24 Aralık 2012 Pazartesi

FIRIN ELDİVENİ AĞACI

Kendi haline bırakılmış dalları küçük balkonumdan burnumun dibine uzanan erik ağacında hemen her gün beliren, ruh durumuma göre bazen eğlenip bazen kızdığım nesneler.

Gazete, dergiler. Bir sabah bir havlu, Sonra el bezleri. Derken simli sentetik iplikten örme bir atkı. Bir akşam kızıl toprak rengi bir ev içi paspası..

Hastalığın heyelanına kapılmış zihni kayan kayan kayan komşumun elinden, evinden artarak dökülenler.

Bir gece art arta patlayan çarpıp parçalanma sesleri. Aldırışsızlığım. Kaynağını bildiğimin ertesi gün gördüğüm sonuçları. Ağacın dibinde tuzla buz olmuş iki seramik saksı, dağılmış bitkileri.



Daldaysa bir fırın eldiveni. Artık hiç kullanılmayacak, soğuğa terk edilmiş bir ocağın, çırpınarak soğumakta olan bir ruhun, donmanın eşiğinde işe yaramaz olmuş eldiveni. Eriğin kış dalları ile kalan yaprakları arasında. Kış uykusundan önceki son can kıvılcımlarının.

19 Aralık 2012 Çarşamba

İKİNCİSİ..

Elde cevap anahtar şablonu olmadan bakmak, algılamak. Test sınavlarını değerlendirirken kağıtların üzerine konan, doğru şıkları delik kartona böyle deniyormuş.

İlginç, pratik kartonlar bunlar. Doğrulara denk delikler dışında bir açıklıkları yok. Başka cevap geçirmiyorlar ne de kağıdın orasına burasına dalgınca çiziktirilmiş çöp adamları, yıldızlar, çitler ve güneşi, can sıkıntısının üzerinde gide gele koyulttuğu saplantılı desenleri. Hiçbir şeyi.

Varsa yoksa önceden belli ve tek DOĞRU CEVAP.

Tutturdun tutturdun, yoksa şablonun örttüğü cevabınla birlikte sen de yoksun.

Oysa cevapların yer değiştiriyor.

Aynı kavram dün şablondan geçmezken şimdi onunla örtüşüyor.

İrade. İnanç. Adanmışlık. Değerler. Daha da neler neler ve bunlara her seferinde yüklediğin yeni anlamlar, bir araya getirdiğin farklı bağlamlar.

Kalın buz tutmuş göl yüzeyinin altında akışkanlığı süren sudaki cıvıl cıvıl hareket. Avlanmak için buzda açılan deliklere bazen gelen bazen gelmeyen balıklar gibi şablonun altında devinen, ondan bazen geçen karşılıkların.

*

Kapıdan dışarı adımımı boş bir sayfaya atar gibi yaşadığım zamanlar.

Çıplak.

İçimin bu haliyle bir yandan da alışılmışa, çoğunluğa hiç benzemediği için normalden uzaklaşma ürküntüsüyle de dolduğu vakitler.

Kafamın fikirlerden, görüşlerden, kıyaslama, tercih ve yargılardan yana düz beyaz oluşu.

Kimliğini sırtına geçirmemiş, değerlerini kuşanmamış.

Geçmişsiz de ve geleceksiz.

Isırtıldığı çenenin kalıbını çıkaracak homojen bir macun gibi.

İzlerin, izlenimlerin üzerine düşeceği bakir film şeridi.

Dolu bir boşluk.

18 Aralık 2012 Salı

2 ŞEY

Serbest yazma gittikçe daha çok heyecan duyarak kullandığım bir yöntem.

Basit.

Belirli bir süre, diyelim 10 dakika, sıkı bir ritmi hiç aksatmadan, ara vermeden yazmak.

Etkin maddesi, kafandaki her daim hazır ve nazır editörü aradan çıkarmak.

Ondan sonra da zihninden ne geliyor geçiyor ne takılıp kalıyorsa imlaya, noktalamaya, cümle düşüklüklerine vs hiç aldırmadan, düşünmeden, torbasız çöp kovasını bidona boşaltır gibi kağıda boca etmek.

Sonuçları müthiş.

Bir kere zihin bunun ardından iyi bir masajdan geçirilmiş beden gibi rahatlıyor, sakinleşiyor. Gevezeliğine alan açılmasıyla duruluyor. Bundan sonra bir şeye yoğunlaşması kolaylaşıyor.

(Zaten bir yan ürünü de o oldu. Sıkışıp sıkıldım mı oraya buraya kaçma, oyalanma dürtüsü duymadan yaptığım her ne iş ise çok uzun bir zaman onda kalabiliyorum. İnsanı perişan eden de sonuçta ne kadar zorlu olursa olsun yaptığı şey değil, kaçış dürtüsü. Gitmekle kalmak arasında bin parçaya bölünme.)

Editör, o her şeyi kuralına, kitabına, adabına uydurma gayreti içindeki sansürcü aradan çıkarıldığında.. Çelişkiler, eşzamanlı yaşadığın ters yönlü şeyler, tutarsızlık, saçmalık ve aşırılıklar törpülenmeden önüne seriliyor. Önüne serilen böylece içinin etraflı topografyası. Hammaddeyi belki de ilk kez bu kadar yansız görüyorsun. Işığı, gölgesi, günahı, sevabı, çiğliği, bilgeliği. Sertlik ve yumuşaklığı..

Sansürcünün eleğinden geçebilmişlerden ibaret olmadığını.

Vay canına!

Bütün bir kasabadan kopardıklarıyla önünden akan sel suları gibi.

Akış geliyor. Kafan, bezgin bir dolap beygiri misali hep aynı şeyleri aynı şekilde içinden geçirmenin durağanlığından çıkıyor.

Derken bu gür karmaşada aradıkların beliriyor. Bir imge. Bir bağlantı. Yap-boz’un eksik kalmış parçası, bir röle anahtarı, tirbuşon, ayakkabı çekeceği.. Her ne ise. Lazım bir parça. İlham. Merak, keşif iştahının uyanışı.

Tıpası çekilmiş bilinçdışında sana ulaşmak için tam da tıpanın çekilmesini beklemiş bir şeyler.

Oraya yöneliyor, onu işlemeye, etrafında dolanmaya, yoklamaya, derinleştirmeye başlıyorsun.

Bazen de bir şey belirmiyor. Ritmi aksatmamak için (tek kural bu ve önemli) bir kelimeyi defalarca yazdığın oluyor.

Ama her defasında bir şey versin vermesin, sürece güven duymaya başlıyorsun.

Mideni kaldıracak kadar tanıdığını sandığın kendini ne kadar dar bir delikten gözetlemekten öte tanımadığını görmek heyecan verici.

Sanki çok kanallı bir stüdyo mikserine bağlanmışın da kulak tırmalayıcılıktan tanrısal bir armoniye kadar koca bir yelpazede yayılan sesini artık sadece mono duymazmışın gibi.

Al bunu, tepe tepe kullan.

Sorun çözümünde, ilham bulmada, takılıp kaldığın bir şeyi anlayıp aşmada, rahatlamada, yatışmada ama uyarılmada da.

Verdiğiyle beklediğin örtüşmeyebiliyor.

Asıl beklemen gerekeni gösteriyor bazen.

Ama en güzeli, süreç hissini canlandırması. Unutup gittiğin sabrı. Eline geçene şükran duymayı.

Ağın bugün dolmadı mı? Aldırma. Salmaya devam et sen.

(Serbest yazmada çok yararını gördüğüm iki kitap: Writing without teachers, Peter Elbow ile Accidental genius, Mark Levy)

*

Çok oldu. İkinci şeyi belki yarın yazarım.

8 Aralık 2012 Cumartesi

JACKY TERRASSON’UN ARDINDAN

Zaten büyük olmayan salon tenha, loş. Büyüklüğüne şöyle bir değinilerek anons edilen ufak tefek, turuncu pabuçlu artist neredeyse utangaç, piyanosunun başına geliyor. Partileri şenlendiren tiplerden değil belli. Canlandırdığı dünya başka: Ellerini klavyeye bıraktığı an ona geçiyor. Tek tük çatal bıçak, bardan gelen mikser sesleri. O ise adına müzisyen denen ayrıcalıklıların aleminde çoktan. Başka bir dili olağanüstü bir güvenle örüyor.

Sesini bağırmadan yükseltebilmenin ne deneyim olduğu içimden geçiyor. Elle tutulurcasına işitilir olmak. Uçurumdan zirvelere her biçimde uzanan bir coğrafyanın nüanslarından geçirmek. Bir an öyle gözü pek, vahşi, an sonra usul akmak, duyguyu, düşünceyi tırmandırmak tırmandırmak, derken altına ağ filan germeden tepelerden aşağı salmak. Kendini bıraktığı anda bulmak.

Aynı anda böylesine bir kontrol ve özgürlük.

İmrenebilirim. Onun yerine piyanoyu böyle çalar gibi yaşamayı hayal etmeye koyuluyorum.

4 Aralık 2012 Salı

YAĞMURLUK



Aralıksız yağıyor. Gece başladı. Hiç durmadı. Sesi ninni gibi ama uyuşturucu değil. Rüzgarla şiddetlendiğinden uyarıcı ama düzenliliğiyle yatıştırıcı da. Ferahlatıcı ve iç ısıtıcı. İnsan kendini üzerine su serpilen yufka gibi hissediyor, ütüye hazırlanan temiz çamaşır.

Yağmur kesintiye uğrattığı şey yerine kendi sürekliliğini koyuyor.

Işığı alıyor ama yerine sesini veriyor. Aydınlık bir ses değil belki, bulanık, yumuşatılmış; sıkıcıda bırakılmış havuç posası gibi kararmış turuncu. Düşey. Sonra, oluşan dereciklerin daha da kesintisiz şırıltısı, şarıltısıyla yatay.

Yapraklarda kalan, kayıp uçlarına asılan damlalar çok hoş. Kristal gibi parlıyorlar. Biraz iriyseler yüzeylerine tersyüz asılan görüntüler seçilebiliyor. Yani yağmakla kalmıyor, düştüğü yerde küçük büyü numaralarıyla işine devam ediyor.



Kokusu? Kokusu pek yok. Toprak olsa da topraktan kalkan koku buruna gelene kadar araya girecek çok şey var. Şehrin koltukaltı ve ayak kokuları. Kirlilik. Olsun. Sesi alıp, ıslanarak yükselen toprak kokusunun öbür elimdeki saf anısıyla uç uca getirdiğimde burnumda mest edici bir flaş yine de çakıyor.






Düz, kalın, tok bir tuval kumaşı haline getirdiği göğün fonunda yakından bakıldığında parlasa da geri çekilen renklerle görüntüler şurada suluboyalaşırken beride karakalemleşiyor.

Doğanın hikmetinden sual olunmaz Photoshop’u.