Sesler perde perde yükselir, birbirine karışarak sahnenin açılışını yaparken balkonda çevirimin başındaydım.
Kahramanımız haftalardır,
aylardır çözülemeyen bir tesisat sorununa yeniden bakmak için gelen ekibe içini
döktü, onları bırakıp döndüğü kahvaltı sofrasında çalan telefonuna baktı. Telefondakinin
hayli dikkat isteyen bir mesele olduğu anlaşılıyordu. Beklenen ama bir türlü
gelemeyen mesajlarla kesintiye uğruyor, kahramanımızı sinirlendirmeye
başlıyordu.
Bu sırada tesisatçılar
aceleleri olduğunu söyleyerek onu çağırıyor, biraz bekleyip sıklaşan aralarla artık
bir gelip bakmasını söylüyorlar, onunsa telefonu kapatabilmesi için önce
onaylaması gereken mesajlar inatla bir yerlerde takılıp duruyor, adamcağızın
beden sıvıları ısındıkça ısınıyordu.
Yüzüme yayılan hoşnut bir
gülümsemeyle, kulağım oraya kayarken gevşeyen bir tempoyla çalışıyordum.
Duyduğum schadenfreude
değildi, hayır. Bana bir halimi başka bir insan üzerinden gösteren bu fevkalade eğitsel piyesi bu kadar ben iken benimle hiçbir alakası olmayışının tuzu
kuruluğuyla izlemenin keyfiydi -ama ayladır pisliği, gürültüsünden
bunaldığım bir tadilatın rahatsızlığının nihayet başkalarına dokunduğunu görmek
bir parça da yürek soğutucu değildi diyemem.
Kahramanımızın tam olarak
neler hissettiğini, neden öyle hissettiğini, nasıl işlediğini elbette bilemem
ama tepkilerinde bire bir kendimi görüyordum (daha doğrusu işitiyordum).
Bir türlü çözülemeyen can
sıkıcı bir sorun.
Her girişimde onun da hüsranla
sonuçlanacağına daha da kani olunan ama bir yere çıkmasa da adı üstünde
girişimin kendisinin en azından bir şeyler yapma keyfiyetini geçiştirmesiyle
biraz rahatlama/kendini oyalama.
Kritik (veya değil) bir
şeyle uğraşırken kesintiye uğramaya dayanamama. Kesintiye uğradıkça sinirlenme.
Kontrolü güçleşen öfkenin basınçlı bir hortum gibi sağa sola dönüp önüne geleni
vurmaya başlaması. Sonunda bindiğin dalları kesip kıç üstü yere oturmak, hiçbir
şeyi çözemediğin gibi tavrınla yeni düğümler eklediğini görüp karalar
bağlamak.
Telefon nihayet kapandı.
Ustalara haksız olduğu anlaşılan şeylerden ötürü epey bağırıp çağrılmıştı.
Ustalar öyleyse işini
kendi başına halletmesini söyleyip (“Bizden bu kadar!”) çekip gitti.
*
Bu tepki kalıbında ne çok
şey var. İçerdiklerini şöyle ya da böyle bir araya getirebilir, analizini yapma
sanısı içinde hikayesini yazabilirim.
Ama artık böyle “açıklamalara”
bir inancım yok.
Bir sorun karşısında neden
ilk duyduğum, sorunun büyüklüğüyle orantısız, standart derinlikte bir boğuntu
oluyor?
Zaman algım neden kısalıp
daralıyor -sanki o an çözülmezse beni yutacakmış gibi hissetmeye başlıyorum?
Neden köşeye kıstırılmış bir
hayvan gibi vahşi bir öfke içimde yükseliyor? Öfke mi bu, korku mu, kendime
inançsızlık, dünyaya inançsızlık?
Telaş neden gözümü
bürüyor? Beni başta kendi tepkim, başka her şeye körleştiriyor?
Bu telaşla “sabırsızsın!”
deyip geçtikleri aynı kökten mi?
Nasıl bir kök bu? Dedeme
kadar izleyebildiğim kuşaktan kuşağa bir aktarımla ilgisi var mı?
Ya bu aktarım? Genetik,
ailevi, psikolojik, ne menem bir şey?
*
Tezahürlerinden başka bir
şey bilemediğim bir daralma, sıkışma ve patlama işte.
Nedenlerini bilmesem de onu
bir başkasında izlemek, neyin işe yarayacağını, neyin mutlak olarak çevreye ama
önce insanın kendisine zarar, kendini baltalayıcı olduğunu başka hiçbir şeyin
olmayacağı kadar ayan beyan gösteriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder