29 Mayıs 2011 Pazar

BAĞLILIK

Taşıdığı ateş, pırıltı ifadeyi doldurduğunda insan bir adım geri çekilip öncesi, sonrasını düşünmeden ona kapılıyor.
Bundan böyle hep aynı güçle sürüp gideceği duygusuna.

Daha kaç tonluk tekneleri açığa sürüklenmekten alıkoyacağı vaadine şu okkalı halatın.

Oysa palamar işin yarısı. Ayağın ucuyla şöyle bir vuruşta kurtulacağı bir babaysa sarıp sarmaladığı, istediği kadar kalın olsun, ne çıkar?

.

23 Mayıs 2011 Pazartesi

ÇANAK ÇÖMLEĞE RUHUNU GERİ VERMEK

Sakıp Sabancı Müzesinin yeni sergisi Karşıdan Karşıya ile basın toplantısında karşılaştım.
Suyun iki yakasından sergiyi gerçekleştiren bilim insanlarının bulaşıcı heyecanı, biraz da “bunca çaba, masraf ne için?” yollu dünyevi soruyu doyurucu bir biçimde karşılama kaygısı ile.

Tatlıydı. Hem heyecanları hem de söylediklerinden çok yaptıklarıyla son derece tatmin edici olmuş karşılıkları.

Ege adaları Kikladların, mekik dokumuş deniz trafiğiyle suyun iki yanında pekiştirdiği yakınlık, benzerlik üzerine bu sergi.

Beş bin yıl boyunca oradan oraya milyonlarca insan taşınmakla kalmamış, kimi fırsatçı, kimi vizyon sahibi, kimi sadece günü kurtarma derdinde onca insanla düşünceler, mitler, inanış ve zevkler de aktarılarak yayılmış.

Kikladlarla hemen karşılarındaki Batı Anadolu kıyısından gelen üç yüz küsur nesne, bu kendine özgülük içindeki benzeşimin hikayesi.

İyi anlatıldığında insana pek çok şeyi hatırlatacak, aktaracak bir hikaye.

Metro kazısı vb. için bir kalemde silinip atılan “çanak çömleğe” ruhunu geri veren bir öykü.

Çanak çömleğin, bugünümüzü biçimlendirmiş geçmişimiz olan ruhunu.

Ve ne iyi anlatılmış!

Bir kez daha sergi mimarlığını üstlenen Boris Micka, bu sergiyi de şevkle izlenen bir piyesin sahneye koyucusu gibi düzenlemiş. Işıklandırma (zeminde gidip gelen mavi Ege dalgalarıyla mesela), geçişler, duvar resmi tadında duvar resimleri.. Onun açtığı sahneler yine kusursuz bir belgelendirme ile de güçlendirilerek doldurulmuş.

Canlanmış çanak çömlek, konuşuyor.

Kimi gönül ister ki öyle olsun ama insanın keyfî açılmış bir sayfayla başlatılacak bir öyküsü olamayacağını, zincirin bir halkası olduğunu, öncesinden bihaberliğin onu kopuk bir halkaya indirgeyeceğini, geçmişi yok bilmenin, etkisini yok etmekle aynı olamayacağını anlatıyor şakır şakır.

Ne diyordu Kiklad Sanatı Müze müdürü Nicholas Stampolidis: “Hatırlamak yaşatmaktır. Hatırlayacak birileri oldukça hiçbir şey ölmez.”

O halde unutmak, unutturmak da öldürmek.

Vereceği çok şey olan bir yanımızı öldürmek.

Ama işte tam da buna hayır diyor Karşıdan Karşıya.

.

KARŞIDAN KARŞIYA

https://picasaweb.google.com/sedatoksoy/KarsDanKarsYa?authkey=Gv1sRgCLLCp7nq663fHw#

18 Mayıs 2011 Çarşamba

ÇORAP

https://picasaweb.google.com/sedatoksoy/Corap?authkey=Gv1sRgCO2O0dGv2LC65QE#

ÇORABI ÖRMEK

Denk düştü, uzun zamandır istediğimi yaptım. Fotograf makinemi aldım, başında bir arkadaşımın olduğu kadın çorapları fabrikasına gittim.

Sevdiğim bir şey: Herhangi bir yaşantının içinden öylece akarken birden durup bunun hikayesini fotografla nasıl anlatırsın şimdi diye kendimi apansız yakalamak.

Neresinden başlar, neleri seçip birbirine nasıl bağlar, neresinden çıkarsın?

Seçtiğin çerçeve ne olur, içi neyle dolar?

