29 Kasım 2020 Pazar

8.45 GÜNEŞİ

Salgın tecridi doğal yaşam kaynaklarıyla ilişkimi derinleştiriyor.

Hava, güneş..

Sosyal hareket gerilere çekildikçe bedenim doğayla başka türlü ilişkileniyor.

Güneşi böylesine hissettiğimi hatırlamıyorum. Hücre çekirdeklerine kadar soğurduğumu. Işığına hep duyarlı oldum, sıcağıyla da çoktandır barışığım.

Ama şu ışıması!

Onu bir kutup ayısı, kedi, kuş gibi dosdoğru bedenimle alıp yakıt ettiğimin ayırdında olmak.



8 gibi uyanıyorum. Hızla giyinip perdeleri açıyorum. Sabah egzersizini yapıp meditasyona oturduğumda güneş balkonun kıyısına gelmiş oluyor. 8.45’te olanca gücüyle balkondan içeri, yüzüme, bağrıma akışını gözlerim kapalı karşılıyorum. Serinlik bir anda ısınıyor.

Sonra çayım, kahvem, kitabım, defterimle balkondayım. Hava kaç derece olursa olsun, güneş bir UFO ısıtıcısı. Isıtıyor, besliyor, avutuyor. Işığını içime salıp bataryalarımı dolduruyor.

Öğleye kadar huzurunda genleşiyor, adına Helios deyip önünde secdeye varmışlara köşemden selam ediyorum.

28 Kasım 2020 Cumartesi

YARIM YÜZ

Maske yüzleri yarıya indiriyor. Yüz okumayı da düşürüyor. Anlamanın önemli olduğu yerde insan karşısındakinin gözünün içine bakadursun, daha derinde geride kalanı da tarıyor. Ufacık mimikler, belli belirsiz nüanslar, dilsiz de konuşan ağzın hareketleri. Maskeyle birlikte içine düşülecek ağız ve bunların hepsi kayboluyor.

Gözünü gözüne dik o zaman. Baktığın, ruhun perdahlı bir aynası değilse o donuk, cansız yüzeyde derinleşmeye çalış.

Maske sesi de perdeliyor. Kulağın istediği kadar iyi işitsin (ki o kadar da iyi işitmiyorsa ayrı zorluk), incelikler burada da ortadan kalkıyor. Karşındakinden geri kalan, parça bölük bir kanıt torbasına konmuş da uzatılır gibi.

Bir doktorun yüzünü ilk kez maskeli görmeyi hayal et. Bir savcının. İfadesi alınan tanığın.

*

Hayvanlara nasıl geliyordur bu halimiz? Küçük çocuklara? Yüz okuma becerilerinde telafisi olmayan bir gedik açılır mı? Korku, tedirginlik duyuyorlar mıdır? (Bir tanıdığın iki buçuk yaşındaki oğlu, aynı yaşlardaki kuzeninin oyuncak ayı desenli maskesinden isteyerek kıyametleri koparmış. Sonraki görüşümde bir karışlık suratını örten maskesini gururla taşıyordu.)

*

Başka?

Makyaja etkileri. Makyaj malzemesi tüketiminde rujunkini azaltırken göz ürünlerininkini çoğaltışı.

Peçelilerin solunumunu merak ederdim, artık etmiyorum. Oksijenimle oynayan bir kapanma fizyolojik olarak ne kadar huzur verebilir?

*

Peki şimdi hangisi daha kolay?

İki yüzlülükle mi yarım yüzlülükle mi uğraşmak?



24 Kasım 2020 Salı

KIRILDI BİLE

Bu tecrit zamanı eşin dostun varlığını izleri, anılarıyla yaşar, içimi ısıtırken hayattaki müttefiklerim yalınlaşıyor, belirginleşiyor.

Şu sıra stoacılarla pek içli dışlıyım. Minimalist felsefe diye bir şey varsa onlarınki. Pratik ama hiç sığ değil. Faydalı ama faydacı da değil. Deneyimsel.

Arzusu hilafına imparator edilmiş Marcus Aurelius, köle feylezof Epictetus.. Sadece devasa zorluklara, çözmekle mükellef oldukları karmaşıklığa göğüs germemiş, gücün, statünün tuzaklarına karşı da ruhlarını güçlendirmişler. Sağduyuları, gözlem güçleri, akılları, vicdanları asıl dayanakları olmuş.

Her güne bir stoa düşüncesi kitabından (The Daily Stoic: 366 Meditations on Wisdom, Perseverance and the Art of Living) takvimin o gününe denk gelen düşünce ile yorumunu okuyorum. Bir yandan da elimde okuduğum her kitabı hayattaki o anıma denk düşmüş Budist Joseph Goldstein’dan İçgörü Deneyimi (The Experience of Insight) var. Stoacılar ve Budistler.. Farklı yerlerden gelip öyle noktalarda birleşiyorlar ki bazen neyi hangisinden işittiğimi ayırmak için durup düşünmem gerekiyor.

*

Zen ustalarından biri, çok değer verdiği çay kaselerini “Kırıldı bile” diye eline alır, kullanır, konuklarına sunarmış. Doğasında kırılmak olan bir şeyle böylece değerini bilerek ama işi bağımlılığa vardırmadan ilişkilenmek.

Kırıldı bile!

Hayat, nesneler, biz. Süreksizlik alnımızın yazısıysa neden sonsuzmuşuz gibi yaşarız ki? Ömrünün sonuna gelenle duyduğumuz acı, bir de bu yanılsamanın, bağımlılığın sekteye uğramasıyla katmerlenmiyor mu?

*

“İçiniz bir şeyin kaybıyla cız ettiğinde ona bir parçanızmış gibi değil de kırılabilir bir cam gibi bakın; yitip gittiğinde bunu hatırlar, allak bullak olmazsınız. Aynı şekilde, çocuğunuzu, kardeşinizi arkadaşınızı kucakladığınızda bu tecrübeye bütün arzularınızı yüklemeyin, arzularınızdan geri durun. Tıpkı zafer kazanmış generallerin arkasında durup ölümlü olduklarını hatırlatanlar gibi siz de değer verdiklerinizin size ait olmadığını, sonsuza dek değil, şimdilik bağışlandığını kendinize hatırlatın.” -Epictetus (Muzaffer komutanların kulağına ölümlü olduklarının fısıldanması bir Roma geleneği imiş.) 

21 Kasım 2020 Cumartesi

KASIM’IN PARLAK YÜZÜ


Babamın, tadına sonradan varıp benimsediğim bir alışkanlığı daha. Bastonlu yürüyüş. Bir adım benden, bir tane ondan. Benimkiler sessiz, o tıkır tıkır. Yokuşlarda işimi kolaylaştırması bir yana, sadık bir köpek gibi yoldaşım oldu. Bir konuşmamız eksik. Sesi, hissi yanım sıra, yürüyor yürüyoruz.






Bugün Gölköy’e indik. Bahçeler arasından sahile. Benim köyden bile tenha, neredeyse kimsesiz. İskeleler sökülmüş, denizi dinleye dinleye ta uca kadar gittik. Kumlara batonum, gevrek tahin helvaya çatal batar gibi bata çıka.






Hava iki gündür surat asmamış gibi. Ağzı kulaklarında, hani biraz daha ışıldasa altın dişleriyle çalım satıyor diyeceğim.



Gölgeler serince, güneşteyse ince ceket bile handiyse fazla.

Güneş tepe noktasından tepe noktama nur yağdırıyor. Denizin sesi, kokusu, sükunet.

Kasım parlak yüzünü göstermiş, az gittik, uz gittik batonumla.

15 Kasım 2020 Pazar

KALİMBA

Kalimbam beni kapıda karşıladı. Kargo paketini kapıp yukarı çıktım. Açıp uyuyan bebeği için titreyerek beşiğinden kaldırır gibi kalimbayı kutudan çıkardım. Evet, sesi peşine düştüğüm gibiydi. Yalın, duru, su akışı, hava hafifliğinde. 17 tuşlu. Ad koymadım sesi yeter. İçim hop etti.



Kutuyu boşalttım (egzersiz yüksüğü, şekerleme ile bir fincanlık hazır kahve -ne hoş bir ek; sazın bu sınıftan olacağı düşüncesi- ve akort çekici. Akıllı şeyler çağında ne piyano, diyapazon ne de mutlak kulak gerek; telefona bir akort programı bulup bakırcı çırağı gibi tuşları çekiçle tizleştire pesleştire kıvama oldukça yakın getirdim.

Dalıp gitmiş, altın saati alacakaranlığa teslim törenini unutmuşum, kafamı kaldırdığımda hava kararmıştı.

Musescore’dan kalimbaya uyarlanmış parçalar, gamlar indirdim. Youtube’da başlangıç dersleri seyrettim.


Flüte başladığım tonda değil, daha farklı, sakin, ağırbaşlı, ağırca yürekli bir yeni arkadaşlığın kapısını böylece açtım.

Ruh ısıtsın, gıda ve merhem olsun.

https://soundcloud.com/sedatoksoy/kalimba

12 Kasım 2020 Perşembe

BANA YOL VERİN

Bir kez karar verdikten sonra yayından çıkan ok gibi koyulduğum bir yoldu. Uzun ama gittikçe kendimi bulduğum.

Yol!

Pandemiyle ayrı düştüğüm şey. Yenilenme, tazelenme, canlanma vesilesi.

İçerden Antalya’ya, Alanya’da Zeyno’da bir mola, kıyıdan köye. İçinde dağlardan Akdeniz’e bol çeşitleme, güz sonu, kış kıyısından tekrar yaza, iki iklim olan bir yol. Çam ormanları, bozkır, muz plantasyonları, insansız doğa, soluksuz yerleşimler.

Yolda, dürülüp kaldırılmış saray halıları gibi açılıyorum. Köşe bucağım havalanıyor, algılarım bileniyor, fikrim dirileşiyor, içimi elementime dönüş hissi kaplıyor.

*

Dönüşte Antalya’da kaldım. Geçen seferkinin tersi yönden kaleiçine doğru yürüdüm. Bu tarafa da falezler boyunca uzayıp giden bir park şeridi yapmışlar. Çay bahçeleri, geniş yaya yolları. Pazardı, hayli insan vardı ama bunca alanda kalabalık oluşmuyordu. Güneş karşı dağlardan alçalırken döndüm.



Ertesi sabah koca otelin kahvaltı salonunda bir ben vardım. (Alışkanlıkla tabağımı kapıp açık büfeye yöneldim ki maskeli bir şef yolumu kesti. Beni kırmızı şeridin dışına çıkardı. İstediklerimi o doldurup tabağımı geri verdi.) Körfeze bakan cam cephede günün perde perde ağarmasını seyrederek kahvaltımı ettim. Gök ile deniz taze mavinin aynı tonunu tutturduğunda Beydağları olanca haşmetiyle siluetleşti. İçim hop ederken diplerinde ufacık kalan, ışıkları hâlâ açık sıra sıra binayı diş taşlarına benzetip güldüm.








11 Kasım 2020 Çarşamba

BİR GARİP YAS VAKTİ

Düğüne derneğe, cenazeye gitmez olmuşlar köyde. Savaş istisna imiş. Mezarlıkta, evin bahçesinde epey bir kalabalık toplanmış. Ama gurur duydum dedi İstanbul’dan gelen kuzin. “Maske, mesafe konusunda herkes son derece dikkatliydi.”

Geleneği pandemiye uyarlayıp 7’si yemeğini de paketler halinde dağıtmışlar. Ben iki hafta sonra gittim. Ufalmış bir grup bahçede maskeli, mesafeli oturuyordu. Akşam, öksüz kalan traktörlerin büyük garajına çekildik. Cemevinden gelen masalar birleştirildi, kağıt-plastik tabak, kase, çatal kaşıklar dizildi. Yemek yapma sırası yakın aileye anca geldi dedi Tülin. Günlerce tepsi-tencere yemek taşınmış. Artanı yoksullara dağıtmışlar. Sıvasız briket duvarlar, yüksek tavan ışığı yutuyor, garajı mağaralaştırıyor, içim daha bir loşlaşıyordu. Gözüm gidip gidip emektar pikap Abbas’a takıldıkça tizleşen sızı, birbirine karışan konuşmalarıyla yekpare bir kucak gibi gelen yakınlarımla dağılıyordu. Bir köşede dipsiz demlik kaynıyor, tavuklar girip çıkıyor, yeni gelene tabağı uzatılıyor, akşam akıp gidiyordu.

“Biz bir arada olunca daha sakin oluyoruz” demişti Tülin. “Çünkü birbirimizden utanıyoruz ağlarken. Eşi mi, çocukları mı daha yakın babaya, onlar kadar mı acıyor bir yanımız diyoruz. Kısacası Sedacım, bir garip alemde var olmaya, sindirmeye çalışıyoruz.”

Yasemin, çocuklar, birbirlerini esirgeyip dik duruyor. Etraf da öyle. Saygılı, yakın. Şokun, acının buzu, alevi yatışmış. Yas için için yanmaktaydı gittiğimde.

Savaş dışa ne kadar açık bir içe dönük imiş, ölümü iyice ortaya koymuş. Gözlerinin şöyle bir aşina olduğu nice insan gelip çok iyiliğini gördüklerini söyleyerek çocuklara başsağlığı dilemiş, yardım önermiş.

Sessiz ve yakındı. Varlığını hissettirmeden ilgili. Gönlü gani. Barışçıl, barışık bir Savaş.

*



Mezar ziyaretlerine babamla başladım ben. Acısı tatlısı, eğrisi doğrusu, defter ölümle kapanmış, geriye bağın, devamlılığın saflığı kalmış, başucuna varmak durulaştırıyor. (Kuzin, bir Azeri geleneği söyledi. Köşesiz bir taş bırakır, geldiklerinde mezar taşını bununla tıklatarak ‘buradayız’ derlermiş. Çok hoşuma gitti ama babamın kulağının öbür dünyada açıldığından emin olamayıp ben yapmadım.)



İsli Hüseyin mezarlığına ikinci kez akşamüzeri, yalnız başıma gittim. Alacakaranlık ile altın saat arası. Kelimeleri suyun başını tutmuş sazlıklar gibi iki yana itip düşüncenin ötesine geçtim. Beride bir su birikintisinde çırpına çırpına yıkanan bir kuşla birlikte derinleşen sessizlikte durdum, hissettim.



10 Kasım 2020 Salı

BEYNİNİZE HAKİM OLUN

Köy dönüşü, 35 yıldır ilk kez gidilmeyen güneydeki eve bir geceliğine uğradım. El ayak çekilmiş. Kışı geçirme fikriyle pandemiden kaçanlar ilk şiddetli yağışı izleyen kötü soğuk ve bir var bir yok elektriğin cilveleriyle pes edip dönmüşler. Oranın karanlık yüzüne, zoruna, yalnızlığına göğüs germek her babayiğidin harcı değil. Şimdiki kadar bile rahat ettirmeyen yazlık evde babam o yiğitlerdendi. Katlanmak şöyle dursun, aydınlığı, karanlığıyla güneyi seçerek yaşadı, iyi oldu, mutlu oldu. Aradığını buldu.


Ev, eşiklerden giren toz toprak ile kirli ama bu aralıklar sayesinde küfsüz, nemsiz karşıladı. Dokunmadan bir köşesine ilişip çıktım. Havasını içime çeke çeke yürüdüm. Günü tatlı sıcak, gecesi soğuk güney güzü.



Bodrum’da iyi olduğumu söylediğimde Fatoş, sen öylesin zaten, dedi. Ayrıldığın yeri unutuyor, gittiğin yere alışıveriyorsun. Tamamladım: Ama bıraktığım yere döndüğümde kaldığım yerden ta derinden bağ kuruyorum. Cebimde gezdirdiğim köklerimi neredeysem oranın prizine takıyor, gürül gürül çalıştırıyorum. Bu prizler bizim oranın cilveli elektriğine de benzemiyor. Cereyan hep tamam.



Bahçe yerindeydi. Gelin duvağı devrildiği yerde coşmaya devam etmiş. Ağaçların budanma zamanı gelip geçse de sağlıkları yerinde. Ertesi sabah manav ağacından bir torba portakal ile mandalina topladım, gelenek bozulmasın. Yola koyulmaya hazırlanıyordum ki elinde su şişesi, Fatma hanım köşeyi döndü. Yürüyüşü, temposu, su şişesi on yıllardır değişmedi, zaman bir tek yüzünden okunuyor. İncirin yola taşan dallarından her geçişte meyve koparışını anlattı. “Rahmetli babanı anarak.” Şöyle bir durdu. “Bir başkaydı o. Yaşlı ama kendine has bir dinçliği vardı. Kızımla bana ‘beyninize hakim olacaksınız’ derdi. Nasıl böyle kaldığını her soruşumuzda aynı şeyi söylerdi. Biz bilemezdik tabii beynimize nasıl hakim olacağız.”

Beyin değil de zihin demiştir. Meditasyonu, sessizlikte duymayı, dinlemeyi kastetmiştir. Kalabalığa karışıp harala gürele yaşamaktan geri çekilmeyi, kendi aklıyla düşünmeyi. Karmaşıklığı basitlikte kavramayı. Azı çok, karanlığı aydınlık, ıssızlığı dost etmeyi.

“O bir başkaydı” dedi Fatma hanım tekrar, başıyla onayladı.





Nasipse seneye görüşmek üzere vedalaştık.