24 Ekim 2012 Çarşamba

BANA BİR MARUL SEÇ MEHMET

Sebzecinin sandıkların başına oturtulmuş, babasına kalırsa başka da işe yaramayacak oğluna bana bir marul seç, dedim.

Daldığı alemlerden çıkarılmak hoşuna gitmemiş olabilir ama ona olmadık sorular soran bu ablayı görmek yüzünde alacalı bir beklenti ifadesi de yaratmadı değil. Çuvaldan çıkardığı okkalı marulun sararmış, çürümüş dış yapraklarını ineklere verilecekler arasına attı. Dibini bıçakla kesti. Böyle çok daha taze görünen öbeği uzattı. Güldüm.

“Sence insanlarla da öyle midir Mehmet? Kocayan katlarımızı koparıp atıversek altından genç yanımız çıkar mı? Ya da kötü taraflarımızı soysak iyiliğe varır mıyız?”

Duraksamadan dilini damağında şaklattı.

“Yok abla! İyi iyidir, kötü de her zaman kötü!”

Ah Mehmet, katıların dünyasındasın demek. Sıfatların durmadan değiştiği, birbirine aktığı, birbirleri ve duruma göre tanımlandığı değil de taşlaşıp anıtlaştığı yerde. Oysa oturup (zaten oturuyorsun) biraz içini seyretsen, insan ruhu denen çokça tesadüfi harmanın durumsallığına sen de uyanırdın. Kendini hiç kayırmasan, eloğluna yaptığın gibi (ama yargılamadan; yargıladın mı susar, duvar kesilir, anlatacağı ne çok şeyi söylemez olur) böyleyken böyle! desen.

Ya da, nedir ki mucize, düşük olasılıkların gerçekleşmesi; öyle bir tanesi oluverse de büyük romantiklerin ışığı karanlığa katan müziğiyle karşılaşsan, diyelim Beethoven ile. Ruhun kıvamdan kıvama girip çıkan akışkanlığıyla oynayan edebiyata açılsan. Filmlere baksan.. Çıksan da ya o ya o iki boyutluluğundan, eh bir bedeli elbet var ama zenginliğine değer, daha alengirli bir kavrayışa geçsen?

Misal, kurban. Kesecen mi, dedin. Hayır, dedim. Ama bir keseni düşün, düşünelim bir yol. Onca mesafeden bagajında getirdiği koyunu alnından öperek oradan çıkarıp ağaca bağlayan, sevgiyle yemini suyunu veren, sonra da eliyle kesen kadın doktorunu. Şimdi bunun hangi yaprakları ak, hangileri kara? Kurbanı tartışmak hoşuna gitmeyecek, biliyorum. Allahın emri deyip kestirdiğin gibi atacaksın. Ama rahatsızlığına az biraz katlan da orada bir dur. Düşün. Tart.

Can almak iyi midir desem, hiç duraksamadan “Olur mu abla!” dersin. Peki hayvanın canını almak? Orada biraz duralarsın. Ava da çıkıyor, uçanı kaçanı kaçırmıyor muşun ya. Hem her şey insan için. Peki, öylesine yürürken önüme çıkan bir kediyi, köpeği oracıkta öldürsem? Faytoncunun atının böğrüne saplayıversem et bıçağımı? Caniliğim mi kalır, kaçıklığım mı? İyisi olmayan Kötü olmam mı gözünde? Peki ya başka türlü kötü bildiğinin iyi-vacip-makbul tanımlandığı yerde neler oluyor? Sevgi dolu bir katilin hangi yapraklarını diğerlerinden nasıl ayıracağız da ineklere vereceğiz Mehmet?

Demek istisnasını hep birlikte kararlaştırdığımız kötü, iyiliğimize halel getirmiyor –getirmeyi bırak, helal olup ona katılıyor. Burada zurnanın zırt ettiği yer “hep birlikte” olmasın Mehmet?

Yok, Mehmet. Düşünerek yaşamak karmaşık iş. Bırak iyi yaprak-kötü yaprak ayrımını, her bir yaprağı hem iyi hem kötü hem de bunların ötesinde görmek. Yargıların avcıdan ürküp de ağaçtan havalanan kuşlar gibi dört yana uçuştuğu likit bir dünyada yaşamak. Kolay değil. Katının hayal, basılacak zeminin ihtiyari olduğu bir alemde çokça yalnız yol almak.

Gerçi yalnız başına dağ bayır yürümeyi sevdiğini söylüyorsun. Bir şeyler vur-vurma, başını alıp gitmek hoş geliyormuş. Zaten hedef bildiğine kilitlenmesi, inatçı takibi, ıssızlıklardan haz etmesiyle avcı, potansiyel bir feylesof değil midir?

İş sınırlarda dolaşmaksa elindeki tüfeği atsan da olur, ha Mehmet?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder