28 Eylül 2011 Çarşamba

BİENAL


Curcunasıyla birlikte biçimlendirdiği algıyla da kentten çok uzaklarda bir yerde sabah yürüyüşümü yaparken iki hafta önce gezdiğim İstanbul Bienal’ini yeniden hatırladım. Yarımadanın boynunda yürüdüğüm toprak yoldan batı koyu, menekşeye çalan Akdeniz ve bir yanı makiler, çamlarla yemyeşil yamaçlarıyla göze hazır bir görüntü ziyafetini tabak içinde sunuyordu.

Neye nasıl “Güzel!” dediğimizi bununla bir kez daha düşündüm.

Doğal (hazır) güzel ile sanatın peşine koyulduğu, kurcalayıp yeniden kurduğu güzeli birbirinden neyin ayırdığını.

Farkın insan imbiği, müdahalesi, kurgusu olduğu sonucuna bir kez de, içinden yürüdüğüm doğa ile Bienal’i yan yana getirerek vardım.

Batı koyunu olduğu gibi temsil etmek, en hafifi gereksiz bir tekrar, herhalde en beteri de kitsch denecek bir üründen öteye gitmeyecekken onu aslından alıp “sanatın” mikserinden geçirmek, “iyiliğine” şu ya da bu ölçütle hükmedilecek eserlere gebe olurdu.

Peki.

Ya bu ölçütler? İş gözün kendi bildiğine, tanıdığına körün değneği gibi yapışmasından ibaret kaldığında gereksiz tekrarların meşrulaştırılmasına hizmetten başka şeye yararlar mıydı?

Göz “güzel” demeyi öğreniyor. Bu öğrendiği de pazar filesi gibi dört yana genişletilebiliyor. Sanatın iyice demokratikleştiği (ayağa düştüğü dememek için) bir zamanda bu filenin içine almadığı pek bir şey kalmıyor.

Bir yandan iyi bu. Yeteneğim ne kadarlık olursa olsun adına sanat diyebileceğim (öyle denilen) şeylerden benim de pekala üretebileceğimi örnekleyerek sıradanlığımı terfi ettiriyor.

Ama bir yandan da bu “her yön mubah!” özgürlüğünün hiyerarşiyi pratikte ortadan kaldırmasıyla “Güzelin” daha neler olabileceği öğretilebilen gözüm şöyle esaslı hocalardan yoksun kalıyor.

Madalyonun iki yüzü.

Böylece Bienal, amacı Güzel görmekten ziyade güzelin, sanat uğraşının şu gün ne olduğu üzerine bir düşünce egzersizi haline geliyor.

Yer yer eğlendirici, ilgiyi irkilterek çekici bir çağdaş jimnastik daha.