Böylece birden “konulaşan” şeyle daha önce karşılaşıp karşılaşmadığımın önemi kalmaz; iş, hikayesini anlatmaya geldiğinde pasif algı yerini aktif kavrayışa bırakır, anlatmak için öyle olması gerekir. Bu da her zaman yeni olur.

*

Şehir trafiğinden kurtulur kurtulmaz rahatlayan çevrede (alçak tepelerde şöyle bir dalgalanarak uzayıp giden yemyeşil ekili alanlar, usul deniz, rüzgar çiftliklerinin sakin sakin dönen beyaz dev pervaneleri) gözlerim yatıştıkça yatıştı.

İki buçuk saat sonra ben fabrikanın kapısına, ağzım da kulaklarıma varmıştık.

Arkadaşım neyin nerede olduğunu gösterdikten sonra beni dolanmaya bıraktı.

Yol boyu gevşemiş duyularım, şekerlemesinden dört ayak üzerinde sıçrayarak uyanan bir kedi gibi birden alarma geçti, sonra da kesintisiz bir bombardımana tutuldu.

Tekmili birden.

İçeri girmemle uğultu ve görüntü karmaşası birlikte patlak verdi.

Koca hangarlar dolusu sıra sıra makinenin gürültülü hummasına daldım. Akan, dönen şeritleriyle hareketine dağıldım. Borular, gövdeler, makaralar, düğmeler-düğmelerle hareketsiz kısımlarının görüntüsü de gördüğünü anlamlandırmaya çalışan gözlerime yüklendi.

Ve sıcak.

“Kaos!” dedim. Sonra kendi kendimi düzelttim. Henüz geldiğin kıyısından sana görünen o. Düzenini çözemediğin için..

Düzeninden paylarına düşeni çoktan çözmüş, kanıksamış, kurutucu bir rutine çevirmiş çalışanlarsa kelimenin tam anlamıyla tıkır tıkır işlerini yapmaktaydı.

Hadi bakalım, duyuların dört bir yana savrulurken hikayeni toparla sen!

Böylece dikkatim bir yandan görüp işittiklerimden seker, bir yandan çalışanları seyreder, dünyalarını orasından burasından canlandırmaya çalışırken bölümden bölüme geçtim. Kimya yasaları uyarınca serin olması gereken örgü kısmında sıcak, yerini iyice artan gürültüye bıraktı. Sonra, boyama bölümünde peşine alışılmadık, yoğun kokuları katarak geri geldi.

Gördüklerimi çiğnenebilir küçük lokmalara bölen kameramdan da destek alıp onu yönlendirerek bir oradan bir buradan cümle parçaları kuruyor; kaos gibi hissettiğim yorucu düzeni ortaya koymaya çalışıyordum:

Kaçtı mı yüzüne bile bakmadan çöpe yolladığımız var ama yok incelikteki bir nesnenin, teknoloji ile insanı kaynaştırarak akıntısına katıp götüren çok girdili karmaşık üretim sürecini –bu cümleye benzer alengirli bir akışla- anlatmaya.

*

Ateş harlandıran iyi bir gezi oldu.

Geride çektiğim onlarca fotograftan ayıklanan bir albüm bıraktı.

Ve kaçtıkça çöpe atacağım çorabın bir daha yabana atamayacağım fikrini.

.

13 Mayıs 2011 Cuma

KENDİNE ÖZGÜ BİR HARİTA

Yeni tanıştığım birileri üç ya da dördüncü cümlede “Burcun ne?” diye sorduğunda..

Merhabalaşalı gün dolmamışken buna neden itibar etmediğimi uzun uzadıya anlatmak olmayacak. Hem bakıyorum soru, “Neredensin?” ile eşdeğer. Nerede durduğunu, yola nereden devam etmenin uygun olacağını kestirmeye çalışıyor karşımdaki. Yön tayinine. Burç da yetmiyor, onu “İçinden mi?” karşılığı “Yükselenin ne peki?” izliyor.

Pekala.

Elimizde ne araç varsa etrafımıza onun göz deliğinden bakıyoruz madem (“Elinizde hepi topu bir çekiç varsa, karşınıza çıkana çivi muamelesi yaparsınız”), “lazım olabilir” çekmecemden bulup çıkardığım imge-simgelerle bir harita da ben işleyeyim kendime.

Burcum Kunduz. Bastığım yerin altından girip üstünden çıkmayı seviyorum. Deşmeyi. Çeşitli akışları burada kesip orada salmayı; barajlar kurmayı.

Dişlerim bu yüzden kuvvetli. Çenem.

İletişim evindeki ayarı şaşabilen laser ile birleştiğinde bu, olmadık bir delicilik, pervasız bir yıkıcılıkla sonlanabiliyor.

Bazen.

Yükselenim Bukalemun. Sümerbank basmalarının desenlerinden yağmur ormanlarının yaprak örtüsüne, neyin üzerinde, kenarındaysa onun dokusunu alır. Alırmış gibi yapmaz. Gerçekten alır. O olur. Bir süreliğine. Sonra yoluna devam eder.

İlişkiler evine Yemeni Dikici arketipi bakar. Sık dikişler, ardından uzun boşluklarla karakterizedir bu ev o yüzden. Enerjisi kesintisiz değildir. Yoğunluk dönemi cevapsızlık dönemleriyle kesintiye uğrar.

Bu evin alt yöneticisi iki yaşayışlı Yunus’tur. Ne hep suda ne hep havada. Onu böyle dalıp dalıp çıkmaya bırakmak, sadık bir köpek gibi davranmasını beklememek gerekir. Ama kalburun üstünde kalanlara hep döner.

Yürek Sincap’tan sorulur. Yardımcısı Ejderhadır. Böylece tezgahın başında duygular olduğunda alabildiğine yoğunluk (Ejder), alabildiğine oyunsulukla el ele gider. Zıpzıp, hafif, ağır. Ağaçların tepesinden baş aşağı bakış ile mağaraların diplerinde mayalanmaya bırakılış.

Enerji Evinin yol göstericisi bildiğimiz Beethoven’dur. Kontrastlarla beslenir. Süregiden örüntüler bir süreliğine yatıştırıcı gelse de besini uzun vadede çeşitlilik, zıtlıklardır. Ritmi kırmayı, sıçratmayı sever. Sevmek zorundadır; böyle işler.

Astarı böyledir kumaşının.

Yüzüyse.. inadına tek tip. Bir hafta boyunca sadece pazı yiyebilir. Gündelik rutine bir otistik kadar bağlı kalabilir. Sıkılmaz. Değişiklik aramaz.

Toprağını durmadan havalandırdığı, kazdığı, burnunu sokmadığı yer bırakmadığı iç alemidir.

Kunduz işte!

Bilmem açıklayıcı oldu mu böyle?

.

10 Mayıs 2011 Salı

YOL KENARINDA

Mayıs ama o irtifada hala serin, dağda öğle molası verdim.

Güneş çıkar umuduyla çekilmiş branda altına, açıkta oturdum. Yerken zevk, hemen ardından pişmanlık duyduğum bol baharatlı köfteden söyledim. Gelmesini beklerken gözlerim az uyaranlı çevrede şöyle bir dolandı, birkaç metre ötede, çapraz karşımdaki masada durdu sonra. Yirmilerinde iki adam yemek yiyordu. Daha doğrusu biri yiyor, diğeri yutuyordu. Ona önce bakışım takıldı, izledikçe aklım, derken hayal gücüm de gözüme katıldı.

İnce gömleğinin kollarını sıvamış, tabağına yumulmuştu. Birkaç günlük esmer tıraşı altında profilden gördüğüm avurdu vahşice, soluk soluğa çalışıyor, lokmaları rampa çıkan buharlı trene kömür küreler gibi sıralıyordu.

Ne ateş! Ne iştah!

Aldım bunu, hayatın çeşitli alanlarına yaydım.

Sonra da zaman içinde kaydırdım.

Ömrünü beşer onar yıl ilerlettim. Taş yese akşamına yeniden acıkacağı yaştan beden sularının çekilmeye başladığı, dişlerin gevrediği dönemlere ittim bir iki dokunuşta. Rampanın iyice dikleştiği, kürenecek kömürün azalıp küreyicinin neredeyse tükendiği vakte.

Gücüyle mutlak izlenimi veren iştahı, zamanın bir defalık büyük piyangosu haline getirdim.

Taş yesem akşamına yeniden acıkmaz olduğum kendi zamanımla böylece denkleştirdim.

İkimiz de farklı biçimlerde doymuş, aynı anlarda rahatlayarak arkamıza yaslandığımızda köftem geldi.

Ardından hiçbir pişmanlık da duymadım.

.

6 Mayıs 2011 Cuma

CAMLI KAPU

Camlı bir kapıyım ben.

Neyseniz kendimce onu yansıtırım.

Kimine trenin tekeri olurum, peronu kimine.

Kiminize ardı ayan beyan, kiminize kapı duvar.

Raylar da onda yankılanır, oturup kalmışı, çekip gideni de.

Göz göz bir cam kapı işte.

.

TARSUS

https://picasaweb.google.com/sedatoksoy/Tarsus?authkey=Gv1sRgCLCOudzL6sn0Kw#