31 Ağustos 2018 Cuma

PALETLERİM GİTTİ

Verandanın denize bakan ağzında duvar dibine bırakırım hep. Sabah yoktular. Elektrik mavisi bir çift eski palet.

Kaybetmek, bir şeyden olmak insanı en çok meşgul edenlerden. Çakıl sekmiş otomobil ön camında alıp yürüyen çatallanma gibi bir zihinsel hareket başlatıyor. Can sıkıntısı, kuşku, geleceğe yansıtma ile tedirginlik..

Aslında paletleri ayağına geçirdiği gibi hızla kaybolan, bu yerin ruhu.

Şuraya bak! Daha 4-5 yıl öncesine kadar kapı pencere açık yaşardık. Güvenlik kameraları yerleştirildiğinde ne gereksiz bir masraf görmüştük. Oysa şimdi.. Bir çift eski palete tamah edenle eve giren aynı türden olmasa da evler de soyulmaya başladı.

Dış inşaatlar sitenin sırtını verdiği tepenin yamaçlarına tırmanıyor, gecekondu özensizliği, derme çatmalığı ile bitirilenler kabileler halinde gelip bir iki odaya sığışanlara kiralanıyor. Bunlar ve günübirlikçilerle pislik, mezbelelik ev aralarına, yollara, bahçelere yayılıyor.



Mesafe ihtiyacı olmayan, bunu başkasında da ihtiyaçtan saymayan bir kültürde koya hücum eden güruh her an her yerde burun dibimizde, içine yayıldığı kendi pisliğini çoğaltarak tatil yapıyor. Gürültüsünü alıyor, çöpünü bırakıp ertesi hafta sonuna kadar kayboluyor. Yarattığı fırsatçılıkla senin eşyanı da kaybettiriyor.

Deniz dönüşü, birkaç günlüğüne gelen arka komşuya sordum:

“Nasıl, memnun musunuz?”

Eliyle ehh işareti yaptı. “Siz?”

Güldüm.

“Yere düşen elmayı kumundan ayıklayıp yemeye çalışır gibi. Hâlâ leziz. Ama işte..”


29 Ağustos 2018 Çarşamba

louise

Banyo tavanının merdiven altına denk gelen eğimindeydi. Ertesi sabah yine gördüm onu. Baş aşağı durduğu yerde duruyordu. 0,1 mm uçlu kalemle çizilmiş gibi, bacakları cılız bir saç teli kadar ince ve upuzun bir örümcek. Nasıl da belli belirsiz ama dikkat ettiğinde pekala bir tasarım ilginçliği. Elimdeki biri cep iki kompakt kamerayla çektim. Ama gördüğümü yakalayamadım. Güçlü bir led feneri bardak içine koyup altına yerleştirdim. İnce bacakların kendilerinden de ince gölgeleri belirginleşti, bununla birlikte peşine düştüğüm grafik oyun da. Çeşitli denemeler yaparken Örümceğin ismi belirdi: Ona başka gözle bakmış heykeltıraşınınki. Bacakları kadar ince bir hisle, olmayan kulağına fısıldadım:

Senin adın louise.



Gölgenin aslından ayrılabildiği netlikte çekebilmeye ise olanaklarım yetmedi.








27 Ağustos 2018 Pazartesi

DOLAMBAÇ


Arkeolog ve antropolog Ian Hodder’ın kitabını heyecanla okuyorum (Studies in Human-Thing Entanglement). İnsan-nesne dolambacı olarak çevrilebilecek yaklaşımında Hodder, insanın varlığını içinde sürdürdüğü sonu gelmez karmaşıklıkta etkileşim ağlarını Çatalhöyük üzerinden ele alıyor. Örnek başlı başına ilginç olmakla birlikte Hodder asıl işaret ettiği girift nedensellikle kayda değer. Nesne tanımını genişleterek bunun içine düşünce, ideoloji ve dini de katıyor. Dolayısıyla hayatımıza bir buluş, keşif, çözüm olarak giren her eşya kadar yaptığımız her şey, her bir edimimizin etkisi zamanından çok öteye uzanıyor ve diğer yapıp edilenlere ilmeklenerek ortasında debelendiğimiz (ifade bana ait elbette) ağı biraz daha dallanıp budaklandırıyor.

Yaşamın bugünden bakıldığında basit göründüğü Çatalhöyük, dolambacın oluşumunda takip edilebilir bir örnek.

Yalın çamur duvarlı bitişik düzen evlerin zamanla çöküp komşularını da çökertmelerine karşı daha derinlerden çıkarılan kumlu çamur ve kamışlarla güçlendirilen bir duvar tekniği geliştiriliyor.

Çözüm bu.

Etkileriyse dört bir yana çatallanarak yayılıyor.


Kamış ihtiyacı sazlıkların çoğaltılmasına, bu, su kaynaklarının azalmasına, o da hayvancılık ve avcılığın uzaklara itilmesine yol açar, yeni yapı tekniği bir yandan işbirliği (daha fazla insan gücü, nüfus artışıyla karşılıklı ilişkisi) gerektirirken artık tek başına ayakta durabilen yapılar ortak alanlara duyulan gereksinimi azaltıyor (tekilleşen ev içlerinin yaşama biçimine etkileri)..

Hodder’in çalışması heyecan verici çünkü aşırı basitleştirici, bir açıklama yanılsaması dışında hiçbir şey açıklamayan, böylece anlama çabasının da önünü tıkayan neden-sonuç kanaatlerinin yerine neyin konabileceğini gösteriyor.

Zamanın bir anı ve belirli bir olay bağlamında müsebbibi (kendi eğilimimize göre) zıp diye teşhis ettiğimize inanarak (Erdoğan, Atatürk, Illuminati, CIA) çok daha etraflı bir kavrayıştan kendimizi yoksun bırakmıyor muyuz?

Doğru, bunun da bedeli hemen ve yarım lokmada yutulabilir açıklama(ma)lardan mahrum olmak.

Oysa Hodder’in (ve ondan çok önce Goethe’nin) belirttiği gibi, içinde yaşadığımız dipsiz dolambaçlarda her bir soruna getirdiğimiz çözümler bir alanı rahatlatır görünürken diğerlerinde yeni etkiler yaratıyor, yeni karmaşıklıklara, sorunlara yol açıyor.

Yoksulluk, eşitsizlik, iklim değişikliği vd, görünürdeki aktörlerin ötesinde giriftleşen ağlardan ortaya çıkıyorsa alışa geldiğimizden farklı bir okuma çok daha fazla şey göstermez mi?

*
Gel de Buda’nın samsara tanımını ve ona ilişkin sözünü (mealen: Samsara’nın kendi içinde çözümü yoktur) düşünme.

Ve kardeşimin sık hatırladığım gözlemini: Aslında sorun çözmüyor, sadece sorunlara yer değiştirtiyoruz.
___


http://www.ian-hodder.com/



26 Ağustos 2018 Pazar

PERDELER


Olanı olduğu gibi görmenin önünde engel duygular:

Sinire dokunma, içerleme, küçümseme, öfke, korku.

Ve.. sevgi.

Onun, karşıdakinde kendi yankısını, tekrarını arayan türü.

25 Ağustos 2018 Cumartesi

DİLİMİN UCUNDAYMIŞ


Küçük ama derin bir mutluluk.

Flüt hocam en başta dilin nasıl kullanılacağını anlatırken çekirdek çitler gibi demişti. Çekirdeği herkes gibi çitlemem. Çitlediğim gibi kullanacak olsam dilim koca, hantal bir tıkaç olur, flütün ümüğüne çökerdi. Denemedim bile. Onun yerine kendi kendime sesi nefesimle kontrol etmeyi öğrendim. Pek tercih edilmemekle birlikte bunun da bir seçenek olduğunu işittiğimde orada kaldım. Ama çalabildiğim şeyler nüanslandıkça seste sarkmalar olmaya başlamıştı.

Derken geçende internette feyiz alınacak videolar bakarken artikülasyon başlıklı biri dikkatimi çekti. Bir hanım tam da ders konusuna uygun bir netlikle dilin nasıl kullanılacağını gösteriyordu.

Nefesle kontrol, soluk ver-kes’ler arasında zaman ve ses belirginliğinden kaybettiriyor. Diğerindeyse kesintisiz hava akımı dil ile çok daha kıvrak biçimde kapatılıp açılıyor.

Oturmuş alışkanlık değişir mi diye soru işaretiyle giriştim. Dil-nefes ve parmaklar onca zamandır bunu beklermiş gibi koordine oluverdi. Şaştım kaldım. Seslerin iyi düşürülmüş pilavda pirinç taneleri gibi tek tek belirginleşmesiyle de flütü yeni baştan keşfeder oldum.

Vay canına!

Peki şu parçada? Ya bunda? Ya alto flütte?

Hepsinde saat gibi (biraz legatolar dışında) işliyor.

Ne saadet.

Artikülasyon bunca zamandır dilimin ucundaymış meğer.

Geç oldu ama hiç güç olmadı.

24 Ağustos 2018 Cuma

MAYIN TARLASI


Yakınlardaki bir kapışma, bir kez daha, bu sefer daha etraflı ve zülfüyâra dokunur bir yüzleşmenin yolunu açtı. Aynı yerde duran ve her basışta aynı şekilde patlayan psikolojik mayınlar(ım) ile yüz yüze geldim.

Pekişmiş tepkilerin adı psikolojide tetikleyiciler. Tekrarlana tekrarlana o kadar otomatikleşiyorlar ki diz altı refleksinden hiçbir farkları yok.

Sıkıştın, mayınına basıldı, tetikleyici aynı devreyi harekete mi geçirdi?

Öfkeyle havalara sıçra.

Sigaraya-yiyeceğe- içkiye sarıl.

Arkanı dön, kepengi indir.

İpleri çekilmiş kukla gibi hep aynı yoldan kaç ya da saldır.

Ama nereye kadar?

Son kapışmada diğeriyle aynı anda mayınlarımıza basıldı. Patlama o kadar şiddetli, savurucuydu ki narkotik bir uykudan birden uyanmış gibi oldum.

Neler ne zaman oluyor?

Bir kere büyük bir güç açığa çıkıyor. İçe ya da dışa patlasın, müthiş bir güç. Anlamaya, onarmaya, çözmeye koşulabilir bir güç değil ama. Asitli, koparıcı, bütünden uzaklaştıkça parçalayıcı, yıkıcı bir güç. O bu haliyle şiddetlendikçe ben zayıflıyorum. (Olumlu güç ise sana karşı değil, seninle birlikte yükselir.) Algım daralıyor daralıyor, kuvvetten hızla düşmenin oyucu inkarı haline geliyorum.

Sonra gelsin hikayeler. Tutarlığı, bütünlüğü (yani düzeni yeniden) sağlamanın kurguları, kılıfı. Bırak bunları. Ağlarından kurtul. Dur, bak.

Neyle tetikleniyorsun?

Seni gerenler ne?

Strese girdiğinde hangi eski kaçış alışkanlıklarına dönüyor ya da dışa patlıyorsun?

Patlamanın ardından dünya sana hep aynı düşmanca (en azından karşıt veya uzak) hasım olarak görünüyor ama bu gördüğün aslında sensin, daha doğrusu kemikleştirdiğin tepkin.

Görüşüm hiç bu kadar berrak olmamıştı. Demek artık tepkilerimle özdeşleşmiyor, onlara dışarıdan bakabiliyor, yani savunma zorlanımı hissetmeden yaklaşabiliyor, dokunabiliyorum.

Esaret insanın içindeki bu mayın tarlasında başlıyor galiba.

O zaman özgürleşme de?

*
Son zamanlarda okuduklarımdan

bir yazı


bir de kitap



Bakış

22 Ağustos 2018 Çarşamba

ÖYLE BİR EĞİTİM


Bana flütü tutmayı, notaların yerlerini gösteren ilk hocamı aradım. “Yerli parçalar verecektin, yarıda kalmıştı. Devam etsek?” dedim. Pazartesileri kaldığımız yerden flüt seanslarına döndük.

Ne aradığımı hâlâ pek bilmiyorum. Heyecan takviyesiydi biraz (ona hiç gerek kalmadı şükür). Bizden parçalarla değişik bir ses katmak. Haftada bir “şehre inip” insana karışmak. Kalanı da aramadan bulacaklarıma bıraktım ki çoğu zaman olduğu gibi asıl ödül de (henüz netleşmemekle birlikte) o oluyor.

İlk sürpriz, hocamın nota yerine nota adlarını vermesiydi. Nota okumayı gözünde büyütenlere bu daha kolay gelebilir ama uzun vadede zordan kolayı yok. Notayı kendinden okumak yerine adını okuyup bunu diğer temsil sistemindeki yerine oturtmak iki katı iş. İlk bakışta kolay olanı ilk bakışta zor olana çevirip çalmak. Ve tabii çok eksik. Tempo, onunla birlikte es’ler, nüans, vurgular, süslemeler belirsiz. “Ama bu şekilde de kulak gelişiyor” diyor hocam. Kaldı ki onlarca öğrencisine vereceği parçaları tek tek notaya dökmeye zaman da yok.

Bunu rastgele karşıma çıkmış bir engel/zorluk/çözümü kazanca dönüştürülecek bir rampa olarak aldım.

Kolay pes ettiğimi söylüyorum ama bazı alanlarda-zamanlarda doğru olan bu yorum bazı alanlarda da düpedüz hak yemek. Flüt bunlardan biri. Beni yaşadığım ana canlandırıyor. Sıkıcı, zor vs sıfatlardan arınmış bir bağlılıkla çalıştıkça çabamı kendi enerjisini üreten bir dinamoya dönüştürüyor. Aradığımı biliyorum: Sesim, anlatımım. Enstrümanın organik bir parçam haline gelmesi. Ama çalışırken uzak hedefler değil, bir ölçüden diğerine önümdeki var. Kendimi tümüyle verdiğimde (en güzeli de o, hep veriyorum) aynı, tekrar anlamını yitiriyor. (Bir aşçı tuza “hep aynı!” der mi?) Tekrar daha iyiye, berrağa, akıcıya gidişin aracı, onun için malzeme aynı da olsa ele alınışı hiç aynı olmuyor.

Bir müzik defteri aldım. Adlarıyla verilen notaları noktasız virgülsüz, alışveriş torbalarını tezgaha boşaltır gibi porteye döküyor, oradan çalışıyorum. Okumaya alışmış kulağımı duymaya açmayı öğreniyorum. Biraz dağınık bir iş ama arada sırada asfalttan toprak yollara sapmak beklenmedik keşiflere davetiye çıkarmak değil mi?

21 Ağustos 2018 Salı

BAYRAM SABAHI


Şafak vakti kuduruyorlardı. Kapılara çarpa, paspasları alt üst ede birbirlerini kovalıyor, kıstırıyor, on iki pati, üç kuyrukluk yumaklar halinde yuvarlanıyorlardı. Aşağı indiğimi fark ettikleri an şimşek gibi dağıldılar. Geride yerlere yuvarlanmış nesneler ile karıncaların üşüştüğü bir kemik parçası, eğitim için kullanıldığı belli, kafası koparılmış bir karışlık yavru yılan ve ağustos böceğinden kalma kanatlar bırakarak.




Bekleyin dedim verandayı süpürürken, size asıl ziyafet birazdan başlayacak. Batı koyundaki kesim yerinden melemeler şimdiden yükseliyordu.

Kurban ile bayram eden insanoğlunun kestiğinden elbet size de düşer.

*
Arife günü bir maniye başladım.

Aksın kanlar, kutlansın bayramlar,

Kesilsin gırtlaklar, kabarsın coşkular

Deşilsin iç organlar, bahşiş toplasın çocuklar

Doldurulsun bağırsaklar, sevindirilsin yaşlılar

Zıvanadan çıkıyordu, bıraktım.

Son parti karıncayı bahçeye süpürür, ortalığı toplarken kim bilir kaçıncı kez düşünüyordum.

Ne? Neden? Nasıl?

Kan dökmeyle bayram edilen bir kültür ile vahşet eğilimi arasında bir bağ kurulabilir mi? Seyirlik hale getirilen öldürmenin kolektif dışavurumunun kontrollü bir alanda ritüelle sınırlandırılması onu ehlileştirir mi? Politik doğruluk, iğdiş edilmiş adlandırmalar çağında boğaz kesmeye boğaz kesmek demek, insanın doğasında olanla yüzleşip “normale dönme” vesilesi midir? Hayvana insan için oraya konmuş bir şey olarak bakmak ile onu bir can olarak tanımak insanları nasıl karşı karşıya getiriyor? İnsan, gücünün yettiği her şeyi kullanarak bu çağa gelmemiş mi? Ona her şey mubah derken sözü edilen de bu güç değil mi? İtiraz neye? Savurganlığa mı? Öldürmenin aleni olmasına mı? Onu vahşete vardıran hoyratlık ve özensizliğe mi? (Ama özen ve incelik başka hangi alanlarda bizi tanımlayan özellikler ki?) Bundan tatmin duymanın meşrulaşmasına mı?

Cevaplardan biri, neden çoğunluk kan dökülmesiyle bayram ederken birer ikişer artıyor görünen bir azınlığın buna itiraz ettiği ise kafamda giderek açıklığa kavuşuyor. Tepkilerimiz eninde sonunda gelip kendimize neyi nasıl anlattığımıza dayanıyor.

Kurban bayramı bıçağın gırtlağına dayandığı hayvanı da katledeniyle birlikte kutsayan kutlu bir vecibe, kanın harç edildiği toplumsal bir kaynaşma mı?

Körü körüne bir itaat, anlamsız bir kıyım ve bununla bayram etmenin dayanılmaz iticiliği mi?

19 Ağustos 2018 Pazar

BİR YORUM


“Bu toplumun yüzde 99 küsuru farkında olsun olmasın AKP’li. Bu yüzden bir muhalefet olamıyor. Bu yüzden hiçbir şey değişemiyor.”

Rastladığımda kalakaldığım, itiraz ettiği şey kadar sert, keskin ama düşündürdükçe de düşündüren bir yorum.

Mutlaklaştırmak.

Tek seslilik.

Başka’ya tahammülsüzlük.

Saik ister muasır medeniyeti yakalamak ister kendi suretinde bir düzen kurmak, kapitalizmin gözünü çıkarmak ya da emperyalizme sağdan, soldan savaşlar açmak vd olsun.

Ülkenin yarısının karşı çıkışı, bütün o iktidarsız öfke, böyle bakıldığında oyunun değişmesine değil, sadece topu elden kaçırmaya değil mi?

Geçelim dekor-kostüm, cila, hatta atmosferi, itiraz ettiklerimizin dibinde, özünde aslında neyi temsil ettiğiyle yüzleşmedikçe gerçekten de aynı gemide bir o kıyıya bir bu kıyıya sürüklenmeye devam edeceğiz görünen.

*
Öte yandan, algıda seçicilik güdümlü gözlemlerden başka dayanağı olmayan bu tür buldozer genellemeler tam da eleştirip araya mesafe koymaya çalışılan (ben/biz öyle değiliz!) tavrı tekrarlamıyor mu?

Çok karmaşık toplumsal durumları, dinamikleri ham, sığ, nüanssız bir damgalamayla yetinmek yerine (böylesi böcek sokuğunu kaşımak kadar bir geçici rahatlama sağlasa da) yaşananı kendi içinde anlamaya çalışmak uzun vadede çok daha iş görür değil mi? Çok katmanlı, nüanslı bir kavrayışın yolunu açmak. Şu kör suçlamaların, “haklı” nefretlerin ötesine geçmek artık?

16 Ağustos 2018 Perşembe

FOSFOR YEŞİLİ


Elime fosfor yeşili bir kutu sprey boya ile sırtını poyraz çalkantılı denize vermiş bakir bir duvar geçseydi bütün anlamlarını içine boca ettiğim gibi tek bir laf püskürtürdüm:

Olsun!

15 Ağustos 2018 Çarşamba

ARDİYEDE


İnsanlarla bazen kendimi ardiyeye kapatılmış hissediyorum. Tıklım tıkış, karmakarışık, ışıksız soluksuz bir yere tek ayak üzerinde sığıştırılmışım da kapı üzerime kapanmış gibi.

Kapı çoğunlukla ucu bucağı olmayan bir gevezelik. Menteşeleri sadece kendi-kendi-kendi etrafında hareket ediyor.

Ama bazen de yanlış (işime geldiği gibi) yorumlayıp enginliğe, dingin bir varoluşa açıldığını sandığım sessizlik. Arkasını, o bildik ardiyeyi görmek eşekten fena düşmek. Yersizliğin aynı yersizlik olduğunu fark etmek.

Bir insanı o ve yaşanan an dışında –takıntılardan, saplantılardan, kaygılardan, sonsuz tekrarların ölgün iç-dış gevezeliğinden- boşaltılmış bir mekana buyur etmek, canlı, taze ve ortaklaşan bir ilgiyle söyleşmek, susmak, olmak iki kişinin birbirine sunabileceği en değerli şey.

Ve ne ender.

Tanrım, ne kadar ender.

14 Ağustos 2018 Salı

BALON


Duygu enflasyonu üzerine: Sakızın balonunu ne kadar şişirirsen patladığında suratından temizlemen o kadar zor olur. İstediği kadar pembe ve leziz olsun..

13 Ağustos 2018 Pazartesi

BİLGİSAYARIN BİTLERİ


Bir dosyanın peşinden derinliklerindeki karışıklığa yuvarlanınca bilgisayarın bitlerini ayıklamaya oturdum.

Makul, pratik bir dosyalama yapıyorum ama arada aletin gördüğü müdahaleler sırasında yedeklenenler ve nereye kaldıracağıma karar vermediklerimle bol tekrarlı, salkım saçak bir yığın oluşmuş. Arşivin köşeleri küflenmeye, kıyıları örümcek ağı bağlamaya başlamış.

Bir kar küreme makinesi gibi giriştim. Dosyalamayı sıkılaştırdım. Tekrarları, fazlalıkları attım. GB’larca çöp boşalttım.

Fiziksel bir ayıklama ve temizlikten tek farkı parmaklarımın isli toza bulanmamasıydı.

Beynimdeki ferahlama ise hiç farksız.

Yaşadıkça en büyük gereksinmem olarak belirginleşiyor:

Bana bol alan ve derli topluluk gerek. Fazlalıksızlık.

Ki yaşam ışığı, heyecanı, sevgisi fırdolansın, dolanabilsin.

12 Ağustos 2018 Pazar

HAYAL KIRIĞI


Ne anlamsız şey. Gereksiz sıkıntı.

Adı üstünde. Hayal/düş kurmuşun, diğeri de kırmış. Fantezini bozdu diye burulma. Ne kız ne içerle.

Nihayet uyanmışın. Sevin. Ferahla.

8 Ağustos 2018 Çarşamba

NEREDEYSE BEDELSİZ BİR ÖFKE ETÜDÜ


Reçinesi sıcağa rayihasını salan çamların, ısınmış örtüsüyle toprağın, sıcakla depreşen kokularıyla çöp bidonlarının, şu ağacın, bu bitkinin koklaya koklaya yanından geçip kıyıya indim.

Uçta her zamanki şezlonglarımdan birinin zincirini açtırıp havlumu serdim, üzerine serilip hazla içimi çekerek kitabımı çıkardım ki bir aile geldi. Belli ki dışarıdan; görevliye seslenip şezlong kiralamak istediklerini söylediler. Üyelerden kel bir bey kibarca bunların ve dahi duşlar ile kabinlerin site üyelerine ait olduğunu, kiralanmadığını açıkladı. Aile de anlayışla karşıladı.

Patırtı, aile reisinin yanlamasına bitiştirilip zincirlenerek kapatılan şezlonglardan birinin gölgesine oturmasıyla koptu. Diğerleri de onu izleyip torbalarını, plaj çantalarını yere, şezlongların kenarına koydular.


Kel bey birden aksileşerek oradan kalkmalarını söyledi. Aile reisi de buna terslenerek cevap verince dalaş başladı.

Deniz herkese ait. Ama şezlonglar şemsiyeler bizim. Çekin gidin. Hayır, bir yere gitmiyoruz, sıkıysa kaldır. Jandarma çağır. Sen çağır.

Perde perde yükselen sesler. Kabaran göğüsleriyle karşı karşıya gelen, her tehditle mesafeyi biraz daha kapatan erkekler. Kapanan anlayış, kulaklar, hızla dibine çeken öfke girdabı. Gözü döndüren, kulağı sağır eden.

Haklıyım. Haksızsın, ben haklıyım. Haksız olan sensin.

Hak/haklılık duygusundan yoksun neredeyse hiçbir öfke olmadığını söyleyen kimdi?

*
Tam da psikolog Steven Pinker’ın zihin kitabını okuyorum (How the Mind Works). Pinker zihni romantik yaygın kanılar, asılsız inançlar, dayanaksız itirazlardan ayıklayıp berraklaştırdığı evrim kuramı açısından ele alıyor. Böyle bir huy, özellik, alışkanlık vb var; neye hizmet etmek üzere nasıl oluşmuş diye sorarak zihne ters mühendislik uyguluyor. (Mühendislik bir araç, çözüm geliştirmek iken, ters mühendisliği mevcut bir ürünün nasıl gerçekleştirildiğini bulmak olarak tanımlıyor. Sony mühendislerinin Panasonic’in son model kamerasını inceleyerek deşifre etmeye çalışması gibi.)

*
Erkekler kabara kabara birbirlerine gözdağı verirken kel beyin yanına diğer üyeler, şezlong söküp bağlayıcı çalışanlar geldi. Üyelerden kadınlar ise yabancı ailenin kadınlarının yanına gitti. Kadınlar kadınlara durumu açıklamaya çalışırken iki tarafın da tavrı anlamaya, anlaşmaya yatkındı. Erkekler ise kızışmakta.

Pinker, en altta en ilkeli olmak üzere üç katmanlı beyin teorisinin çürütüldüğünü anlatıyor. Buna göre duygularımız ilkel beynimizin ürünü ve son gelişen, düşünceli, medeni davranışlardan sorumlu korteksimiz ile çatışıyor. Öyle olmuyor, diyor Pinker. Bir kere beynin her yanı arasında yoğun bir bilgi alışverişi var. Duygular adabı muaşeret kurallarına ters düşse de hizmet ettikleri güdüler geçerliğini sürdürüyor.

Kadınlar birbirlerini dinliyordu. Doğada ölümüne rekabet hep erkekler arasında ve kadın (kendi soyunu sürdürmek) için olmuş. Erkek, dölün kendine mi ait olduğundan kesin olarak emin olamazken kadının böyle bir sorunu olmadığı için biri alanını sahiplenip kanı canı pahasına korumak dürtüsüyle donanmış. Diğeri, kadın ise kendi ve çocuklarının güvenliği, bakımı için erkeği çekip tutmak üzere stratejiler geliştirmiş.

Şimdi burnumun dibinde aile reisi vazgeçip arkasını dönse karizmayı fena halde çizdirecek, ailesi (ama önce kendi) gözünde itibarı zedelenecek, bunun da ta derinde dokunup sızlattığı bağlantı, hayatta kalma şansıyla ilgili olanı. Tabii geri çekilmek var geri çekilmek var. Tepeden bakarak “Şemsiyeniz sizin olsun, yürüyün çocuklar, başka yere gidiyoruz!” rolünü canlandırmak tezahürü kurtardığı gibi üzerine pekala puan da aldırabilir. Ama belli ki ne o ne kel bey ile diğer erkekler sığ, kısır, ucu 3. sayfa cinayetlerine kadar varan bir repertuarın dışına çıkabilecek. Pozisyonlarından milim geri gitmeden ama yol da alamadan kilitlendiler. Çünkü güçleri denk.

Yanlarına gidip gününüz berbat oldu yazık demeyi hayal ettim tembelce. Gitseniz de kalsanız da iki tarafın da canına okunuyor. Elli bin yıllık mekanizmayı çalıştırıyorsunuz ama bedelini bedenleriniz ödüyor. Tansiyonunuz kim bilir kaça fırladı (reis bir de sigara yaktı), nabzınız.. Adrenalin zehir olup akıyor. Kaslarınız, enzimleriniz, hormonlarınız ne halde. Üstelik onunla da bitmeyecek. Yerlerinize döneceksiniz. Her biriniz kendi hikayelerini anlatacak. Aslan kesilen mağdur hikayeleri. Bana acıyın, anlayış, hayranlık gösterin diye bağıran hikayeler. Her türlü kalp ve hayal kırıklığında kendimizden başlayarak anlattığımız hikayeler. Yakınlarınız da, serde yakınlık var, sizi destekleyecek, anlattıklarınızı doğrulayıp pekiştirecek ve hasar, aynı olayı yeniden yeniden yaşamayla derinleşecek.

Kara girdaba kıyısından tanık olduğum için tuzum kuru olsa da öfke öyle bir şey ki yansız tanığın bile bedeni ona cevap veriyor. Nahoş his.

Bu kadar gözlem yeter deyip kucağımda öylece duran kitabı kapadım. Paletlerimi alıp suya gittim. Bir iki yüz metre durmadan yüzdüm, sonra denize uzanıp kollarımı başımın arkasında kavuşturdum, kulaklarımı o onarıcı su sessizliğiyle doldurdum.

Dönüşte dışarıdan gelen aile bir ağacın altında oturmuştu, diğerleri de biraz ötede küçük bir grup halinde. Jandarmayı bekliyorlardı herhalde. Şu arapsaçının çözümü ondaymış, olabilirmiş gibi.

3 Ağustos 2018 Cuma

HABANERA


Sabah sabah içim açıldı, ferahlatan, kamçılayan bir heyecan duydum.


İşte hiç pratik olmayan, sırtına, omzuna vurup oradan oraya gidemeyeceğin bir alet. Başlı başına bir alet bile değil, bir araya getirilişiyle enstrümanlaşan bir devşirme.

Kurması, hazırlaması bile bir iş. Yani hazır bir sazdan çok daha sıkı bir bağlanma, taahhüt istiyor. Hele sanatçı müziğine bununla başladıysa –muhtemelen başka bir enstrümanla (tuşlu çalgılar, vibrafon, belki arp?) başlamıştır. Öyle bile olsa bu ustalaşma, o devşirme ile sayısız saat hemhal olmayı istemiştir.

Beni heyecanlandıran da o oldu. Kendini bu veriş. Maddi karşılığını, değip değmeyeceği muhasebesini bir kalemde geçen, tek bir şeye (burada sese) böylesine som bir adanma.

Tek parçalık, bölünmemişlik, kendini verme.

Aşk.

Gerçekten de parmakları.. Arp ve yaylı çalgılarda arşeyi tutan eli düşünüyorum, belki bazı parçalarda tuşlular da elleri bir aşığınkiler gibi gösteriyor. Bunun dışında müzikte eller, parmaklar daha çok atletleri hatırlatmıyor mu? Koşan, uçan, döven parmaklar.. Buradaysa kadeh kenarları benzersiz bir duyarlık gerektiriyor -Almanların büyük bir hassasiyet için kullandığı deyiş gibi, parmak ucu hissi. Dairesel hareketler dokunuşu uzatırken sevişme benzeri dipsiz bir duyuş ima ediyor.

Aşk, evet.

l'amour est enfant de bohême, 
il n'a jamais, jamais connu de loi, 
si tu ne m'aime pas, je t'aime, 
si je t'aime, prend garde à toi! 

1 Ağustos 2018 Çarşamba

MİNİMALİST


Nesne biriktirmemek kolay, o zaten ruhumda var. Ama her atıcı bakışta ayıklanacak şeyler çıkıyor. Saç ve tırnak gibi bir artma eğilimine karşı uyanık olmak minimalizm.

İnsana neye neden ihtiyaç duyduğunu sorduruyor. O ihtiyaçların altından da üşenmekten güvensizliğe, aldırışsızlıktan kimlik inşasına, imaj cilasına türlü şey çıkıyor.

Bazısı için mekanın kalabalıklığı, bu yolla bitek olan bir zihnin yansıması. Öylesi kısa bir süre uyarıcı, ilginç gelse de uzun vadede çekimini hissedip hep döndüğüm sadelik, azlık ve arada bol boşluk, alan.

Taze yaşamaya ancak o zaman yer açılıyor.



Mekandan zihne geçiyorum.

Biriktirmenin zihinsel karşılığı kültür. Algının, zevklerin incelip derinleşmesi güzel. Bir enstrüman olarak imgelendiğinde insandan hoş bir seda çıkarma yoluna koyulmak iyi şey. Düşünceyi bilemek, esnetmek, özgürleştirmek. Sormak sormak.

Öte yandan, minimalizme su verdikçe kültür de içimde ikiye ayrılıyor. Ürünlerini dinamik bir algıyı beslemede kullanmak. Çok açılılıkta esin malzemesi, yaşam heyecanında yakıt olarak.

Ve yığma olarak kültür. Nesne, daha önemlisi beyin alanı işgali olarak. Aldous Huxley kültür için aile dedikoduları benzetmesi yapıyor. İçinde yetiştiğiniz bir ailenin anlat anlat bitmeyen hikayeleri. Deli teyzeler, dahi kayınçolar yerine sanatçıları, bilim insanlarını, yapıp ettiklerini koyun. Dışarıdan birinin yabancı kalacağı, yeni dahil olanın ise sıkıntı ve mahcubiyet arasında gidip geleceği bir kapalı ortam. Bu açıdan kültürlü olmak her sorulduğunda (daha da sık, hiç sorulmadan) çıkarılıp gösterilen bir kulüp kartı gibi. İtibar kaynağı, seçkinlik nişanı.

Katalog külliyatı olarak kültür edinme ve muhafaza gereğini battal bir siyah torba içinde zihnimin ön kapısına bırakıyorum, çıkarken çöpe atmak üzere.

Kültür denilenle içli dışlı oluyorum. Senli benli. Artık hiçbir “şöyle olmalı, şunlar şunlar edinilmeli!” buyruğuna koşmuyor. İlgi, merak, hoşlanma, bir bulmacanın eksik parçasını arayış.. Eski yeni, Batı Doğu, şu bu, saflaşıp keskinleşen dikkatimi, bereketlenen zamanımı göbeğimi hoplatan ne ise olduğu gibi ona veriyorum. Alacağımı aldıktan sonra da onu buharlaşıp uçmaya bırakıyorum.

Kültürel minimalizm, yaşam heyecanı sanat-düşünce-bilim ürünleriyle taze taze körüklenen biri yapıyor beni. Arşiv bilgisinin yerinde açıldıkça açılan bol boşluk, bitek alan ile de dahasına iştahlandırıyor.