Kimsenin olmadığı bir ormanda devrilen ağacın sesi var mıdır?
Çömezlere yüzlerce yıl
sorulmuş bir Zen sorusu.
Zen yolunda değilseniz ya
da sorudan kuşkulanmıyorsanız (var mıdır diye sorulduğuna göre olmaması olası
mı acaba?) sorgulanmamış kanınızdan, gündelik deneyiminizden hareketle elbette
vardır cevabını yapıştıracağınız, çok çok derinlere giden bir soru.
*
Birçok açıdan ilginç
bir kitap okudum: How Emotions Are Made (Duygular Nasıl Oluşur), Lisa Feldman
Barrett.
Dünyayı algılama
biçimimize objektif bir gerçeklik olarak iman etmeyi ağır bir tiyatro perdesi
olarak yana çekip “sihirbazın,” beynimizin uyandırdığı bu yanılsamadan vuruyor
ve nerelerden çıkıyor.
Oldukça serbest bir
biçimde özetleyip notlar düşerek bana en çarpıcı gelen noktaları sunmak
istedim.
*
Baştaki sorunun
cevabı hayır!
Devrilen ağacın bir
etkisi olsa da bu sarsıntı, titreşim biçiminde olur. Bunu “ses” olarak duymak
için ise bir beyine bağlı iki kulak gerekir, diyor.
Yani algılayandan
bağımsız bir ses, görüntü, koku vd yoktur.
Kapalı bir kutu
içinde, dış dünya ile bağlantısı duyu organlarıyla şekillenen ve onlarla
sınırlı beynimiz, biz olmasak da aynı şekilde var olacak bir dış dünyayı fotoğraf
ya da video kamerası gibi çalışarak kaydetmiyor, ona karşılık/tepki verecek
şekilde işlemiyor. Bu muazzam bir veri işlem kapasitesi gerektirmekle kalmaz,
hayatta kalmamızı imkansız kılacak bir hantallığa da mal olurmuş.
Geçmiş deneyimleri,
ihtiyaçları ve içinde bulunduğu ortam (çevre, kültür) temelinde yaptığı
öngörülerle çalışıyor.
Yani reaktif/var
olana cevap veren değil, olabilecekleri öngören bir beynimiz var.
Dolayısıyla bizden
(algılayandan) bağımsız bir dünya da yok. Öngörülerimizle biçimlendirdiğimiz
bir dünya var. Bunun içinde atom altı parçacıklar gibi biz olmasak da olacak
unsurlar olsa da çok büyük ölçüde sübjektif bir dünya bizimki. (Sıfatları
düşünün; sert, katı, sıcak, sıvı, isimleri; bitki, hayvan, insan…. Bunlar
bireysel ve kolektif algılarla oluşturulmuş kategoriler ve doğada ancak, sömürgecilerin
cetvelle çizdiği ülke sınırları kadar karşılıkları olabilir. Hücre, atom ve
altı düzlemde kartların toplanıp yeni ellerin dağıtılması gerekirdi.)
Gündelik
gerçekliğimizde ise bize hiç de böyle gelmiyor. Neden?
Beynin en önemli görevi
bedeni ayakta tutmak. Bunun için de “beden bütçesini” denkleştirmek. Solunum, kan
basıncı, kalp atışı, metabolizma, bağışıklık ve sayısız diğer işlevi yerine
getirebilmek için bedenin işleyişiyle kesintisiz bir ilişki içinde. Beden ile
arasında sürekli bir veri alışverişi var. Bir aksilik olmadıkça orkestranın
neyi nasıl çaldığı farkındalık alanımız dışında. Fakat bu durumda bile bedende
olup bitenler algımıza şu ya da bu belirginlikte bir fon oluşturuyor. Buna afekt
(duygulanım) adı veriliyor. Afekt, beden
bütçesinin denklik durumuna göre gün boyu kendimizi genelde nasıl hissettiğimiz.
Sakin, ilgili, enerjik, sıkkın, yorgun, huysuz. Duygu (emosyon) değil, ondan
çok daha doğrudan bir his ve iki özelliği var. İlki ne kadar hoş ya da nahoş
hissettiğimiz, ikincisi, ne kadar sakin ya da ajite olduğumuz.
Bizi ucunda oynatan ipler
bu afektler.
Dünyamıza rengini, duygu
ve düşüncelerimize kıvamını bunlar veriyor.
Ortaya çıkanları da tıpkı
çiçek-ot ayrımı gibi farklı kategoriler olarak biliyoruz.
Sevgi, nefret, yakınlık, saldırganlık,
pişmanlık, mesafe, korku, aşk, heyecan.
*
Kitap, bütün bu duygusal-davranışsal
kategorilerin de devrilen ağacın sesi gibi olduğunu; algılayandan bağımsız
olamayacağını (çok ilginç deney ve araştırma sonuçlarıyla) ortaya koyuyor.
Her bir duygunun belirgin “parmak
izleri,” onu o yapan karakteristik özellikleri, beyinde sabit yeri ve
işleyişleriyle, fiziksel karşılıkları (başlı başına bir “öz”ü) olduğunu
söyleyen klasik görüşün yerini alan yeni (aslında pek o kadar da yeni olmayan)
yaklaşım (“konstruktif beyin”) anlatılıyor.
Değişmez, objektif öz’ler yerine
diyelim nöronların hareketinin, tek bir yerde değil, beynin bütününde oluşturdukları
değişken ağların duruma göre çok çeşitli sonuçlara yol açtığı (daha doğrusu
beyin tarafından öyle yorumlanan) son derece devingen bir arazide oturuyoruz.
Sözgelimi kan şekerimiz
düştüğünde yaşadığımız hale duruma göre sinir, panik ya da korku, güvensizlik
ya da saldırganlık, yorgunluk diyoruz. Dünyayı onun ardından görüyoruz. Ve
beyin bu öngörüsüne göre birinci vazifesi olan beden bütçesini ayarlayarak
atacağı adımı belirliyor. Saldırganlaşacak mıyız, yatışacak mıyız, geri çekilip
dinlenecek miyiz; gereken hormonal dengelemelerle aynı afekte birbirinden çok
farklı ayarlamalarla karşılık verebiliyor.
Öte yandan sihirbazın eli
aklın alamayacağı kadar hızlı; bizi örneğin kesintisiz ve panoramik bir görüşe
sahip olduğumuza (gerçekte kör noktalı, yamalı bir tarama söz konusu) inandırdığı
gibi afektlerin de objektif tepkiler olduğuna inandırıveriyor. Dopaminim
yerlerde sürünürken sizi dayanılmaz ölçüde can sıkıcı buluyorsam bunu elbette
sizden biliyorum! Bu yanılsamaya (bedensel halimi objektif gerçek sanmaya) afektif
gerçeklik adı veriliyor. Amerika’da yargıçların öğle molasından hemen önce
ve hemen sonra verdiği kararlar incelenmiş. Moladan önce -açlık, kan şekeri-
varılan hükümlerin bariz bir biçimde sanık aleyhine olduğu bulunmuş. Jüri üyelerinin
sanıklara bakışında da kültürel önyargıların yanı sıra bu afektif gerçekliğin
nasıl at oynattığının ilginç örnekleri kitapta bolca mevcut.
*
Beynin sınıflandırma,
kategoriler oluşturma özelliği bize tepki hızı ve anlaşma kolaylığı sağlıyor.
Kategorileri genelleme
yapmayı öğrenerek oluşturuyoruz.
Ve işte duygular da başlı
başına birer olgu değil, çeşitli kategorilere girip çıkan afektler.
Örneğin öfke bir kategori.
Ve bireysel ayrımları gözetmeyen hayli kaba bir genelleme.
Öfke dediğimde ne kast
ettiğimi anlıyorsunuz. En azından bir ortalama olarak. Kafalarımızda “tipik”
bir öfke hali canlanıyor. Bunu genelleme, sınıflandırma yetimizle kendiliğinden
yapıyoruz. O kadar doğal ve kolayca ki yaptığımız bize dışımızda, objektif bir
gerçeklik hissi veriyor. (Bedeli de bir kez daha sübjektif gerçekliği objektif
gerçeklikle karıştırmak. Sonra da gelsin yanlış anlamalar, kavga gürültü,
savaşlar, onca ıstırap.)
Oysa diyor kitap, öfke
diye başlı başına bir şey yok. Meali: Ne beyinde buna ilişkin bir “merkez” var
ne de öfke anında tipik bir şekilde ortaya çıkan nörolojik, fizyolojik değişimler
ve kas hareketleri. Öfke kategorisi istatistiksel bir gruplandırmadan ibaret.
Amerikalı sıfatı gibi. Amerikalı dendiğinde kast edileni anlasak da tipik bir
Amerikalı bulamayız çünkü yoktur. (İnsanın Amerikan kültüründen etkilenmiş hali
vardır desek?) Öfkenin ifade biçimi kültürden (cinsel kimlik rolleri, etnisite
vd) kültüre olduğu kadar kişiden kişiye, dahası aynı kişide durumdan duruma
değişiklik gösteriyor. Sizin çeneniz kasılırken benim yumruklarım sıkılıyor,
bir durumda kan basıncı fırlarken diğerinde değişmiyor, anlık patlamalardan
intikam planlarına kadar farklı davranış biçimlerine evriliyor.
Dahası, bir durumda bana
öfke gibi gelen hareketlenme başka bir durumda korku olarak görünebilir veya
panik hissi verebilir. Bağlam her şey.
(Bütün o mimik, beden dili
okuma varsayımları, yalan makineleri vb de bu arada suya düşüyor. Kitapta
Serena Williams’ın bir fotoğrafı var. Karede sadece yüzü yer alıyor. Kasları
gerilmiş, dişleri görünüyor. “Tipik” bir öfke fotoğrafı. Mı? diyor yazar ve
bizi kırpılmadan önceki kareye gönderiyor: Final maçını almış Williams kupayı kaldırırken,
zafer sarhoşluğu içinde. Buyurun, buradan yakın! Durmadan öngörür/varsayar/varsaydığımızı
hakikatin ta kendisi gibi hissederken -en beteri, ruhumuz bile duymadan!- ne
çeviri yanlışları yapıyoruz.)
(bitmedi)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder