Öyle hazır sınıflandırmalara, kalıplara, sınırlara
gelecek biri olmadığı daha piyanonun başına oturmadan belli AyşeDeniz Gökçin’in.
Ayrımları aşacağı, tarzlardan taşıp kendi coğrafyasını yaratarak keşfe çıkacağı.
Dinleyeni de çıkaracağı.
Müzik, evet tabii ama ondan bile önce yaşamaktan heyecan
duyduğu da. Araştırmaktan, kurcalamaktan, sorgulamaktan. Kurulmamış
bağlantılarla haritalarını kendi elleriyle çizmekten.
Capcanlı, parlak, duru, sesler kadar sözlerle de iletmeyi
seviyor. Karşımızda bir konser piyanistinden önce arkadaşlarına zihninde çakan,
çakışan fikirleri soluk soluğa anlatan genç bir insan var –yaşça demiyorum,
onlarca yıl sonra da çevresine bu tazeliği, ilk elden yaşama yetisini yayacak
biri olarak canlandırıyorum onu.
Ve işte piyanonun başında.
Paravanları bir kez aradan, düşünceden kaldırınca Pink
Floyd’da Liszt’i, Liszt’te onunla ters yönü tutmuş Chopin’i, bugünde geçmişi,
geçmişte geleceği görmek, göstermek kendiliğinden geliyor. Ya da yakaladığı
akıcılıkla öyle görünüyor.
Pink Floyd ateşin çırası. Tutuşturup geri çekiliyor.
Parçacıklarına ayrılıp bambaşka bütünlüklere bölünüyor. AyşeDeniz kendi
coğrafyasında. Meditatif, atak, derin, naif, yalın, alabildiğine girift, piyanoyu
olabileceği her kıvama, karaktere sokup çıkarırken Pink Floyd da sudaki
yansımalar gibi belirip kayboluyor.
Parça aralarında bu çevrimi nasıl katmanlandırdığını
açıklarken bir ara ne uçlara gittiğiyle kendini bile hayrete düşürmüş gibi, “Onların
doğaçlaması üzerine doğaçlama yapıyorum” dedi. “Rüyada rüya görmek gibi bir
şey..”
Belki de budur. Rüyada görülen rüyalardır işin aslı.
Gerçeklikler arasındaki kapıları açmak, sonra da bir
uçtan öbürüne bütün bir güzergahı kat etmek, aşmak.
Onu da böyle harlı, bulaşıcı bir yaşama sevinciyle
yapmak.
Teşekkürler AyşeDeniz!
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder