Bir kez karar verdikten sonra yayından çıkan ok gibi koyulduğum bir yoldu. Uzun ama gittikçe kendimi bulduğum.
Yol!
Pandemiyle ayrı düştüğüm
şey. Yenilenme, tazelenme, canlanma vesilesi.
İçerden Antalya’ya, Alanya’da
Zeyno’da bir mola, kıyıdan köye. İçinde dağlardan Akdeniz’e bol çeşitleme, güz
sonu, kış kıyısından tekrar yaza, iki iklim olan bir yol. Çam ormanları,
bozkır, muz plantasyonları, insansız doğa, soluksuz yerleşimler.
Yolda, dürülüp kaldırılmış
saray halıları gibi açılıyorum. Köşe bucağım havalanıyor, algılarım bileniyor,
fikrim dirileşiyor, içimi elementime dönüş hissi kaplıyor.
*
Dönüşte Antalya’da kaldım.
Geçen seferkinin tersi yönden kaleiçine doğru yürüdüm. Bu tarafa da falezler boyunca
uzayıp giden bir park şeridi yapmışlar. Çay bahçeleri, geniş yaya yolları.
Pazardı, hayli insan vardı ama bunca alanda kalabalık oluşmuyordu. Güneş karşı
dağlardan alçalırken döndüm.
Ertesi sabah koca otelin
kahvaltı salonunda bir ben vardım. (Alışkanlıkla tabağımı kapıp açık büfeye
yöneldim ki maskeli bir şef yolumu kesti. Beni kırmızı şeridin dışına çıkardı.
İstediklerimi o doldurup tabağımı geri verdi.) Körfeze bakan cam cephede günün
perde perde ağarmasını seyrederek kahvaltımı ettim. Gök ile deniz taze mavinin
aynı tonunu tutturduğunda Beydağları olanca haşmetiyle siluetleşti. İçim hop
ederken diplerinde ufacık kalan, ışıkları hâlâ açık sıra sıra binayı diş taşlarına
benzetip güldüm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder