılmak hoşuna gitmemiş olabilir ama ona olmadık sorular soran bu ablayı görmek yüzünde alacalı bir beklenti ifadesi de yaratmadı değil. Çuvaldan çıkardığı okkalı marulun sararmış, çürümüş dış yapraklarını ineklere verilecekler arasına attı. Dibini bıçakla kesti. Böyle çok daha taze görünen öbeği uzattı. Güldüm.

“Sence insanlarla da öyle midir Mehmet? Kocayan katlarımızı koparıp atıversek altından genç yanımız çıkar mı? Ya da kötü taraflarımızı soysak iyiliğe varır mıyız?”

Duraksamadan dilini damağında şaklattı.

“Yok abla! İyi iyidir, kötü de her zaman kötü!”

Ah Mehmet, katıların dünyasındasın demek. Sıfatların durmadan değiştiği, birbirine aktığı, birbirleri ve duruma göre tanımlandığı değil de taşlaşıp anıtlaştığı yerde. Oysa oturup (zaten oturuyorsun) biraz içini seyretsen, insan ruhu denen çokça tesadüfi harmanın durumsallığına sen de uyanırdın. Kendini hiç kayırmasan, eloğluna yaptığın gibi (ama yargılamadan; yargıladın mı susar, duvar kesilir, anlatacağı ne çok şeyi söylemez olur) böyleyken böyle! desen.

Ya da, nedir ki mucize, düşük olasılıkların gerçekleşmesi; öyle bir tanesi oluverse de büyük romantiklerin ışığı karanlığa katan müziğiyle karşılaşsan, diyelim Beethoven ile. Ruhun kıvamdan kıvama girip çıkan akışkanlığıyla oynayan edebiyata açılsan. Filmlere baksan.. Çıksan da ya o ya o iki boyutluluğundan, eh bir bedeli elbet var ama zenginliğine değer, daha alengirli bir kavrayışa geçsen?

Misal, kurban. Kesecen mi, dedin. Hayır, dedim. Ama bir keseni düşün, düşünelim bir yol. Onca mesafeden bagajında getirdiği koyunu alnından öperek oradan çıkarıp ağaca bağlayan, sevgiyle yemini suyunu veren, sonra da eliyle kesen kadın doktorunu. Şimdi bunun hangi yaprakları ak, hangileri kara? Kurbanı tartışmak hoşuna gitmeyecek, biliyorum. Allahın emri deyip kestirdiğin gibi atacaksın. Ama rahatsızlığına az biraz katlan da orada bir dur. Düşün. Tart.

Can almak iyi midir desem, hiç duraksamadan “Olur mu abla!” dersin. Peki hayvanın canını almak? Orada biraz duralarsın. Ava da çıkıyor, uçanı kaçanı kaçırmıyor muşun ya. Hem her şey insan için. Peki, öylesine yürürken önüme çıkan bir kediyi, köpeği oracıkta öldürsem? Faytoncunun atının böğrüne saplayıversem et bıçağımı? Caniliğim mi kalır, kaçıklığım mı? İyisi olmayan Kötü olmam mı gözünde? Peki ya başka türlü kötü bildiğinin iyi-vacip-makbul tanımlandığı yerde neler oluyor? Sevgi dolu bir katilin hangi yapraklarını diğerlerinden nasıl ayıracağız da ineklere vereceğiz Mehmet?

Demek istisnasını hep birlikte kararlaştırdığımız kötü, iyiliğimize halel getirmiyor –getirmeyi bırak, helal olup ona katılıyor. Burada zurnanın zırt ettiği yer “hep birlikte” olmasın Mehmet?

Yok, Mehmet. Düşünerek yaşamak karmaşık iş. Bırak iyi yaprak-kötü yaprak ayrımını, her bir yaprağı hem iyi hem kötü hem de bunların ötesinde görmek. Yargıların avcıdan ürküp de ağaçtan havalanan kuşlar gibi dört yana uçuştuğu likit bir dünyada yaşamak. Kolay değil. Katının hayal, basılacak zeminin ihtiyari olduğu bir alemde çokça yalnız yol almak.

Gerçi yalnız başına dağ bayır yürümeyi sevdiğini söylüyorsun. Bir şeyler vur-vurma, başını alıp gitmek hoş geliyormuş. Zaten hedef bildiğine kilitlenmesi, inatçı takibi, ıssızlıklardan haz etmesiyle avcı, potansiyel bir feylesof değil midir?

İş sınırlarda dolaşmaksa elindeki tüfeği atsan da olur, ha Mehmet?

16 Ekim 2012 Salı

KALK

Doğan güneş, koyun ve çıngırak sesleri arasından sabah sakinliğini aşıp sürat motorunun kan kırmızısı gölgeliğinin çelik iskeletine vurdu. Dikkatimi de motorun adlandıramadan hissedip durduğum ikiyüzlülüğüne çekti. Sürat motoru ve gölgelik! Tavşan ve tazı. Pruvasını dolanan ağ geçirilmiş korkuluğun (korku-luk) yüksekliği, bu “kop git ama dikkatli ol!” mesajını bir kez daha vurguluyor. Motor, oturan ve koşan iki sahibe ait görünüyor.

Sadece kendi başına değil, geçtiği cümle içindeki yeriyle de. Kullanılmadığında (yani üç beş gün arayla) diğerleri gibi balıkçı barınağında bırakılmak, bilemedin orada karaya çekilmek yerine açıldığı denizden uzağa taşınıyor. Orta halli sitenin, yaşlı bir çenenin tek bir dişine rengi tutturulamadan (tutturulmak da istenmeden) geçirilmiş porselen ceket misali ve bol füme cam, çelik ile soğuk-serin tepeden tırnağa yenilenen evi önüne.

Böylece, poker masasına açılan blöflü muzaffer el gibi, füme camlı, çok silindirli şehir cipi, tekerlekli sandalye niyetine kullanılan dört tekerli motor ve evin duvarına yaslanan koltuk değnekleriyle hizalanıyor.

10 Ekim 2012 Çarşamba

HAVA DURUMU

Hava takıldı, kaç gündür aynı oyunu oynuyor. Çılgınca değişimini üzerimize serdiği oyunu.

Bulutlarla uyanıyorum. Göğün bir kısmını çıtır çıtır berrak güz mavisi bırakıp kalanına yayılan farklı yoğunlukta biçim biçim bulutla. Yeni doğmuş güneş altlarından girip üstlerinden çıkıyor, tepelerinin beyazını patlatıyor, kenarlarına fistolar çekiyor. Gölgelerini birbirleri üzerine bindirirken ışığı da kim bilir kaça bölünüyor, toplanıp çıkarılıyor. Fırtına bulutu adaylarının içinde çakıp çakıp sönen pembe (evet!) şimşekler. Yükseklerin hızlı, çok hızlı hava akımıyla bütün bu şenlik andan ana değişiyor.

Bir saate kalmadan hava kapıyor. Gri-mavi loşluk derinleşiyor. Serinlik ve uzaklı yakınlı gök gürültüleri. Bazen elenmiş un bazen mor üzüm tanesi iriliğinde damlalarla başlayan yağmur.

İnsan ruhunda olup bitse sahibine bipolar bozukluk teşhisinin çok geçmeden konacağı telaşlı bir ne yapacağı belirsizlikle değişim gün boyu sürüyor. Bir yanda güneş, kalanında yağmur, limon küfü-hint mavisi-koyu lacivert arası gidip gelen denizde koyun sırtı beyaz dalgalar çalkalayan çılgın bir rüzgar. Eş tonlu loşlukta patlayan ışık öbekleri. Fırıl fırıl palmiye yapraklarının ışıl ışıl uçları. Ressam olmaya gerek yok, soluğun kesilmesine gören göz yeterli.

Günbatımında yeniden seyrelen bulutlarda yine, bu kez başka bir makamda son, görkemli bir seyir daha. Sararan, pembeleşen, kızaran, moraran, aralara tepelerin yeşili vuran sular.

Ve alacakaranlık.

Uyku tüpümü dışarı kurduğum sıra gök, bunların hiçbiri olmamış gibi berrak. Gece ilerlerken berraklığı dalga dalga derinleşiyor. Dipsiz bir siyah-lacivertte yıldızlar, biliyorum basmakalıp ama doğru da, elmaslaşıyor. İri, yakın, parlak.

Soğuyan esintide uyku tulumuma kıvrılıp gözüm göklerde, kulağımda cırcır böcekleri, dalgalar, rüzgarın türlü hışırtısı, çakışı andıran uçuşuyla üzerimde gidip gidip gelen yarasaların karaltısıyla uykuya dalıyorum. Ciğerlerimde bir de deniz havası, rüyalarım bütün bunlara göre oluyor.

Ertesi sabah müezzinden sonra, keçi ve tavuklardan evvel, bulutlarla birlikte uyandığımda gün boyu yuvarlanacak çembere girmiş oluyorum.

Tekrarı olmayan bir aynılığa.

8 Ekim 2012 Pazartesi

DEVE İLE PİRE

Sokulduğumu hatırlamıyorum. Muhtemelen dağda bayırda kaptırmış fotograf çekerken. Elim kaşımaya gittiğinde sakince oturuyordum. Parmağıma şişe kapağı kadar bir kabartı geldi. Ortasındaki yanardağ ağzını o zaman gördüm. Kabarıklık saatten saate arttı. Akşamüzeri baldırım ayı pençesi iriliğinde şişmiş, cayır cayır yanıp kaşınmaktaydı. Önce yürümek, ardından ayakta durmak bile acı vermeye başladı.

Bacağımdaki yaygarayı hayret ve hayranlıkla seyrettim. Beni sığır sineklerinin bu hale getirdiğini biliyorum. Daha önce de başıma geldi.

İyi ama ne kadarcıktır ki bir sinek? Deliye döndürdüğü sığırlarla insanların gövdesine kıyasla nedir? Hele kendi cüssesine bile oranı mikroskopik sayılacak salgısı?

Kıyameti koparanın bu değil, kendi bedenimin tepkisi olduğunu düşünmek işi daha da ilginç hale getiriyor.

Gerillaların üzerine kolordu salan bir generalin telaşı var kaşıntımda.

Savunmanın bu kadarı abartı olabilir ama azından iyidir dercesine işi sağlama alma eğilimi.

Yangılı bir savurganlık.

1 Ekim 2012 Pazartesi

AMA..

.. Şu da var ki gönül gözüyle bakmak yapılan, edilen değil, olan bir şey. Koşulların denk gelmesi, hizalanmasıyla bir lütuf gibi, kendiliğinden. Reçetesi yok. Dar benliği bırakayım olsun demekle olacağı da. Tersi. Sımsıkı tutunduğun, o da sana asılan benliğin, ancak bundan sonra gevşeyip çözülebiliyor.

Sadece iç tarafından açılan bir kapı bu. Dışarıdan zorlamak nafile.

O vakit neden sözünü etmeli?

Başka bir oluşu, duyuşu hatırlatmak için herhalde.

Önce kendine.

ÇÖZÜCÜLERİN EN MÜESSİRİ

Yaşadığı yerde kendini yersiz, hapis hisseden karşımdakini seyrettim. Yakınması, öfkeli çırpınışı içinde bana başka rol de yoktu. İzlemek, sadeleşerek görmenin dolaysız yolu. Kıstırılmışlık duygusunu, bunun yarattığı sürtüşme ve kızgınlığı onda seyrettim. Benzeri kendi tepkilerimin de ekranıydı. İttiklerimin ben öyle yaptıkça daha da ağırlaşıp kararıp üzerime çöktüğü vakitlerin.

Sevgisiz dirençten daha etkili bir yapıştırıcı mı var diye içimden geçirdim. Bir hale takılıp kalmak istiyorsan ben de ben! diyen kuru, soğuk, patlamalı tepkini kuşanman yeterli. Görüşünü, hissedişini daraldıkça daralan o tünele sokman.

Sonra, soluksuz, kendini yüzeye dar attığın böyle batışların olmadık bir anında gelmiş keşif canlandı. Duvar var sandığın yerde açılıveren kapı.

Bırak şu ter ter tepinen, anlayışı kıt Ben’i. Avucunu açıp sıkı sıkı tuttuğun devedikenini öylece bırakır gibi. Sal gitsin, nereye gidecekse. Seni tutsak eden ne yer ne durum; sadece o. Gerisi çorap söküğü gibi kendiliğinden gelir. Uyanır, bir temiz gülersin. Gülüşünde budalalığının kim bilir kaçıncı tekrarına ne acı bir alay vardır ne yergi. Ne diye olsun? Bu garibin işleyişi öyle. Dümene geçti mi eninde sonunda tekneyi kayalara bindirir.. demenle, kendinden başlayıp her şeye yayılan bir şefkat gülüşünün yerini alır. Usul usul. Gayri şahsi. Kaynağı tantanalarıyla bildik ben olmayan bir şefkat. Görüşün de gücün de ondan akmaya koyulur. Ivır zıvırı çözer, katar önüne götürür.

Gönül gözü diye içinden geçer. Onunla baktığında her şey bir, sen de özgürsün.

İşte kapı, işte anahtar.

Karşımdakinin bana bıraktığı rolde değişen bir şey yoktu. Açılan içimin ifadesini sessizliğime bırakıp şarabıma uzandım.